M.Talât Uzunyaylalı
ALVARLI EFE DİVANINDA
İSLÂMÎ HİKMET
İ Ç İ N D E K İ L E R:
BİRİNCİ KONU: ALVARLI MUHAMMED LUTFÎ’NİN “Mİ’RACU’N-NEBİ” MANZUMESİNDE HZ. MUHAMMED VE ÜMMETİ
İKİNCİ KONU: ALVARLI EFE’DE İLİM VE ALLAH KORKUSU
ÜÇÜNCÜ KONU: ALVARLI EFE’DE ALLAH VE HZ. MUHAMMED SEVGİSİ
DÖRDÜNCÜ KONU: ALVARLI EFE’DE KÂİNAT KAVRAMI
BİRİNCİ KONU: MUHAMMED (s.a) VE ÜMMETİ
Cenâb-ı Hakk, Kur’ân’ı Kerimde, Hz. Muhammed (s.a)’in yüce kadri kıymetiyle ilgili şöyle buyuruyor: “Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki, zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer. Müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe sûresi, 9/128) Ey Resulüm! Sen böyle onların üzerine titrerken, onlar hâlâ senden ve yolundan yüz çevirecek olurlarsa de ki: Bana, yardımcı ve destekçi olarak, Allah kâfidir. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Ben O’na dayandım, O’na güvendim…” (Tevbe suresi, 9/129) “Deki: Ey insanlar! Eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmran sûresi, 3/31) “Hakikaten Allah’ın Resulünde sizler için, Allah’a ve ahret gününe kavuşmayı bekleyen ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel örnek vardır.” (Ahzab sûresi, 33/21) “Biz seni bütün insanlar için sırf bir rahmet vesilesi olman için gönderdik.” (Enbiya sûresi, 21/107)
Sunuş:
Müslümanların inanç, ibadet ve ahlaki hayatında en önemli ve örnek kişi (üsve-i hasene) Hz. Muhammed(s.a)’dir. Onun örnek şahsiyetini kendilerine rehber edinen tasavvuf ehli, “Allah’ın yarattığı ilk nur benim nurumdur”, “Allah’ın yarattığı ilk şey, benim hakikatimdir” gibi hadislerinden yolla çıkarak Hz. Peygamber’i; hakikatiyle bütün bilgilerin kaynağı, âlemin varlık sebebi, Hakk’ın tecelligâhı, âlemdeki nazargâhı, göklerin ve yerin nuru gibi vasıflarla tavsif etmişlerdir. Onlara göre Hz. Peygamber(s.a)’in nuru Hz. Âdem’den Hz. İsa’ya kadar, gelip geçmiş bütün peygamberlerde temessül eden ilâhî vasıfların bir yansımasıdır. Yani Peygamberler ve onun velayet yolunun mürşitleri Hz. Peygamber’in kemalat nurunun (Hakikât-i Muhammediyye) bir yansıması ve işaretidirler. Bu nurun aydınlattığı yolun vardığı gerçeklik ise; “aşk”tır.
Muhammed Lutfî Hazretleri’nin “Mi’racu’n-Nebi” manzumesinde “Aşk-ı Muhammedi” olarak ifadesini bulan bu gerçeklik neticede “Aşk-ı İlahiye” özne olmaktadır.
İlahi aşk; önce yaratıcıdan yaratılana, sonra da yaratılandan yaratana doğru ezeli, sırlı bir akıştır. Allah (C.C), varlığa vücudu verirken önce “Nur-i Muhammedi”yi yarattı. Var oluşa mebde olan Muhammedi nur, ilâhî sevginin mazharı oldu. Halik; mahlûku Muhammed’i kendine “Habîbullah” kıldı. Muhammedi nur, varlığın ve insanlığın aslı esası oldu. Alvarlı Muhammed Lutfi Hazretleri, Hulâsâtü’l-Hakâyık’ın ilk şiiri olan “Silsile-i Şerif”in üçüncü beytinde onun bu vasfını şöyle dile getirmektedir:
Habîbullah Muhammed Mustafa’dır
Veliyullah Aliyyül Mürteza’dır
Allah’ın sevip yarattığı bu Nur-i Muhammedi genel manada insan nevine münhasır kılındı. Evlâd-ı Âdem, Nur-i Muhammedi’ye hazine kılındı. Allah (c.c), “hazinesini” taşıyan “âdemiyete” öyle iltifat etti ki, her iki âlemi yaratıp, ona hediye eyledi. O gün bugündür Rabbimizin cömertlik (kerem) denizi, ilâhî sevgiye mazhar olan âdemiyetin önünde “fisebilillah” coşup durmadadır.
Efe Hazretleri, “İlticânâme” adlı şiirinde, ilâhî sevginin taşıyıcısı konumundaki “âdemiyete”, hamili olduğu sırrın ayan olmasını, mahlûkun halikını bilmesi sadedinde, “iman nimetinin” takdim edildiğini vurgulamaktadır. İman; insanda, ‘kendilik’ bilincini ortaya çıkaran ilâhî menşeli bir bilgi türüdür. İnsanla diğer varlıklar arasındaki mahiyet farkı ve temyiz bu tekliften doğar ki insana, Nur-i Muhammedî aynasına bakan “Hazret-i insan” olduğu, “Habibullah” olduğu, “Kenzi Mahfi”nin taşıyıcısı olduğu, ancak iman aydınlanmasıyla aşikâr olur. Âdemiyet’te iman nuruyla beliren mahiyet aydınlanması insana önce kendini sonra da Hâlikını tanıtır. Kendilik bilinci gelişmemiş kişide marifet gelişmez.
Hz. Muhammed (s.a) marifetin aslı, esası olduğundan, o bilinmeden Tanrı bilinmez. Muhammed Lütfi Efe’nin ifadeleriyle O; habib-i kibriya’dır/Allah (c.c)’ın sevdiğidir; kadr-ı muallâdır/yüce makam sahibidir; dergeh-i vâlâ-yı Mevlâ’dır/Mevla’nın yüce dergâhıdır; Resûlü’s-sekaleyn’dir/insanların ve cinlerin peygamberidir, Hakîm-i Mutlak’ın müntahabıdır/ yarattığı, seçtiği, gönderdiği aydınlatıcı ve hidayete erdiricisidir. Hz. Peygamber’in böyle bir sevginin ve mananın mazharı olması “Âdemiyetin” sahip olduğu ilâhî itibarı aleni kılar. Âdemiyet, Nur-i Muhammedi’de ortaya çıkan bir büyük mana olarak, halikıyatın cemal ve kemal aynası olur. Muhammedi sevgidir ki kişide halikını ancak o ayan eder. Efe Hazretleri, bu hususu şu şekilde vurgular:
İntihap etdi anı ilm-i ezel
Hilkat-ı halka sebep nûr-i güzel
Hz. Muhammed (s.a)’in Tanrı’nın ezeli ilminin taşıyıcısı olması, tasavvufta, “varlık” problemini kavramamıza temel teşkil eder: Varlıkta her an tezahür eden aşkın bir sevginin varlığı, var olmanın devam etmesi, Hz. Muhammed’in özelinde, nedeni; “Âdemiyettir.”
Âdemiyet; onun sırrıdır; o ise, Allah’ın sırrı… Ademiyet’in, Allah’a (c.c), seyr ü süluku, Hz. Peygamber (s.a) tarikiyle gerçekleşir. Allah’a yaklaşacak/yükselecek varlık, ancak insandır. Her insan bu potansiyeli varlığında taşır. Potansiyeli uyandıran, harekete geçiren Hz Peygamber’e duyulan muhabbettir. ‘Hazret-i insan’ mertebesine erişen veliler, bu farkındalığı yakalamış, taşıdıkları Muhammedî nurla kendi karanlıklarını aydınlatmış, seyr-u sülukle/ruhsal yolculuk kalpleri Nur-i Muhammedi ile aydınlanmış ve o nurun aydınlığında Allah (c.c)’ı bilmişlerdir. Efe Hazretleri, “Mi’racu’n-Nebi” manzumesinde, bu bahsi Hz. Muhammed’e -aleyihssalâtü vesselam- izafe ettiği şu sıfatlandırmalarla temellendirir:
Hz. Muhammed; “Nur-i Huda’dır/Huda’nın nurudur; Habîb-i Huda’dır/ Huda’nın sevdiğidir, Âlemin rahmet ve vahdet güneşidir, tâc-ı levlâk’ıdır/sen olmasaydın iltifatının öznesidir; iki cihanın, yerin ve göklerin iftiharıdır. ‘Ahmed ü Muhammed o Rasul/Vücudu nur-i Hudâ asl-ı usûl’dür. Hz. Muhammed’in mahiyeti böyle olunca, âdemiyetin, Allah(c.c)’a olan kurubiyeti, bu manadan tezahür eder. Hz. Muhammed’e gösterilen iltifat-ı ilâhînin kıyamete kadar mazharı; iman ve Muhammedî muhabbetle aydınlanan ve hareket eden nev-i insan/Âdemiyettir. İşte o âdemin mi‘râcı:
Cibril’e emreder Allah o gece
Da‘vet et Habîbimi var bu gece
Dost dostun davet etmek bir usûl
Bâr-gâh-ı hareme ede vusûl
Hürmet ile zâir ol Ahmedi’mi
Vasıl eyle bize Muhammedi’mi
Allah (c.c) kullarının dostu/velisidir: Allah’ın Hz. Muhammed’i -aleyihssalâtü vesselam-, yol arkadaşı olarak Cibril (as) ile ululuk divanına çağırması/huzura davet, insanlığın/âdemiyetin, indi ilâhîdeki derecesini göstermesi bakımından emsalsiz bir örnek ve büyük bir lütuftur.
Hz. Cibril, kendisinin yükselemediği huzura yükselen Efendimiz’e -aleyihssalâtü vesselam- Allah’tan ricada bulunur ki, Kıyamet Günü, vücudunu sırat üzerine koymasına ve açacağı kanatlarına “dilberlerim” dediği ehl-i imanın basarak selamete çıkmalarına izin versin:
Ehl-i iman basalar perlerime
Bir keder olmaya dilberlerime
Sırat-ı cümle selâmet geçeler
Cenneti alâda Kevser içeler
Âdemiyet, öyle bir manadır ki, insan kalbi iman nuruyla aydınlandığında, yerin ve göğün üzerine titrediği eşsiz benzersiz bir inci olmaktadır. O, artık, Allah’ın ve meleklerin nazlı nazenin bir dilberi/sevgilisidir. Allah (c.c) kimi severse Melekler de onu sever; bu, şirksiz şeriksiz öznenin başına küçük bir keder dahi gelmemesi için Cibril aleyhisselam kanatlarını ateşin üzerine yaymaya hazırdır. Mahiyeti böylesine eşsiz bir cevher olan insana layık olan ikametgâh ise içeri girerken ayakları altına güller saçılacak, cennetler ülkesi olacaktır.
Efe Hazretleri ‘Mi’racu’n-Nebi’nin ‘birinci faslında’, Cenab-ı Hakk’ın Efendimiz Hazretlerinin yüce şahs-ı manevîsine yaptığı iltifatı şöyle dile getirir:
Emr edip Rabbim bana sensin habib
Bar-gâh-ı izete ol sen karib
Bâr-gâh-ı izzetim gözler seni
Sarf edesin rahmetim gözler seni
Hil’at-i Levlâki sana vermişem
Huzur-i hassıma layık görmüşem
..
Âlemi halk eyleyen Kâdir benem
Ru’yetimle sana ikrâm eylerem
Seyr-i dîdârıma fer verdim gözün
Yed-i kudretimle nûr verdim yüzüm
Sana müştakdır ‘Ev edna’ gülleri
Sana âşık melekût bülbülleri
…
Kendi nurumdan seni halk eyledim
Münzelâtımda seni medh eyledim
Rahmeten lil-âlemin kıldım seni
Evvelâ tevhîd eden sensin beni
Bâr-gâh-ı izzetim sadrındasın
Yâ Muhammed rahmetim bahrindesin
Ni’met-i uzmâ cemâlimdir sana
Bu kerâmât hep kemâlimdir sana
Her ne murâdın var ise kıl beyân
Avn-i ilhâmım ile eyle ayân
…
Her ne diler isen eylerem kabul
Her muradın kabul edem ya Resul
Efe Hazretlerinin şiir diliyle anlattığı bu diyalogda Resulullah’ın -aleyihssalâtü vesselam-, ümmetine yönelik şu talebi oldukça dikkat çekicidir:
‘İlticam budur heman Ya Rabbena
Ümmetimi dilerem Ya Rabbena’
Ümmeti bahsini, “ümmetim mesrur eder ancak beni” sözüyle güçlendirmesi, ricasını, bu noktaya teksif etmesi, ‘Âdemiyet’in’ nasıl himaye edildiğini bize gösterir. Bütün yönlerden ümmetinin kendisini bağladığını, ümmetinin kaydının/sorumluluğunun “ciğerini dağladığını”, yegâne derdinîn, tek isteğinin, ümmeti olduğunu vurgulaması, Efendimiz’in ve Cibril’in Âdemiyet’e olan tutkularının bir göstergesidir. Bu talep, Allah’ın(c.c), “Avn-i ilhâmı” ile Efendimiz’in gönlüne gelen ilâhî bir duygudur.
Yani; Hz. Peygamber’e, -aleyhissalâtü vesselam- huzuru ilâhîde neyi dilemesi gerektiğini bildiren de yine Cenab-ı Hakk’tır. Hakk, sübhânehü ve Teâlâ, ‘Âdemiyet’ üzerine, Efendimiz hazretlerini ve melaike-i kiram hazaratını, adeta titretmektedir. Cenabı Hakkın sonsuz merhameti ve kudreti karşısında, insanlığın cürmünün onun ebedi idamını gerektirmeyeceğini, Efe Hazretleri’nin şöyle terennüm etmektedir:
Huzûr-i izzetde sâil eyledin
Bu kerem-gâhe ki nâil eyledin
Dilerem şân-ı kereminden senin
Gözlerem kân-ı kereminden senin
Bir avuç toprak olan bu ümmetim
Sen Azîmü’ş-şân’e budur minnetim
Merhamet enhârına kıldım nazar
Katre ile ne olur bahre keder
Sen Ganiyyü’l-âlemîn’sin yâ Ganî
Keremin mesrûr eder ancak beni
Görüldüğü üzere Efendimiz aleyihssalâtü vesselam, Cenabı Hakk’a şöyle hitap etmektedir: “Ey benim yüce Rabbim! Madem; ‘Üdnü minnî/yaklaş bana” diye hitap ettin, ululuk dergâhına misafir olarak çağırdın, lütuf ve ihsanlarına gark ettin; madem bende isteme hissini yarattın, öyleyse bağışlamayı seven, iyilik ve cömertlik membaı olan yüce Zât’ından ümmetimi istiyorum. Şanı yüce olan Rahmetinden bu bir avuç toprak olan ümmetimin cürmünden vazgeçmeni, onları bana bağışlamanı diliyorum. Ümmetim zaten bir katre hükmündedir; sen ise, âlemlerin Rabbisin, rahmetin bahrinin nihayeti mi var! Senin merhamet denizine baktım, bir katre hükmündeki ümmetimin merhamet denizine etkisi ne kadar olabilir ki! Ümmetime merhamet kıl, onları bağışla, yegâne istediğim budur.”
Cenab-ı Hakk, Efendimiz aleyihssalâtü vesselamın bu yakarışını karşılıksız bırakmıyor. Müjdeyi, Efe Hazretleri’nin şu beyitlerindeki ‘mana’ ile veriyor:
Kendi nûrumdan sen halk eyledim
“Üdnü minnî” izzetimle söyledim
Bu kadar nâzlı niyâzın ne kadar
Kerîm’e karşu münâcât bu kadar
Kerîm’in dergâhına varsa gedâ
Red eder mi tehî-dest anı Hudâ
Sen Habîbim hem misâfir olasın
Da’vetimle dergehime gelesin
Misâfire ihtirâm etmek gerek
Arzûsuyla yoluna gitmek gerek
Seni râzî eylerem emr eyledim
Sûre-i Duhâ’da evvel söyledim
Rahmeten li’l-âlemîn kıldım seni
Habîbiyete lâyık buldum seni
Yevm-i mahşerde Livâü’l-hamd ile
Ümmetin olsun beraberce bile
Bahr-i rahmet hâzini kıldım seni
Va’dime sâdık bulursun sen beni
Nazar-ı rahmet ile kıldım nazar
Ümmetine Habîbim çekme keder
Götür bizden selâmımı Habîbim
İki âlemde terdlilere tabîbim
Selâmım ümmeten versün beşâret
Göreler Cennet içinde kerâmet
Bu atmosfer fevkalade etkileyicidir: Hâlıkımızın, âdemiyete gönderdiği “selâm”, bir güneş gibi kıyamete kadar küre-yi arzı aydınlatacaktır. O mübarek selâma icabet edenler Aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin ümmeti olma şerefine ermiş olurlar ki, bunun yukarıdaki anlatımlardan çıkan sonucu şudur: Efendimiz’e Kıyamet Günü Livâü’l-hamd sancağı açma izni verilecektir. Ümmet-i Muhammed, mahşer günü, bu bayrağın altında toplanacaklardır. Ve Rabbimiz, verdiği söz gereği, ümmetini Efendimiz’e verecektir. Bu durum, müminlerin, azının çok edilmesi olarak görülebilir ki, bu, mahşerde çok şey demektir; eşsiz bir himaye ve büyük bir lütuftur.
Miraç’ın âdemiyete müjdesi ‘namazdır’; Efe’nin deyişi ile Cenab-ı Hakk’ın, namazı bir ‘armağan ve yâdiger’ olarak Efendimiz’e hediye vermesi ve namaz ibadetiyle müminlere günde beş kez Miraç imkânı sağlanması çok sırlı, çok iltifatlı bir ikram-ı ilâhîdir ki, namazı sıradanlaştırmayan hüşyar ruhlar, o lezzeti hiçbir şeye değiştirmezler.
Ben tevhîd seni tasdîk edenler
Yarın Firdevs-i a’la’ya gidenler
Gerek bir armağan bizden Habîbim
Götürsen bu ümmete tabîbim
Bu beş vakit namaz yâdiger olsun
Tarafımdan size bergüzer olsun
Namazda mü’minin mi’râcı vardır
Râki u sâcidin minhâcı vardır
Huzur-u İlahideyken gerçekleşen Cenab-ı Hakk ile Hz. Muhammed aleyihssalâtü vesselamın konuşmalarını ve selamlaşmalarını da içeren namazdaki ‘tahiyyat’ (Tahiyyât; Efendimiz hazretlerinin Miraç gecesinde Yüce Allah ile yaptığı selâmlaşmasıdır. O gece Peygamberimiz Allahü teâlâya selâmlarını şöyle arz etti: “Selamet, rahmet ve tüm güzellikler Allah içindir.” Yüce Allah şöyle karşılık verdi: “Ey Peygamber, Allah’ın rahmeti, bereketi ve selamı üzerine olsun.” Hz. Muhammed bunun üzerine şöyle dedi: “Selam olsun bize ve Allah’ın tüm iyi kullarına”) duaları, namazı, müminlerin miracı kılmıştır. Âdemiyet, namazla, yükseltilmiştir. “Allahu Ekber” diyip namaza başlayan (Huzur-u İlahide duran) her mümin, Hz. Muhammed’in -aleyihssalâtü vesselam- miracını yansılar. Hz. Muhammed’in -aleyihssalâtü vesselam- ‘miraçla’ açılan yolunun velayet mertebesinde ‘yakınlık halindeki’ müminlerin hallerinden olduğu malumdur. Hz. Muhammed’in şahsında, âdemiyet, her iki âlemi manalandırır. Miraç, aydınlanmış ruhlar için bu mananın şükrü olarak kabul edilebilir. Namazın müminlerin “gözü” olmasının hikmeti de bu olsa gerektir.
Bütün yeryüzü halkı Hz. Muhammed’in -aleyihssalâtü vesselam- ümmetidir; kimi hidayete ermiştir, kimi ermemiştir. (Güneş, nasıl ki, herkesindir; herkes nasıl ki Allah’ın kuludur, onlar farkında olsun olmasın, kabul etsinler veya etmesinler, Muhammed aleyhisselam da herkesin peygamberidir. Efendimiz hazretlerinin ‘rahmeten lil âlemîn olması, iman göğünün güneşi olması, âdemiyeti Ona zorunlu olarak ümmet kılar) Bu ilâhî müjdeyi, nefsimize, insanlığa, ilimle, sanatla, hepsinden önemlisi, yaşayarak duyurmak, hissettirmek, göstermek, ‘Müslümanların’ görevidir.
Evliya-yı kiram hazretleri, ışıklarını ve suretlerini Muhammedî aynadan alırlar. Efe Hazretleri’nin şiirinde dile getirdiği, Efendimize Hâlikımız tarafından yapılan tebşîrat/müjdeler, haktır, hakikattir. İman nurunu taşıyanlar, namaz armağanına sıkı sarılarak, bu müjdenin sahibi ve muhatabı olacaklardır.
Cenab-ı Hakk’ın âdemiyete olan selâmına, namaz armağanına, ‘Aleykümüsselâm Ya Rabbena!’ diyebilen bahtlılara ne mutlu. Bu müjde, âdemiyete, kıyamete kadar sürecek bir ‘hidayet’ çağrısıdır; sönmez bir nurdur. Kalbini, Muhammedî nura dönen herkes, Rabbimizin, Efendimiz hazretlerine olan yakınlığını ifade eden şu ayetin, “Fekâne kâbe kavseyni ev ednâ/ Onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar yahut daha az kaldı) şümulüne namaz yoluyla dâhil olduklarının farkında olarak yaşamayı başarır, inşallah.
İKİNCİ KONU: ALVARLI EFE’DE İLİM VE ALLAH KORKUSU
Bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a) “Marifetin başı Allah korkusudur!” diye buyurmuştur. Allahü Teâlâ’ya karşı ilmi ve sevgisi olanın Allahü Teâlâ’ya karşı edebi, hayâsı ve korkusu da olacaktır. Alvarlı Efe Hazretleri Hulâsâtü’l-Hakâyık adlı kitabında yer alan şiirlerinde “Havf-ı Hudâ / Allah korkusu” ve “ilm” sözcüğünü kullanırken şu hususlara dikkatimizi çekmiştir:
Doğar havf-ı Hudâ’dan ilm-i hikmet kalb-i âgâhe
Gönülde inziva eyler muhabbete tökünmekir (1. şiirden)
İslâm nazarında varlık baştan sona varlığın yaratıcısı olan Allahü Teâlâ’nın ilmidir. Varlık esma-ı ilâhînin bir tecelligâhıdır. İlm sözcüğü İslâm yürütücülüğünde çeşitli sıfatlar almıştır: ilm-i esma, ilm-i edep, ilm-i ezel, ilm-i esrar, ilm-i hikmet, ilm-i avarif, ilm-i Kur’an, ilm-i vehbi, ilm-i Rabbani, ilm-i kemal, ilm-i sevda, ilm-i ledün, ilm-i muamma, ilm-i aref, ilm-i tevhid, ilm-i irfan, vb. Bu ifadelerin her birini Alvarlı Efe şiirlerinde kullanmıştır.
İlim, Allah ve O’nun yarattıkları hakkındaki bilgi demektir. Yukarıdaki sıfatlandırmalardan da anlaşıldığı üzere İslâm dinînde ilim kavramı önce kişinin kendini bilmesi sonra da Yaratanı tanıması anlamı taşımaktadır. Yaratıcıyı tanımak akılla olduğu kadar kalple (sezgi) ile de ilgilidir. İslâm da sezgi, ilham ve vahiy de bilgi kaynağıdır. Allah’ın kullar arasından seçip görevlendirdiği Peygamberler, Cebrail (as) ile muhatap olduklarından, birçok manevî ve dünyevi konuyu ondan öğrenmişlerdir.
Kişinin yukarıdaki ilim şubelerindeki faaliyetiyle Allahü Teâlâ’ya dair bilgisi arttıkça, saygısı ve sevgisi de artacaktır; bu hâl aynı zamanda bir korkudur. İlmi ve irfanı olmayanın Allaha karşı sevgisi ve saygısı da olmayacaktır; bu hâl de aynı zamanda bir çeşit korkusuzluktur.
Demek oluyor ki, mevcut okuryazarlık anlayışımız ve aldığımız diplomalar, eğer Yaratıcıya karşı bizde bir farkındalık oluşturamamışsa biz gerçekte cahil insanlarız. Sadece fizik, kimya vb. dersleri okumakla kişi kendisi, varlık ve Yaratıcı hakkında öğrenmiş olamaz. Allah’ın isim ve sıfatlarını gösterir bir kitapçık olarak varlık, başlı başına ilm-i irfan, ilm-i kemal, ilm-i tevhid, ilm-i Kur’an gibi ilim dallarının izahıyla da okunmaya açıktır.
Örneğin bulutların nasıl oluştuğu ve bulutlardan yağışın nasıl gerçekleştiğiyle ilgili öğrenilen bilgiler, bulutla ilgili bilginin sadece bir mahiyetidir. Yukarıda saydığımız ilim dallarının her birinin bulutlarla ilgili özel bilgisi de vardır. İşte bu şekilde, ilm-i hikmetle kâinata nazar edenler gerçek manada Rablerini tanıyabilir ve Ona gerektiği gibi kulluk yapabilirler. Rabb’e karşı saygı ve sevgi de bu bilincin bir meyvesidir.
Lutf ile kahrı bilmeyen
Havf-i Hudâ’ya gelmeyen
Emr-i Kur’an’da olmayan
Divâneden beter azar (154. şiirden)
Eşya üzerinden (varlık kitabından) Allah’ın lütfunu ve kahrını görüp anlayamayanlar, Allah korkusunu da yüreklerinde hissedemeyeceklerdir. Kuranî açıklamalar ve emirler doğrultusunda bir hayat yaşayamayan kişi nefsiyle baş başa kalmış kişi demektir ki, insanın en zavallı durumu işte bu halidir. Bu mertebede insanın derdi davası dünyalık yığmaktır. Korkusu, yığdığı dünyalıklar ve yığmak istediklerine dairdir. “Benim!” dediği şeyler, onu bir nevi deli divane kılmıştır; fakat o çok akıllı biri olduğunu düşünmektedir. Oysa gönlü ve aklı Kur’ân-i ilme kapalı kişi, Allah’ın emrinden ve nehyinden uzak bir hayatın azgınıdır; onun parası pulu, makamı mevkii her ne olursa olsun, o gerçekte tam bir müflistir.
Derununda daim hubb-i Rahmani
Gözünde gönlünde havf-ı Rabbâni
Lutfî olsun böyle kulun kurbanı
Ehl-i tevhîd olan câne cân kurban (394. şiirden)
Bu hayat mektebinde Kur’ân ilmini öğrenip nefislerini ve kâinat kitabını okumayı başaranların, akıl, ilim, hikmet sahibi kimseler olarak, Hakk’a karşı irfanları artmış olacağından gönüllerinde Rahman’ın sevgisi ve korkusu yerleşmiştir. Beş duyuları ve gönülleri Allah’ın isim ve sıfatlarını eşyada görüp okuduğundan, varlığı tevhid etmiş, çokluktaki (kesret) tekliği görmüş ve bu bakış açısıyla elde ettikleri yakınlık, Allah sevgisi ve korkusu olarak, yağmur bulutlarının göğü istilâ ettiği gibi, onları istilâ etmiştir. Varlık aynasında her an bir ırmak gibi akan esma-i ilâhî tecellileri karşısında hayran, şaşkın, ürperti dolu yürekleriyle Rablerine kulluk edenlere Efe Hazretleri de hayranlık duymakta ve kendi canını bu tür insanlara kurban edebileceğini ifade etmektedir ki, bu ifadesi, bilinçli kulluğun kıymetini ve derecesini bize gösterir.
Havf-ı Hudâ’yı kâr eden
Gönlünde hikmet var eden
Aşkı özünde yâr eden
Ağlar gözü gülmez yüzü (626. şiirden)
Şer-i Şerif yolunda havf-i Hudâ dilinde
Ehlullahâhın hâlinde Allah hâlin sormaz mı (638. şiirden)
Bahîller severler mâl-i dünyayı
Unutmuşlar zât-ı pâk-i Mevlâ’yı
Atmışlar dünyaya mey-i sevdayı
Hatırlarında yok havf-i Rabbâni (720. şiirden)
Kalpleri, dilleri, gözleri, mideleri, elleri, ayakları, kulakları Allah’ın emir ve yasaklarına göre hareket eden kişi hidayet üzeredir. Allah korkusunu asıl kazanç bilen kişi, bir münevverdir, irfan sahibi bir aydındır, hidayet üzere hayat süren bir mümindir, insanları akıl ve gönül ilimleriyle irşat eden bir İslâm âlimi yahut mutasavvıfıdır. Kendi varlığında ve kâinat kitabında gördükleri, okudukları ve anladıkları, bu zâtların aklını, fikrini kalbini aydınlattığından, onlar diğer insanlar gibi, nefsi bir hayat yaşayamazlar artık. Kur’ân onların aydınlanma ve yaşama kılavuzudur, Kur’ân’dan aklen ve fiilen uzaklaşmak, onlar için nefsin cehalet çukuruna yuvarlanmaktır ve en büyük korkuları budur.
Cimrilik, Allahü Teâlâ’nın malını mülkünü kişinin kendisine ait sanmasıdır ki, nefs mertebesindeki kişinin trajikomik bir durumdur. Tapu denilen bir kayıtla edinîlmiş mülkiyet ve ona tutunmak derin bir aldanmadır. Allah’a ait olanı kimse sahiplenemez. Bizzat insanın kendisi de diğer varlıklar gibi sadece bir mülktür. Allah’ın şuurlu bir varlığı olarak, mülk olan insanın mülk edinmesi, dünya nimetleri için öğrendiği bilgi ve kurnazlık, gerçekte onun en karanlık halidir ki, malı mülkü görmekte, malın mülkün gerçek sahibini görmemektedir; malı mülkü sevmekte, malın mülkün gerçek sahibini sevmemektedir; malı mülkü hatırından çıkarmamakta, malın mülkün sahibini ise hatırana getirmemektedir. Meyilleri, sevdaları ve korkuları dünya olanlar kör cahillerin ta kendileridir. Malıyla zekât ve sadaka vermeyen, hayır işlerine koşmayan kişi malının kölesidir.
Kişinin vicdanında ilim ve irfan ile teşekkül etmiş bir Allah korkusu, kişinin dünyada gerçek bir eğitim yapmış olduğunun kanıtıdır. Eğer İslâm dünyası kişisi, Batılı insan gibi, bedenini ve ruhunu dünyaya satmışsa, o da Batılı insan gibi, nefisini ve kâinat kitabını okuyamamış, sınıfta kalmış demektir.
Rabbimiz Kur’ân’da bizi şu şekilde uyarmaktadır: “Allah’tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.” (Al-i İmran 200); “Ancak âlimler Allah’tan korkarlar.” (Fatır 28); “En şerefliniz, Allah’tan en çok korkanınızdır.” (Hucurat 13) Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a) ise şöyle buyurdu: “En akıllınız, Allah’tan en çok korkanınızdır.”
ÜÇÜNCÜ KONU: ALVARLI EFE’DE ALLAH VE HZ. MUHAMMED SEVGİSİ
Hulâsâtü’l-Hakâyık’ta sevgi anlamında zikredilen “Hub” sözcüğü birçok şiirin yapısında yer almıştır. Hub; sevgi, muhabbet, bağlılık, dostluk demektir. İnsanın fıtri duygularından biridir sevgi. Sevgi hissi olmasa insan varoluşunu gerçekleştiremezdi. Her şahısın ötekiyle olan ilişkisi –içine her ne kadar menfaat duygusu karışsa da- aslında bir sevgi ilişkisidir. İnsanın beş duyusu dış dünyaya âşıktır; göz, kulak, burun, dil, temas hissi illâ bir şeyleri sever; bakmak, işitmek, tatmak, koklamak, dokunmak ister. Kimi denize hayrandır, kimi dağa, kimi çiçek sever kimi böcek, kimi elmaya bayılır kimi sirkeye!
Dünya fanidir ve fani olana duyulan sevgi, dünyaya gösterilen bağlılık, sonuçta kaçınılmaz olarak bir hayal kırıklığı getirecektir. O halde insan, fani olandan bakışını ve gönlünü kurtarıp sevgisini baki olan Allahü Teâlâ’ya yöneltmelidir. Bu fani âlemde gerçek manada Baki olan Allah’ı sevmelidir.
Bir gönülde iki sevgi olur mu? Bir insan hem dünyayı hem de Mevlâ’yı sevemez mi? Türk atasözüdür ‘çatal kazık yere girmezmiş!’ Kişi hem dünyayı hem de Mevlâ’yı sevdiğini söyleyebilir; fakat bu, kişinin hayat pratiklerine bakıldığında, kantarın topuzunun dünyadan yana kaydığı görülen bir sevgi olacaktır.
Alvarlı Hâce Muhammed Lutfî Hazretleri, Hulâsâtü’l-Hakâyık’ında riyakâr sevgilerden söz etmez. O, sevginin öznesi olarak Allah, Hz. Muhammed (s.a), Dört Halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali, Ashab-ı Kiram, Allah’a yakınlık kazanmış kulları vb. şeklinde sıralar ki, bu sevgiler özü itibariyle tek bir sevgidir.
Bir şeyi gerçek manada sevmeden ona karşı samimi bir tutum ve davranış ortaya konulamaz. Bir yaratıcı olduğunu bilmek, Onun son peygamberinin ismini ezberlemek, insanın duygu, düşünce, tutum ve davranışlarında bir düzelmeye yetmeyecektir. Nasıl alkol alan bir kimsede alkolün etkisi sarhoşluk şeklinde ortaya çıkıyorsa, Allah ve Hz. Muhammed (s.a) sevgisi de, kişinin amelinde ve hayatında bir değişim meydana getirmelidir. İmanı, bir aşk-ı ilâhi sarhoşluğu içinde yaşamak, tasavvufî neşenin de esası olmaktadır.
Devlet-i dâreyn ancak hubb-i Mevlâ’dır bize
Kim olur dest-gîrimiz Âferin’den mâadâ (1. Şiirden)
Devlet; bugünkü karşılıklarıyla söylersek, mal-mülk sahibi olmak, makam-mevkie kavuşmak; bakan, başbakan, cumhurbaşkanı olmak; insanlara, dünyaya hükmetmek vb. başarılara sahip olmak değildir; devlet, kişinin kalbini dünyaya kapatıp dünyanın sahibi olan Allah’a açmasıdır. Kalbini Mevlâ’sına tahsis eden kişi hem bu dünyada hem de ahrette gerçek başarıyı elde etmiş, ebedi bir nimete kavuşmuş olacaktır. Gönülde Mevlâ’nın sevgisi olmadan kişinin derin tutkularla bağlandığı dış başarılarının bir kıymeti olmayacaktır.
İnsanın bu dünyadaki vazifesi ‘marifetullahı’ tahsil etmektir; kişi, kendini ve kâinatı yaratan Rabbiyle ilgili ne kadar bilgi edinîr ve bu bilgileri hakkıyla içselleştirirse, elde ettiği bu marifet ve irfan, kişinin gerçek değerini ortaya koyacaktır. Allah sevgisi, Allah korkusu, Allah saygısı marifet ve irfan halinin meyveleridir. Allah sevgisiyle dolu kalbin ziyası batmayan bir güneş gibi, nefsin karanlıklarından kişiyi uzak tutmaya yetecektir.
“Eğer doğsa dile hubb-i Muhammed
O kalbi gark eder envâr-ı Ahmed” (s.63)
Modern insanın kalbi dünya ile meşguldür; dünyanın fıtratı ise değişmek, bozulmak üzere harekettir. Haliyle dünyaya meyletmiş her gönül, umut, umutsuzluk, hayal kırıklığı, hatıra, üzüntü, sevinç, keder, elem, yalnızlık, değersizlik vb. duygularla karışmış, dalgalı bir deniz gibi çalkalanıp duracaktır.
Dünyanın fıtratından gönlü kurtarıp Allah ve Hz. Muhammed’in (s.a) sevgisine tahsis edildiğinde ise, insan yepyeni bir dünyaya sahip olabilecektir. Bu sevgi dünyasında ne elem vardır, ne de yalnızlık; kişi hangi yaşta olursa olsun, karşılaşacağı durum, hastalık, sağlık, varlık, darlık vb. dünyevî hallerden de artık müteessir olmayacaktır. Allah ve Onun Resulüne duyduğu sevgi ve güven, kişiye imtihan dünyasının her haline katlanma gücü verecektir.
Gece vakti arazide fener yahut arazı araçlarının gür ışığıyla av hayvanlarını yakalarlar. Aniden ışığa muhatap olan hayvan çakılıp kalır. Işık adeta hayvanı kör etmiştir; çevresini artık fark edemez ve böylece avcının avı olur. İşte bunun gibi, Hz. Muhammed’in (s.a) sevgisi de, gönle yerleşince, kişinin kalbi Ahmedî nurla dolar; kalp artık başka şeyle meşgul olamaz. O, daha dünyadayken, ebedî saadeti ve manevî lezzeti hissedip yaşamaya başlamıştır.
Mihr-i hüdâdan feyz alan nûr-i hidâyet perveri
Cânân iline cân atar dilden gider hubb-i sivâ (13. şiirden)
Hubb-i sivâ dünya sevgisi demektir. Kişide nefs-i emmare mertebesidir. Hidayet nuruyla aydınlanmak isteyen kişi hidayet güneşi olan Allah ve Onun elçisi Hz. Muhammed (s.a) feyz almak zorundadır. Bu işin mektebiyse Kur’ân’dır. Kuranın hidayet nurlarıyla gönlünde ilahî güneş doğan kişi manevî âlemi hissetmeye ve fâni dünyadan soğumaya başlar, istediği, gönlünün biran önce kavuşmak için can attığı canının geldiği vatan-ı aslısı olan Cânân ilidir; ahrettir.
Kenz-i mahfî etsün zuhur
Hubbunla dil bulsun huzur
Mahv olunsun her bir kusur
N’olur yâ Rab n’olur yâ Rab
Neyin noksan olur yâ Rab (42. şiirden)
Kenz-i mahfi; ilahî sırlar demektir. “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi diledim ve varlığı yarattım” hadisi meşhurdur. Gizli bir hazine olan Rabbimiz esma-i ilâhîsiyle varlıkta ayan olmuştur. Rabbimizin her bir ismi külli bir ilimdir ki nihayetini ve mahiyetini bi hakkın Zât’ı bilir; lâkin insanların da tefekkür ve keşf-i manevî ile bu ilimden payları vardır. Esmanın esrarına vakıf oldukça kalpte hayranlık coşar, Hakk’a duyulan sevgi sarhoşluğu insanı her yandan sarar; gönül de huzur hali peydahlanır; nefs-i emmare seviyesindeki ilgi, alaka kişiye artık hoş gelmez; çünkü kişi, Allahü Teâlâ’nın feyzine muhataptır, ilâhî cömertlik hazinelerinin kapısı ona açılmıştır, irfan mertebesinden nefsine, Rabbine ve âleme bakar.
Gönüldür taht-gâh-ı hubbi Mevlâ
Gönüldür mihr-i irfân-ı muhabbet (64. Şiirden)
Hadisi kudside, Rabbimiz, insanın kalp âlemini şu mübarek ifadeyle açıklamıştır: “Ben yere göğe sığmadım mümin kulumun kalbine sığdım.”
İnsanın fizik varlığı dış dünyayı (fizik âlem) yansıtır ve temsil eder; insanın ruhî yapısı ise manevî/gaybî âlemi simgeler.
İnsanın maddi ve manevî (ruhî) mahiyeti Allahü Teâlâ’nın isim ve sıfatlarını topluca gösteren büyük bir manadır. İnsan ruhunun bir adı olan kalb-i insan, isim ve sıfat hazinesinin adıdır.
İnsanın fizik varlığı belki küçüktür; fakat ruhsal mahiyetiyle insandan daha büyük bir mana yoktur. “Nefsini bilen Rabbini bilir!” hadisi bize gösteriyor ki, insan zahiri ve batini mahiyetini bildiğinde, kendinde her an tecelli eden esma-i hüsna ve sıfat-ı kudsiyeye muttali olabilecektir.
Peki, nefsini bilmenin yolu yöntemi nedir?
Efe Hazretleri kısa ve özlü bir şekilde “ilâhî muhabbeti” işaret etmektedir. Allah’a ulaşmak isteyenin üzerinde yürüyeceği yol, nefs-i emmare yolu değil, muhabbet-i ilâhî yoludur.
Gönül sırlarının keşfi ancak Allah’ın sevgisiyle mümkün alabilecektir. Efe Hazretleri muhabbete o derece önem vermiştir ki, alıntı yaptığımız 64. şiirin son mısraında, “Muhammed Lutfî’ye yâ Rab kerem kıl/ Ola yâ Rab kurban-ı muhabbet” diyerek, Allah sevgisinin değerini ve önemini açık etmiştir.
Allah’ı bi hakkın anlamak ve anlatmak için kişinin kalbinde ilâhî sevgi güneşi doğmalıdır. Akılla, tefekkürle de insan kendine ve Rabbine dair elbette pek çok şey bilmiştir; lâkin kalp hazinesine girip kalp sırlarına vakıf olmadan beş duyuyla elde edilen aklî ve tefekkürî bilgi sathi bir bilgi olacaktır. Kişinin aklı ve tefekkür kabiliyeti ne derece büyük olursa olsun, kabuğunu kırıp içine girmeden, cevizi tanıyamayacaktır!
Sehâvet ile Hakk’ın hemân hubbine vâsıl
Elbette eder rif’at-i bâlâ-yı sehâvet
Efe Hazretleri, “sahavet” kavramını ele aldığı 72. şiirinde de kişide fiilen gözüken sahavet sıfatının Allah’ın sevgisine mazhar yahut layık olmanın bir vesilesi olduğunu bize göstermektedir.
Sahavet; cömertlik, el açıklığı, muhtaç olanlara çok ihsan etmek manasına gelmektedir. Efe Hazretleri, şiirinde, sahaveti ve onun değerini, güneş gibi göz kamaştıran bir inciye, bir pırlantaya da benzetmiştir.
Sahavetlik/cömertlik Kerim isminin bir mazharıdır ki, kimde gözükürse, o bahtiyar bir kimsedir; çünkü Allah cömertleri sevmektedir.
“Allah yolunda harcayın…” (Bakara 195) “Allah’ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki cömertliği kuvvetlendirmek için mallarını hayra sarf edenlerin durumu, bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağmış da iki kat ürün vermiştir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisinti düşer (de yine ürün verir). Allah, yaptıklarınızı görmektedir.” (Bakara 265) “O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân 134) “…Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.” (Maide 13) gibi ayetler sahavetin Allah indindeki mahiyetini bize göstermektedir.
Allahü Teâlâ’nın sevgisini ve rızasını talep eden kişi aynı zamanda cömert bir insan olmaya mecburdur. Cimri bir kulun Rabbini sevdiğini söylemesi hakikatsizlik olacaktır. Demek cimrilik, kalp âlemini perdeleyen kötü huylardan biridir.
Sırr-ı tevhîd ehlu’llaha sürûrdur
Bu kerâmet hubb-i Sübhân iledir (82. Şiirden)
Sırr-ı tevhîd; tevhid sırrı demektir. Tevhid ise, varlıktaki çokluğu birlik olarak görmek ve varlığı Allah’a rücu ettirmektir. Lâkin Allah’ın Zât’ını, aklen ve zihnen düşünülen ve tasavvur edilen her şeyden tenzih etmek gerekir. Veli kullar, aşk-ı ilahîyle gönle girince, tevhid sırlarına da sahip olmaktadırlar. Bunun verdiği sevinç karşısında dünya ve içindekiler bir hiç derecesine inmektedir. Allah sevgisi velilerde gözüken keramet gibi hallerin de bir neticesidir denilebilir.
Âlemi var eyleyen Mevlâ’ya verdim gönlümü
Dest-girim her dü-âlem hubb-i Rahmân dildedir.
…
Mazhar-ı ism-i Kerim’dir ervâh-ı ehl-i imân
Hubb-i Mevlâ hamilidir kenz-i ihsân dildedir (88. Şiirden)
Tevhid sırlarını yayan irfan güneşi insanın gönlündedir. Kişinin nefs-i emareye (masiva) olan meylinin kesen gönüldeki iman nurlarıdır. Eğer insan gönlünü masivaya değil de âlemi var eyleyen Mevlâ’ya verirse kişinin iki âlemde elinden tutanı Allah olacaktır.
Gönül; ta ezelden “men arefe nefsehu?.. / kim nefsini bildi?..” sorusuna cevap veren dershanesidir; insanın ve Tanrı’nın sırrı gönüldedir. Aşk-ı ilâhî ile gönül mektebine talebe olanları Rahman orada okutur; men aref bahsi sevgi okulu olan gönül öğrencilerinin okuyup anlayabileceği bir derstir.
İman ehlinin ruhları Rabbimizin Kerim isminin mazharıdır. Bu ruhlar, Mevlâ sevgisinin taşıyıcılarıdır ki, ihsan-i Rabbani bu insanların gönüllerine konulmuştur. Allah sevgisiyle dolu mümin gönülleri tecelli nurlarının menzilleri ve Hakk’ın nazargehidir. Allah’ın baktığı gönle bakan kişi gönlünün Rabbinin her emir ve fermanına bin başı olsa binini çekinmeden verecektir.
Muhammed Lutfî’nin yerdedir yüzi
Ümîdi Allah’dır dergâhde gözi
Hubb-i Hudâ salmış derûne sızı
Hudâ elbet sever niyâz u nâzı
Giderim cennete iki bir yokdur
Hüsn-i zannım Hâlik’ıma pek çoktur (93. Şiir)
“Soğuk pek şiddetli, öyle üşüdüm ki ta ciğerim dondu, soğuk kemiklerime işledi” yakınmalarını biliriz. İşte ilâhî sevgi de kişinin zahirini ve batınını, yağmur bulutlarının göğü sardığı gibi, sardığında kişi derununu aşk sızısıyla inler bulacaktır. Kulun naz ve niyaz şeklinde tecelli edecek sızlanmalarından Hudâ hoşnut kalacak, kendisini seven kuluna lütuf ve inayetler ikram edecektir.
Ehl-i dünya bilmez ağ u karayı
Dâr-ı bekâ bilür dâr-ı fenâyı
Gönlünde görmemiş hubb-i Mevlâ’yı
Bir kapıdan gelir birinden gider (126. Şiir)
Mevlâ’yı bilmeden ve Onu sevmeden yaşanan hayat, hayat nimetini heba etmektir. Kaba bir temsil olacak ama affınızı istirham ile ifade etmek istiyorum: Bir öküz düşünün; ahırından çıkar, kırlara gider ve akşam ahırına döner. Öküz, ne kendinin ne de kırların farkında değildir. Pragmatizmin kucağındaki pozitivizmle kafası yıkanmış modern toplum bireyleri arasında ahreti yok sayıp bu dünyayı bakı sanan insan suretinde ve fakat öküz tıynetinde yaşayan insan hiç de az değildir. İmandan Kur’ân’dan habersiz yahut imana Kur’ân’a kayıtsız kalanlar, nefs-i emarenin kulu kölesi olarak, bu hayatı tamamlar ve ahrette de gidecekleri ahıra yerleştirilirler.
Ashâb-ı tevhîde nûr-i tecellâ
Erişdi oldular nûr-i mücellâ
Sırr-ı tevhîd kalbe verince cilâ
Hubb-i Mevlâ nûr-feşânı gösterir (132. Şiirden)
Hubb-i Mevlâ/ Allah sevgisi ile gönül hayatına erişen Müslümanlar “ashâb-ı tevhîd” kimselerdir; onlar “sırr-ı tevhid” ile meşgul olarak, Allahü Teâlâ’nın gönle inzal eden tecelli nurlarına muhatap olurlar; böylece tecelli nurları her geçen gün gönüllerde daha da ziyadeleşir; nurların parıltılarına gark olurlar.
Gayretin cem eyle cânâ râh-i Hakk’a dön bugün
Hubb-i Mevlâ ile ülfet eyle ki servet yeter (140. Şiirden)
Nefs-i emmare dünyayı sever, aklı, fikri, gözü, kulağı hep dünyadadır; fakat fani dünyanın cazibesine kapılmamalıdır. Hakk yoluna, sırat-ı müstakime yönelmelidir. Bunun için de Mevlâ sevgisi gerektir ki kişi istikametini koruyabilsin. Bütün dünya bir tek insanın olsa, değil mi ki sonu ölümdür, öyle ise bütün dünya bir hiç hükmündedir. Fakat Allah sevgisi böyle değildir; Allah bakidir; Onu seveni sever ve cennetiyle kulunu baki kılar ki, işte devlet, işte servet budur.
Ülfet bir şeye alışmak demektir. Kişinin sevgi bağıyla Rabbine olan ülfeti öyle pahalı bir ilişkidir ki, kul, hatta her iki âlem ona armağan edilse, o yine Rabbini ister.
Gönül bezm-i elestden taht-gâh-ı hubb-i Mevlâ’dır
Tecelli-hânesinde feyz-i Mevlâ’sın nihân eyler (188. Şiirden)
Rabbimiz ezelde insan ruhlarını yarattığında, “Ben Rabbiniz değil miyim?” şeklindeki soruya ruhların, “Evet Sen Rabbimizsin” diye söz vermelerine “Elest meclisi” veya “Bezm-i elest” denilmiştir.
Bu çok sırlı bir anlatımdır: İnsan ruhunun eşsiz mahiyeti ve insan ruhundaki kalp/gönül denilen manevî âlemin şümulü bu soru ve cevabın zamirleri arasında gözükmektedir. İşte bu gönül ta ezelden Mevlâ Teâlâ’nın sevgisinin taht’ıdır. Allah insan gönlüne tecelli eyler; feyiz nurları gönül âleminde Müminlere âyan beyan olunur.
Taht-gâh-ı hubb-i Mevlâ olan gönlün mümini olabilmek için şer-i şerife ve Muhammed (s.a)’in sünnetine uyup Rıza-yı Bâr’yi kazanmalıdır. Allah’ı seven Onun şeriatını da sever ve şeriata muhabbetle uyar. Şeriata uymayanların kalp âleminden, kalbe inen feyiz nurlarından ve kalpte açılan hikmetlerinden nasibi yoktur.
Taht-gâh-ı hubb-i Mevlâ olan gönle aşk-ı ilâhî ile girilir; âşıkla maşuk arasında olup bitenler, aşk sırları, hep gönül âleminde ayan-beyan olur ve yaşanır.
Taht-gâh-ı hubb-i Mevlâ olan gönül öyle bir âlemdir ki, “Cenâb-ı hazret-i Bârî yere göğe sığmaz iken / derûn-i dil-i dindârda mekânsız bir mekân eyler.” (188. Şiirden)
Men aref bâdesini neşreyleyen dilden dile
Sâkî-i kevser-i mana hubb-i Rahman andadır (215. Şiirden)
“Men aref…” hadisine daha önce de değinmiştik. Bu hadisin önümüze koyduğu ufuk nihayetsizliğimizin ufkudur; hilkatimiz sonradandır, fakat bekâmız vardır, elhamdülillah. Bütün âlemlerin öznesi insandır ve insan gönlü Taht-gâh-ı hubb-i Mevlâ’dır.
Kişinin Rabbini bilmesi için önce kendi maddî ve manevî varlığını bilmesi gerekmektedir. İnsanın bu dünyada bulunmasının öncelikle bir sebebi budur.
“Bu işleri aklım almıyor!”; “Felsefe ile uğraşamam!”; “Bir hayatım var; yer içer, günümü gün eder, sonra da ölür giderim!” anlayışları sığ düşüncenin neticesidir.
İnsan, kendini ve Rabbini bilecek bir donama sahip olarak yaratılmıştır. Allah’ın kulu yaratmadaki gayesi kulun yaşama gayesi olmalıdır. Şeriatı ve tarikatı olan gerçek mürşitlere talebe olanlar “Men arefe nefsehû, fekad arefe Rabbehu /Kim kendini bilir, Rabbini bilir!” mektebinden mezun olabilirler. Yüz binlerce mümin bu mektebin talebesi olmuş ve men aref sırrına ermiştir.
Gönül âleminde kevser, Kuranî ve Muhammedî sırların remzidir. Gönülleri Rahmanın sevgisiyle dolu, mana kevserinin sakileri/öğreticileri durumundaki mürşitler, ‘insan ve Rab’ bilgilerini, tarih boyunca, gönülden gönüle taliplerine aktarmışlardır.
Nûr-i îmân hubb-i Rahman’dan tefeyyüz eylemiş
Dîde-i bâtın eder seyrân nigâhe söylemez (273. Şiirden)
İman nuru Rahman’ın sevgisinden beslenir; o sevgiden feyiz almış müslümanın kalp gözü açılmıştır, zahiri ve batını kalp gözüyle görür ve bilir. Demek insanda iki görme hissi vardır. Birisi, zahiri göz, diğeri de batını gözdür. Her iki gözün de görmesi vardır. Baş gözü dünyayı görür, ötesini göremez. Fakat ötesi vardır, batını da işte bu batın gözü görür ki, bu nimet yine Allahü Teâlâ’ya duyulan derin sevginin bir sonucu olarak elde edilir.
Hubb-i Mevlâ bulmak ister seyr-i Leylâ’dan garaz
Hûş-mendân olmak ister Kays-ı şeydâdan garaz (304. Şiirden)
Leylâ imajı dünyayı simgeler; Kays ise dünyaya âşık insan. Fakat akıllı kimse için bu geçerli değildir. Kays, dünyanın (Leyla), tabir caizse ne mal olduğunu anlayınca, gaflet uykusundan uyanıp yüzünü Baki sevgiliye, Hakk’a dönüp gönlünü Yüce Yaradan’ına açabilirse; mecazî aşktan kurtulup gerçek aşka ulaşır. Mecazî aşklardan gönlü kurtarmadan bu âlemden gidenler yalana ve hayale yenilmiş olurlar.
Efe Hazretleri nesneleri ve varlıkları maksat ve manalarıyla birlikte görmeye çalışır ki, murad-ı ilâhînin de bu olması gerektir. Söz konusu şiirinin diğer bazı beyitlerinde bu manayı çeşitli temalarla iyice temellendirir:
Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesinden maksat, Allah’ın kudretini göstermektir. Çünkü ölüleri dirilten Hz. İsa değildir. Gönül gülistanına girmiş arif kişi için kırmızı gül ve kokusu ona Hakk’a hatırlatmak içindir. Güzel bir yüzden maksat, kulu Hakk’ın baki güzelliğine yöneltmektir. Denizin dalgalarından maksat, kişiye tevhidi öğretmek ve göstermektir; deniz tektir, fakat dalgalar sonsuzdur. (Kesret-vahdet) Okuyup yazmaktan, irfan sahibi olmaktan gaye, kişinin gönül âlemine erişip kâmil insan olmasıdır. Allah’ın emir ve yasaklarından maksat ebedi bir hayatın varlığını kişiye göstermesidir. (Dünya; din içindir!)…
Kitâb-ı Mevlâ’dan eller üzüldü
Tarîk-ı dalâle İslâm düzüldü
Kal’a-i dîn i’tikadlar bozuldu
Kimde kaldı hubb-i Rahmân’e bir bak (308. Şiirden)
Efe Hazretleri, çeşitli badireler atlatan Osmanlı Müslümanlarının Cumhuriyetle birlikte büyük bir inkılap geçirmeleri ve bu süreçte dinî hayatın zayıflaması karşısında duyduğu endişeleri de şiirlerine aksettirmiştir. İçinde değişimin dinî bakımdan seyrini tespit ve ileriye dönük öngörülerini de içerdiğinden, Efe’nin bu şiirinin tamamını sayfamıza almak istiyoruz:
Rahmet-i Rahmânı dilerler ammâ
Emr-i Hakka karşı isyâna bir bak.
Bugünkü bu demde gülerler amma
Kur`ân`ın verdiği fermâna bir bak.
Kur’ân’a inandık mü’miniz derler
Helâlden datlıca harâmı yerler
Bütün dünya-perest civânlar pirler
Nerde var İslâm imâne bir bak
Şeyâtîn ellere vermiş berâtı
Gaflet çekmiş altlarına kıratı
Güler oynar sanki geçmiş sırâtı
Fısku fesâd ile devrâne bir bak.
Ahmed-i Muhtâr’e ümmetiz derler
Şâyeste-i bahr-ı rahmetiz derler
Biz islâmız âlî himmetiz derler
Meydanda mahvolan erkâne bir bak
Zarf-ı îmân edep hayâ kandedir
Nûr-i Kur’ân kalpte ziyâ kandedir
İlme eman ahde vefâ kandedir
De gidiştir emr-i Kur’an’a bir bak
Ebû Bekir Muhammed’in yârıdır
Ömer Faruk kuvvet-i dindârıdır
Osman Ali mü’minler dildârıdır
Kimlerdeniz bugün zemâne bir bak
Herkes imâmına ıktidâ eyler
Gece gündüz sevdiceğini söyler
Kerîh gördüğünü bir âdem n’eyler
Nelerdir mu’teber ezhâne bir bak
Kitâb-ı Mevlâ’dan eller üzüldü
Tarîk-ı dalâle İslâm düzüldü
Kal’a-i dîn i’tikadlar bozuldu
Kimde kaldı hubb-i Rahmân’e bir bak
Sûretimiz sîretimize dâldir
Hâlimizi beyân eyleyen kâldir
İbretle nazar et bugün ne hâldir
Ref olmuş dillerden irfâne bir bak
Muhammed ümmeti böyle olursa
Kitâbsız sünnetsiz hâlden kalırsa
Nefs-i hevâsıyla bir yol bulursa
Herbir şeye kadir Sultân’e bir bak
Nefs-i emmârenin emri duyuldu
Seve seve şeyâtîne uyuldu
Emr-i şer’-i şerîf dilden soyuldu
Seâdetsiz pîr ü civâna bir bak.
Mihr-i seâdeti aldılar elden
Seherde ayrıldı bülbüller gülden
Bıraktılar bahş-ı Kur’ân’ı dilden
Derûnu kapkara pîrâne bir bak
Sırr-ı selâmeti kaldırdı baştan
Sürmeli ceylanı bırakdı taşdan
Aldı alacağın kurudan yaşdan
Kedilere mağlûb şîrâne bir bak
Erenler eridi yağ gibi gitti
Arslanların meydân zemânı bitdi
İnsan sıfatında olanlar yitdi
Hayvandan bin beter butlâne bir bak
Bülend-âvâz ile şeytân bağırır
Bölük bölük islâmları çağırır
Gayret eder şekavete kığırır
Binlerce bin ehl-i tuğyâne bir bak
Va’llâhi bi’llâhi bu bize kalmaz
Yer göğün kıyâmı kitapsız olmaz
Allah bir kahreder misli bulunmaz
Âlemlere dolmuş ısyâne bir bak
Muhâlefet kemâline erişdi
Herkes sevdiğini buldu görüşdü
Halletdi müşkilin sordu soruşdu
Hudâ izhâr eder buhrâne bir bak
Âlemleri halkeyleyen bir Allah
Âkıbet intikam edecek va’llah
Lutfî söyle bu dem hasbeten-li’llah
Dünyada kopacak buhrâna bir bak.
Gönlünden nefy etmiş şugl-i sivâyı
Cân içre cân etmiş hubb-i Mevlâ’yı
Âyîne eylemiş rûy-i Leylâ’yı
Mecnûn olmuş Leylâ’sına efendim (359. Şiirden)
Şugl-i sivâ; dünya ve onunla olan meşguliyettir. Dünya nimetleri ve imkânları masivadır. Dünya nimetlerinin sevgisinin kalpte olması Müslümana yakışmaz. Mevlâ’sına gönül vermiş kişinin başardığı en önemli iş gönlünden işte bu masiva sevgisini çıkarmak olmuştur. Mevlâ’nın sevgisi o kişinin derdi ve hatta dert deryasıdır ki, Efe Hazretleri bu aşk derdini, nimetlerin en büyüklerinden saymaktadır. Müslüman olup da Leylâ’sına (Yaradan’a) âşık olmayan bir insan onun gözünde bi kuruş etmemektedir. Ama aksiyse, “Cân u dilden kurbân olam o ferde/ Gönül vermiş Mevlâ’sına efendim” demektedir.
Gönlünde gülüm hubb-i Hudâ arş kadar olsun
Havf ile recâ devleti ümm ü peder olsun (376. Şiirden)
Arş, varlığı kuşatan yer olarak manalandırılmıştır. Efe Hazretleri, “gülüm!” diyor ehl-i tevhide, gönlündeki Hudâ sevgisi arş kadar büyük olsun.
Mümin kul, Rabbine karşı havf ve recâ hisleriyle kulluk eder. Allah’a asi olup cehenneme girmekten korkar, rızasını kazanıp cennete girmeyi ümit eder. Efe Hazretleri, korku ve ümidi, anne-baba şefkatine de benzetmiştir ki, pek manidar bir benzetmedir. Çocuk, anne-babasını çok sever, onların şefkatini umar; fakat yaramazlık yaptığında da azar işitmekten yahut dayak yemekten çekinir, korkar. Ama her iki halde de çocuk ve aile arasındaki ilişki, bir sevgi ve şefkât ilişkisidir. Kulun Rabbine karşı olan hafv ve recâsı da sevgi temelinde, şefkât-i ilahîye yönelip sığınmaktan ibarettir.
Mihr-i tevhîd gösterir mir’ât-dîdârın senin
Hubb-i Hak feyz-i İlâhî nûr-i dil vârın senin
Hurşîd-i arş-ı muallâsın habîb-i Kibriyâ
Kimse bilmez Hak’dan özge hadd-i esrârın senin (460. Şiirden)
Hz. Muhammed (s.a)’in vasfını zikrettiği bu şiirinde Efe Hazretleri, Efendimize hitaben, “Senin yüzün güzelliği tevhîd güneşini gösterir; Hak sevgisi, ilâhî feyizler senin gönlünün varıdır. Kibriyâ’nın sevgilisi, arş-ı muallânın güneşisin, senin mahiyetini ve sende cem olmuş esrar-ı ilâhiyi yine Hak’dan özge kimse bilmez.” diyerek, bu kez de Mevlâ’nın “Habibim!” dediği Hz. Muhammed (s.a)’e olan Rabbanî teveccühe dikkatimizi çekmektedir.
Hz. Muhammed (s.a)’in vücudu, Hakk’ın bir feyzi olarak, ilâhi nurdan terkip olunmuş ve âlemlere rahmet kılınmıştır. Muhammed Mustafa’ya Hakk’ın teveccühü ve sevgisi öyledir ki, Miracına davet etmiş, onu arş-ı a’la’ya yükseltmiş, “Kâbe kavseyni ev ednâ” sırrına eriştirmiştir. Yetmemiş, Muhammed Mustafa’yı kıyamette sığınılacak bir makam ve günahkâr müminler için şefaatçi kılmıştır.Altıyüzseksenyedi numaralı bir şiirinde de Efe Hazretleri Muhammedî sevgiyi gönül cennetinin Kevser’i olarak takdim etmektedir:
Kevser-i cennet-i cân hubb-i Muhammed ey cân
Dillerde dürr ü mercan hitâb-ı Muhammedî
Rabbimiz sevdiği ve âlemlerin manevî güneşi kıldığı Muhammed’ini bu şekilde yüceltip taltif ederken, kendisini seven kullarına olan muamelesi de elbet ümitlerin fevkinde olacaktır inşallah.
Kerem-i Kerîm olur
Feyz’ullah seni bulur
Hubbu’llah kalbde kalur
Lâ ilâhe illa’llah (499. Şiirden)
Bu şiirinde de Efe Hazretleri “Lâ ilâhe illa’llah” zikrinin insanda meydana getirdiği değişimlere dikkat çekmiştir ki, en önemli değişimlerden biri “Lâ ilâhe illa’llah” zikriyle Allah sevgisinin kalbe yerleşmesi ve kalpte karar kılmasıdır.
“Lâ ilâhe illa’llah” zikrinin kişiye kazandırdığı diğer hususlar ise şöyledir: Dertlere derman, mağfirete ferman, kişiyi nur deryasına gark, cennete anahtar, rahmet deryası ve kevser nimeti, ihtiram, hidayet, himmet, feyz, hak yolu, gönül âlemi, hidayet nurları, hikmet yağmurları, meleklerin nazil olması, kişide irfan nurunun doğması, kişinin iman Tûr’una erişmesi vb. Bu haller, hep Lâ ilâhe illa’llah’in kalpte yaşanan kazanımları olacaktır.
Şerâfet şerbeti hubb-i Hudâ’dır
Müyesser ola mı âhir zamanda (507. Şiirden)
Bu cihana insan bir kere gelir ve eğer Rabbini bilerek dünyadan ayrıla bilirse, bu cihana devletlü geldi devletlü gitti demektir. Efe’nin ahir zaman olarak gördüğü bu dünyada, pek de mümkün görmemekle birlikte, kulun kazanacağı en büyük şeref, elde edeceği en büyük zenginlik bu olacaktır. Bu başarının anahtarı yine hubb-i Hudâ/Allah sevgisidir.
Gizlide-açıkta, Müslüman kişi Hudâ’ya gönül vermelidir; akıllı kişi, tabiatın alına yeşiline, eşyanın nakışına nukuşun gönlünü kaptırmaz, fani âlemde değil, köşkü sarayı baki âlemde yapmaya gayret eder ki, bunu sağlayacak olan Allah sevgisi ve Allah rızası için yapacağı kulluktur.
Yoksa aklı başında herkes görmektedir ki her gün yeryüzünden binlerce can kazandıklarını döküp ahrete gitmektedirler. Bu dünya bir misafirhanedir; bu handa baki kalmış kimse var mı?
Öyle ise dünyanın şerefi şanı hubb-i Hudâ’dır ve bakisi hevadır!
İyd odur hubb-i sivâdan fâriğ ola gönlümüz
Hubb-i Mevlâ ka’r-i kalbde dürr ile mercân ola (576 Şiirden)
Efe bu şiirinde gerçek bayramı, Allah sevgisinin kalbe, kalbin ta derinliklerine yerleşip inci mercan gibi parlamasıyla kendini göstermesi olarak takdim etmektedir.
Canan ile can gönül evinde beraber bir can olduklarında, tevhid zevkiyle kulun canı tazelik kazandığında, canan cemalinin perdesini kaldırdığında, gönül dünya sevgisinden kurtulup Mevlâ sevgisiyle dolduğunda, Mevlâ’nın kuluna “Ente Abdi!/Sen kulumsun!” diye hitap ettiğinde, işte bayram o bayram olacaktır.
O halde gönülde Allah sevgisi olmadan yaşanan bayramlar için nefs-i emmârenin bir eğlencesidir denilebilecektir.
DÖRDÜNCÜ KONU: ALVARLI EFE’DE KÂİNAT KAVRAMI
Kâinat; varlıklar âlemi demektir. İnsan bu âlemin özüdür. Efe Hazretleri’nin ifadesiyle insan, dürülmüş bir kâinattır. Kâinat; zaman ve mekân boyutuna sahip içinde hareket ve değişime tabi çeşitli varlıkların yer aldığı ilâhî bir düzendir. Allahü teâlâ kâinatta sıfat-ı ilâhîsiyle zahirdir. Kâinattaki her türlü oluş ve yok oluş Allah’ın iradesine uygun bir şekilde gerçekleşir. Dönme fiilinden dolayı ‘çarh’ sözcüğü gök cisimlerine ve dünyaya sıfat yapılmıştır. ‘Felek’ ifadesi de dünyanın, yıldızların ve gök katlarının, insanın ve diğer canlı varlıkların üzerindeki tesirinden dolayı, bir su çarkına benzetilerek, ‘çark-ı felek’ diye anılmıştır. Mecaz olarak da tâlih ve baht gibi manalar çark-ı felek sözcüğüne yüklenmiştir. Netice itibariyle kâinat; büyük ve dairevi olan şeyler, gök seyyarelerinin gezindiği âlem, dünya, tâlih ve baht gibi manaları zamirinde toplamıştır. Efe Hazretleri şiirlerinde Allah, insan ve kâinat ilişkisini şu şekilde kurmaktadır:
Sebkat etdi seâdet-i ezelî
Tevhid ettim ezel ben lem-yezeli
Kâdir Allah kâinatı düzeli
Mahbûbumdur güzellerin güzeli
Giderim cennete iki bir yokdur
Husn-i zannım Hâlik’ıma pek çokdur. (93. Şiirden)
Kâinat; akla, vicdana, Allah’ı ve Onun tekliğini gösteren büyük bir delildir. Kâinat; meydan-ı tevhid’tir. İnsanın gönlünde irfan nurunun çoğaltan, iman nurunu ziyadeleştiren, ikrarı ve tasdiki mümkün kılan, bu âlemin varlığıdır. Her şeyi hakkıyla bilen, her şeye kudreti yeten, her şeyi yoktan yapan nihayetsiz güç ve kudret sahibi Allah, bir murad-ı ilâhî üzere, bu kâinata, bilinen, bilinmeyen cisimleri ve varlıkları dizmiştir. Kâinattaki varlığı, Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah’tır. Kâinat; insanın ebediliğinin ve saadetinin de müjdecisidir. Kâinat; Cenâb-ı Allah’ın şeref ve azametini gösterir, canlı bir hikmet-i ilâhî kitabıdır ki akıl, fikir, kelâm-ı insanî hep onun bir tezahürüdür. Kâinat; güzeldir, güzel olanı gösterir; kâinat hikmetlidir, hikmet sahibini gösterir; kâinatta hayat vardır, hayat sahibini gösterir; kâinatta ilim vardır, ilim sahibini gösterir. Vb. İşte Efe Hazretleri, bu manalara binan diyor ki, “Kâdir Allah kâinatı düzeli/Mahbûbumdur güzellerin güzeli!”
Kâinata basiretle, -kalbin hakikati anlayan gözüyle- bakabilen kişide, eşyanın mahiyeti anlaşılacak ve böylece kişi ibret alacak, imanı artacak, aklı ve kalbi hidayete erecektir. Efe Hazretleri, şiirin diğer kıtalarında, basireti ve sezişiyle (kalp gözü), cihan aynasında gizli olanı aşikâre seyrettiğini, kendisine açılan “feyz-i Rabbanî” kapılarından girip ilâhî ilme, berekete ve rahmete erdiğini vurgulamaktadır.
Kuran’ın emir ve yasakları sadece kâinatta geçerlidir. Kâinat; “emr-i Kur’ân” için açılmış bir saray yahut iş merkezi gibidir! Bu sarayda yahut iş merkezinde “emru’llâhı” sağlam tutan insan, Rabb’inin kâinat kitabını bi hakkın okumuş ve onunla amel etmiş bir kul olabilecektir; farkında olarak, amel-i salih işleyebilen her insan, irfân yolunun yolcusu ve değerli bir öğrencisi sıfatını da elde edecektir. “Hubb-i Mevlâ”; “ziyâfet-i Hudâ”; “nûr-i Hudâ”; “zevk-ı îmân”; “feyz-i Sübhânî” ve “bûy-i Rahmanî” ehl-i îmâna ancak, amel-i salih yoluyla, kâinattaki şu kısa ömründe nasip olabilecek büyük bir nimettir.
Ümmü’l-ulûm ilhâm-ı Hazret-i Allah’dır
Hâl diliyle tevhîdi takrir eder her varlık
Küngüre-i kâinat şâhididir sâni’nin
Kudretini gösterir vakt-i seherde şafak (318. Şiirden)
İlimlerin anası Hazret-i Allah’ın kuluna olan ilhâmıdır. Kâinattaki her bir varlık, hâl diliyle (yaratılış özellikleri ve manalarıyla) Allah’ı ve O’nun Vahdaniyetini kula talim eder. Kâinattaki her bir varlık mutlak manada sadece Yaratan’ı gösterir başka bir şeyi değil. Nasıl kitap yazarsız yazılamazsa bu kâinat kitabındaki kelimeler hükmündeki varlıklar da yaratıcısız vücut bulamaz.
“Küngüre-i kâinat/ kâinatın en yüksek yeri”; Rabbimizin bildirdiği kat kat gökler, şu muazzam semavat, şu dünya ve üzerindeki hayat, hepsi Yaratan’ın şahitleridir. Ev ustayı; kitap yazarı; ekin ekiciyi; ekmek fırını; gazete matbaayı vb. gösterdiği gibi, dünya, ay, güneş, gezegenler, yıldızlar; dünyanın üzerindeki hayat; insan, hayvan ve bitkiler, her biri sanatlı ve hikmetli yaratılışlarıyla, sâni-i âlem olan Allah’ı gösterir. Seher vaktinde, şafağın sökmesi, ardından güneşin doğuşu, bu seremonideki ilim, kudret ve hikmet, Onun azametini her gün akla, fikre, kalbe aşikâr kılar.
Halk eyleyen âlemleri ol Kâdir u Kayyûm
Besler seni elbette olan mûcid-i eşya
Rezzâk u Hakîm olduğu âlemlere ma’lûm
Senden seni ezyedce sever zât-ı Teâlâ (27. Şiirden)
Allah’ın yarattığı bütün mahlûk fıtraten hidayet üzeredir. Allah’ın mahlûkatına karşı cömertliğinin nihayeti yoktur; Onun kerem denizinin kenarını gören kimse çıkmamıştır. Her varlık, şuurlu yahut fıtrı, Allah der. Allah diyenin yardımcısı da elbet Hudâ’sıdır. Allah’ın, hayat sahibi kılıp yedirip içirmediği bir mahlûku yoktur. Allah yarattığı varlıkları, varlıkların kendisinden daha çok sever; bunun kanıtı, yarattıklarına yoktan vücut ve bir hayat vermesi ve onlara bu fâni âlemden sonra bir de baki bir âlemi vaat emesidir. Eşyanın mucidi Kâdir u Kayyûm, her birinin ihtiyacını giderecek sebepleri de bu âlemde yaratmıştır.
Ey nûr-i dil eyle nazar cân göz ile bu kâinat
Kitâb-ı ilm-i hikmetin metni düşüpdür mümkinât
Arz u semâ mülk ü melek şems ü kamer mir’ât-ı Hak
Hâlik-ı âlem varlığı olduğuna yok şübühât (60. Şiirden)
Varlık, kâinat kitabını okumayı öğrenmiş kişiye, Hakk’ı tesbih ve esrarını talim eder. Kâinattaki düzen gösterir ki, ‘âlemlerin Mevlâ’sının bir benzeri olmadığı gibi Onun Evveli ve Âhiri yoktur; Allah, nihayetsizdir. Bir “Kadir u Kayyum” olmasaydı, bu mülk olamazdı. O halde “Mâlik-i mülk” ancak O’nundur. Eşyanın (şey) varlığı mucidinin varlığına tanıklık etmektedir. Akıl ve vicdanla göklere bakan ondaki güneşi, ayı, yıldızları, gezegenleri ibret ve hikmet nazarıyla seyreden her insan esma-ı ilâhiyi seyrettiğini bilir. Yeryüzü ve gökyüzü, mülk ve melek, güneş ve ay, Hakk’ı gösterir aynalardır. Ey insan! Bu kâinata, gönül nuru ve can gözüyle nazar et ki, bu mümkün varlıklar, senin okumanı bekleyen hikmet kitabının metinleridir.
Eşyâ-yı cihandan görünür kudret-i Bârî
Seyr eyle güzeller yüzünü kitâb-ı hikmet
…
Her zerrede bir şems-i münîr katrede derya
Âlem-i adem merdine mahsus bu kerâmet (71. Şiirden)
Allah sevgisiyle dolu bir gönlün kâinatı algılaması farklıdır; o, canının cananını kâinat kitabından okumuş, görmüş ve anlamıştır. Cihandaki varlıklarda görünün “kudret-i Bârî”dir”; varlık, Allah’ın hüsün sayfaları şeklinde yazılmış hikmetler kitabıdır. Güneş, ay, yıldızlar, semavat, yeryüzü ve içindekiler hepsi güzeldir, onun için gökten ve tabiattan bakışımızı alamayız. Hidayet aynasında (varlık) gözükenlerin manası gönül gözüyle ancak bilinebilir. Kimde ki basiret nuru (gönül gözü) zahir olmuş, o eşyanın hakikatini hakkıyla görebilir. Görür ki; her zerre Allah’ı gösteren parlak bir güneştir, her katre (varlık) onun denizinden bir damladır. Kendi yokluğunu (nefs-i emmaresini) aradan çıkaran insan, aynen kâinat gibi, ilâhî tecellilere aynadarlık yaptığını ve sıfat-ı ilahinin cami bir aynası olduğunu görür.
Her katresi âb-ı hayat içen anı görmez memât
Bu mey ile bu kâinât bulmuş hayât her hastemiz (265. Şiirden)
Mey/şarap, ilahi aşktır. Kâinat Allahü Teâlâ’nın sevgisiyle vücut bulmuştur; bu evin en değerli varlığı insandır. Mevlâ, insanı kendisini bilsin ve iyice tanısın diye yaratmıştır ve bu âlemi de insana hediye etmiştir. İnsanın kâinattaki tasarrufuna izin verilmesinin hikmeti budur. Bu beytin yer aldığı şiirinde Efe Hazretleri yine yoğun metaforik anlatımlarla kâinat düzleminde ilahî aşkı anlatır. Âşıkla maşukun bu kâinat meyhanesindeki birlikteliğinin en özel anları seher vaktidir. Ekseri insan uykudayken Rabbini gönülden seven kulları uyanıktır; bu uyanıklık, hem baş gözünün açıklığı hem de gönül gözünün açıklığıyla zahirdir ve gönül seher vakti, sevgilinin huzurunda açılmış bir meyhanedir. Bu meyhanede insan ilahî aşkla sarhoştur. Gönül, ilahî tecellilere seher vaktinde yoğun bir şekilde muhatap olur, kalp öyle cilalanır ki kişi manevî âlemle aşikâre hemhal olmaya başlar. ‘Şerâb-ı hikmet’ olarak tarif ettiği ilahî feyizler bu özel anlarda kulun gönlünü nura gark eder. Hudâ’nın muhabbetti gönülde arttıkça Mevlâ da kulundaki aşk mestliğini ziyadeleştirir ve âşık bu halden öyle zevk alır ki gönül meyhanesinden çıkmak istemez, bu hâl onu ‘mest-i harap’ kılmıştır. İlahî aşkla körkütük sarhoş olan âşık bir kadeh ‘şerâb-ı hikmet’e ve bu hikmetin sunulduğu kâinâta yahut gönül meyhanesine canını feda etmeye hazırdır. Bu ‘mey-i ilâhi’yle cânân cânı muhatap ettiği ilim ve hikmet kadehleriyle öyle sarhoş etmiştir ki âşıka her iki âlemde manevi mestlik yaşadığı bu meyhaneden daha sevgili bir köşe kalmamıştır.
Ârifâne cân gözüyle kâinâtı seyr kıl
Kalb ola mir’ât-ı vahdet nûr-i Mevlâ’dır garaz (303. Şiirden)
Bu beytin geçtiği şiirinde de Efe Hazretleri varlığı okumaya devam etmektedir: Âlem’in ve Âdem’in yaratılmasından maksat ilm-i esmadır; Allahü Teâlâ’nın isim ve sıfat tecellileri yoluyla bilinmesi… Kâinat, Mevlâ’nın isim ve sıfatlarının insana talim edildiği mektebidir. Allahü Teâlâ’nın emir ve nehiyleri bu âlemde zahir olmaktadır. Bu sebeple kâinat bir hikmetler evidir; bu evde her ne olmakta Mevlâ indinde bir hikmet dairesinde olup bitmektedir. ‘Hikmetinden sual olunmaz!’ diye bir uyarı yapılmıştır. Beş duyuyla hareket edip ‘bu niye böyle, şu niye şöyle!’ demek yanlıştır. Allah’ın her işi yerli yerindedir. Allah’ın ilmi ve yaratıcı gücü karşısında sebep aranmaz. İşlerinin hikmetini yine bi hakkın ancak Zât’ı bilir. İdraki güç olan şeyleri akıl çözemez; fakat Allah insanda bir de gönül mektebi yaratmıştır ki işte her muamma gönül mektebine talebe olanlara ayan olmaktadır. Cân gözüyle ve ârifâne nazarla kâinat bakıp onu seyreyleyenlerin kalbi Mevlâ’nın nurlarını gösteren vahdet aynasına dönüşür ve kul, bu aynada bütün esrarı, her nevi muammayı görür, anlar. Kâinat, Rabbimizin aynı zamanda bir imtihan yeridir. Gerekli gereksiz soru sormayı bırakıp Allah’ın emir ve yasaklarına mertçe, zevkle uymak ve kullukta sabretmek gerekir. Kişi laf-ı güzafı bırakıp kudreti varken şeriatın eteğini tutmalı ve hikmetli Kuran’dan, maksadın ilahî manaların zevkine ermek olduğunu öğrenmelidir. Bu âlem baştanbaşa ‘ilm-i ledün* mektebidir. Bu mektepte Hakk’ı dilemekten maksat kişinin gönlünde Hudâ’nın nuruna erişmesidir.
*“İlm-i ledün garib bir ilim ismidir. Ona vakıf olan, mesturat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi, esrar-ı İlâhiyyeye de ıttıla’ kesbeder. Bu ilm-i şerifin hocası ve sultanı Fahr-i Kâinat Aleyhi Ekmelüttahiyyât vessalâvât Efendimiz Hz. leridir. Bu ilmin ehli ise, Enbiyâ-ı izâm (A.S.) ve Ehlullâh-i Kiram Efendilerimiz Hazretleridir.”
Nazar et kâinatın kâtibinin defterine
Kalem-i kudret ile yazdığına var mı gümân (414. Şiirden)
Varlıkta ve kâinattaki şan, şeref, korkusuzluk ve emniyet hâli İslam sayesindedir. Müslümanların varlığı devam ettikçe kâinat şan, şeref, korkusuzluk ve emniyet içinde varlığını devam ettirir. Eğer iman sahipleri şeraitin yolundan gitmezlerse onlar nefs sarhoşluğuna sürüklenirler ve her sarhoş gibi bela onların başlarından eksik olmaz. Son Peygamber Hazreti Muhammed (sav) bize Kuran getirdi; her iki cihanda korkusuz yaşamak isteyenlerin gireceği emniyet yurdu Kuran yurdudur. Şimdi Rabbimizin kâinat kitabına bir bak ki, kudret kalemiyle yazmıştır; bu kitapta şüpheli bir cümle, eksik fazla bir kelime görebiliyor musun? Aradan bu kadar zaman geçtiği halde göklerde ve yerde Allah’ın saltanatında bir tebdil bir tağyir var mı? Denizde, karada bu kadar bitki, hayvan ve insan hepsi yemeğe ve içmeğe muhtaçtır; fakat her varlığının rızkını her gün vermeğe Rahmanın kadir olduğunu görüyorsun. Bir de semalara nazar kıl; güneş, ay, yıldızlar kendiliğinden mi oldu yahut insanlar mı icat etti gökleri ve içindekileri? Bir damla suyu ana rahminde insan kılan ve iki ruhu aynı anda birlikte bir bedende bulunduran, bir vücuda iki hayat bahşeden ve iki ruhu bir cisimde cem eden; bir çekirdeği büyük bir ağaç eyleyen Huda; bir avuç toprağı Âdem edemez mi? Bunları yapan Rabbimizin yevm-i kıyametinden nasıl şüphe duyulabilir?
Mukarrebler şânıdır
Kâinâtın cânıdır
İslâm’ın îmânıdır
Lâ ilâhe illallah (499. Şiirden. )
Bu şiirinde de Efe Hazretleri, lâ ilâhe illallah ifadesini kâinatın canı olarak takdim etmektedir. Demek ki kıyametin kopması ‘lâ ilâhe illallah’ın refiyle olacaktır. Tirmizi’nin rivayet ettiği bir hadis şöyledir: “Yeryüzünde Allah Allah diyen kalmayıncaya kadar kıyamet kopmaz.”
Seyr-i kâinât kitâb-ı vahdetin bir şerhidir
Her tarafdan gösterir Hakk’ı hidâyetdir bize (510. Şiirden)
Âlemde iman aydınlığıyla seyrettiğimiz eşya (varlık) Allah’ın hikmet ilmidir. Bu, bir rahmet denizidir ve bu denizde tevhid sırrı seyredilir. Müminler, Kuran’a ve şeriatın emirlerine tabi kimselerdir. Müminler, tevhid ehlidir; iman ehli olarak kayıtları bulunmaktadır. Müminlerin namı ümmet-i Ahmed’dir ve müminler Allah’a aittir. Kâinat vahdet kitabının bir şerhidir; her taraftan Hakk’ı gösterir ve müminleri hidayete erdirir. Eşyanın (varlığın) yaratılması Huda’nın birliğine bin delidir ve varlığın zerresinden kürresine kadar, mevcut Hakk’ın vücudunu gösterir. Kâinata bakıp bu hikmetleri gören müminlere bundan daha büyük bir şeref ne olabilir?
Sadâ-yı nây-ı vahdet dâimâ eyler beyânâtı
Yarattı Hâlik-ı âlem ademden bu kâinâtı (653. Şiirden)
Vahdet neyinin sesi her an ayan eder ki Hâlik-i âlem bu kâinatı yokluktan yarattı. Yokluktan yaratılan bu varda gözüken var nedir? Bunu basiret sahipleri görebilirler. Basiret irfan demektir; eşya (varlık) ilahî isimlerin mazharıdır; basiret sahibi insan da eşyadaki ilâhî tasarrufu görür ve bu görme ondaki hidayete ziyadelik verir. Ancak gönül gözü görür eşyada zahir olan kudret-i Mevlâ’yı. Görür ve bilir ki eşya vahdet ayetleridir ki, her zerresinden bir güneş doğar. Gönül, tecelligâh-ı Mevlâ’dır ve gönül her fertte mevcuttur. Gönül, hikmetler denizidir ki girip bakanlar bu denizin nihayetinin olmadığını da görürler. Basiretle bakan göz için Huda’nın eşyada gözüken bütün fiilleri hikmettir; kahır yahut rahmet. Bela zarfları içinde gizlenenler de aslında ilahî lütuflardır; tevhit erbabı bu sırrı görmüş ve bilmiştir. Hazret-i Hakk’ın evliyasına bela kâseleri bal petekleri mesabesindedir; çünkü Huda sevdiği kulunu belalara müptela kılar ve o belalar öyle kıymetli bir derttir ki bütün makamları bela tekmil eder ve bela kulu Rabbinin yakını kılar.
Bu kâinât mükevvini eder isbât dahî Kur’ân
Bütün eşyadan azher gör kerem-i Hak Teâlâ’yı (693. Şiirden)
Mutlu ve bahtiyar o kimsedir ki hayatı boyunca Mevlâ’nın dergâhından ayrılmamıştır ve bunun neticesinde gönül burcundan hidayet güneşi doğmuştur. Hidayet güneşi gönülde bir kez parladı mı artık gönül hikmetler ve ibretler evidir! ‘İbret gözü’ her neye yönelse, kişi ‘nur-i ibret ve nur-i hikmetle’ şeylerin hakikatini görür ve anlar. Nur-i ibret ve nur-i hikmetle gönlü aydınlanmış kişiye eşya (varlık) müderrislik eder; ilm-i muammayı kişiye okutur. Gönüldeki marifet aydınlanması öyle bir aydınlanmadır ki göze cila verir ve kişi cilalı o gözle bakıp eşyada gizlenmiş tevhidi görür, bilir, bulur ve seyre koyulur. Kişi yakinen öğrenmiştir ki eşyada gözüken renk, şekil, tat vahdet kitabının sırlarıdır. Kâinat ve Kuran, varlığı ve mucidini, ‘kerem-i Hak Teâlâ’yı, apaçık ispat edip durmaktadır. Allah, mahlûkuna olduğu gibi, mümine ve kâfire, hayat ve rızık vermektedir. Varlıktaki ilahî tasarrufu görenler yahut görmeyenler yarın rûz-i kıyamette layığına kavuşturulurlar.
Bu kitâb-ı kâinât bin ilm ü hikmet bahseder
LUTFİYÂ nûr -i basîretle oku bu hikmeti (697. Şiirden)
Kişi bu dünya hayatını nasıl yaşamalıdır? Dört bir yana dört kanatla uçup çok mal mülk mü elde etmeli ve şan şöhret mi kazanmalıdır? Bu bir aldanmadır ve boş yere yorulmadır. Ancak irade kuvvetiyle seçimler yapıp seçimleri gerçekleştirmeye gayret sarf etmek gerekir ki ‘cüz-i kesbiyi/kifayet-i rızkı’ Allah emretmiştir; kişi, maişetini kazanmaya mecburdur. Gayretten sonra rızk için elem çekmeye gerek yoktur; rızık neyse o kişiye nasip olacaktır. Daha fazla gayretle yahut söylenmeyle taksim edilmiş kısmet artmaz ve eksilmez. Kişi göle düşse taksim edilenden fazla bir yudum su içemez! Ne kadar paraya, mala mülke sahip olursa olsun, ne yığarsa yığsın, taksim edilenden fazlasını yiyip içemez! Bu dünya gelip geçilen bir güzergâhtır ki ne şaha ne de gedaya kalmamıştır. Kâinat kitabı bin çeşit hikmet ilminden bahsetmektedir; bir şey anlamak için nefisle değil, hikmet kitabını nur-i basiretle okumalıdır.
Hidâyet mâdeni cûd-i vücûdun
Bu kâinât senin eser-i cûdun
Ezelden tâ ebed dâim sücûdun
Ubûdiyyetde müstakîm vücûdun
Sebeb-i hilkat-i her dü-serâsın
Heyûlân nûr -i Hak hayru’l-verâsın
…
Bu mevcûd rûhuna verir hayâtı
Muzayyâ eyledin bu kâinâtı
Hudâ verdi sana bu mûcizâtı
Yarattı hürmetine mahlûkātı
Sebeb-i hilkat-i her dü-serâsın
Heyûlân nûr -i Hak hayru’l-verâsın (Na’t-ı Habîb-i Rahman’dan)
Hazreti Muhammed aleyhisselam vahdet nurudur; hidayet ve saadet kaynağıdır; Enbiyaların imamıdır; ta ezelden Risalet kubbesinin güneşidir; yüce ruhu Hakk’ın nurudur ve o insanların en hayırlısıdır; ezelden ‘ev-edna’ tahtında o oturmuştur; ‘ma-evha’nın esrar hazinesi odur. Vücudu, tecelli nurlarının menzilidir; Zât-ı teâlâ onun övücüsü olmuştur. Her iki âlemin hilkatine, ilâhî lütuf ve ikramlara sebep Hz. Muhammed’in varlığındır. Onun vücudu ubudiyette müstakimdir; kâinat onun cömertliğinin bir eseri ve kâinat ezelden ta ebet daima ona secde edici.
Kâinât gösterir vâcibü’l-vücûd
Olmasa olmazdı mahlukāt mevcûd
Hudâ bir olduğu eşyâda meşhûd
Güneşden ayândır ol çeşm-i bîdâr (Tevhîd Destanı’ndan)
Bakılan şeydeki anlamı görmek ve kavramak ancak iman nuruyla mümkün olabilir. Özellikle varlığın birliği (Tevhid) İslam inancının temel bir esasıdır. Tevhit etmek; Allah’ın zâtını, aklen düşünülen, zihnen tasvir ve hayal edilen her şeyden tenzih etmek demektir. Tevhidi bakış feraset ve hidayettir. Kâinât vâcibü’l-vücûdu gösterir; eğer Hâlik olmasaydı mahlûk olmazdı. Allah’ın yaratıcı ve bir olduğuna en büyük delil eşyanın varlığıdır. Bu, güneşten daha açık bir gerçekliktir. Mahlûk Hâlik’ına delaletlik etmektedir; çünkü mevcudun mucidi birdir ve her varlık lisan-ı hâliyle bunu haykırmaktadır. O zaman tevhid inancından başka bir inanç ve tevhid yolundan başka gidilecek yol yoktur; olamaz. Şu, kurulmuş lâcivert gök kubbeye bir bak; su, hava ve güneş mahlûka hayat kaynağı olmuştur; eşya gözlere görünmek için istek dolu ve eşya esrar kitabı olarak senin onu okumanı beklemekte. Bak; bir çekirdek koca bir ağaç olmakta ve göklere ser çekmekte dallarını, kollarını her yana uzatmakta ve taze meyveler vermektedir. İşte ağaç da bir kitaptır ve kimde irfan varsa, her bir varlığı kitap bilir ve onu okumaya gayret eder. Bak; yüzen, yürüyen, uçan her bir hayvanda saadete erişmek için bir gayret var. Sen de sakın gayretsiz olma ki Allah gayret eden kullarını sevmektedir. Bak; sabiler daha ana rahmindeyken Allah, analarının memesinde süt yaratarak onların rızkını hazır etmektedir. Bak; o sabiye hizmet etsinler diye de anne babasına şefkat ve merhamet hissi bahşetmiştir… Ey Lutfi! Bu dünyayı seyrele ki mahlûkun ilahi tektir; Allah eşyanın hâlikıdır ve hepsinin sığınağı O’dur. Uyanık ol ki Allah’ın bir de ceza günü vardır.