Bismillahirrahmanirrahim.
HADİS IŞIĞINDA İSLAM
M.Talât Uzunyaylalı
1-AMEL VE NİYET
2-SADAKA VERMEKTE ÖLÇÜ
3-ALLAH KALPLERE BAKAR!
4-SÜT MÜ ŞARAP MI?
5-SECDE ET!
6-DUA İBADETTİR
7-HER GÜN KENDİNİZİ SATTIĞINIZI BİLİYOR MUSUNUZ?
8-MÜSLÜMANIN İKİ SIFATI: “SIDDÎK” VE “KEZZAB”
9-KÖTÜLÜKTEN SONRA İYİLİK YAPMANIN GÜNAHIN SİLİNMESİYLE İLİŞKİSİ
10-PEYGAMBERİMZİN GENÇLERE ÖĞÜDÜ
11-EVDEN ÇIKMADAN YAPILMASI GEREKEN BİR GÖREV
12-PRATİKLERİMİZE BAKIN: HİDAYETE Mİ DELÂLETE Mİ VASITASINIZ?
13-İLİM ÖĞRENMEK ÖNEMLİ Mİ?
14-BİR LİRALIK SADAKA!
15-ALLAH KUVVETLİ MÜMİNLERİ SEVMEKTEDİR
16-CENNET, NEFİS EĞİTİMİ GÖRENLER İÇİNDİR!
17-ALLAH SANA VERİYOR, SEN DE BAŞKASINA VER!
18-OLUMLU-OLUMSUZ, HER DURUM MÜSLÜMANIN LEHİNEDİR
19-BEDENİ HASTALIKLAR TEDAVİYLE MANEVİ HASTALIKLAR TÖVBE İLE ŞİFA BULUR
20-KAZA, KADER ve RIZA
21-ALLAH’IN SEVGİSİNİ Mİ İSTİYORSUN, ÖYLEYSE RIZASINI KAZAN!
22-KADERİ DUA ÖNLER, ÖMRÜ İYİLİK UZATIR!
23-ALLAH’A AİT OLDUĞUNA İNANIYORSAN KORKMA
24-ALLAH TEÂLÂYI ZİKRET
25-ALLAH İÇİN TEVAZU GÖSTER
26-ZENGİNLİK-FAKİRLİK VE PAYLAŞIM SORULARI
27-DUALARIMIZ NEDEN KABUL EDİLMİYOR?
28-ÖFKE KONTROLÜNDE DİNİ BİR YÖNTEM
29-GÜNAH VE SEVAP… YAPMAK İSTEYİP, FAKAT YAPMAMANIN SONUÇLARI
30-NAFİLE İBADET DEYİP GEÇME!
31-‘RAHMANÎ İNSAN-ŞEYTANÎ İNSAN’ SEN, HANGİSİSİN?
32-CÖMERTLİK VE GÜZEL AHLAK SAHİBİ MİSİN?
33-KURTULUŞ İSTEYEN ALLAH’IN İPİNE SARILMALI!
34-ZULME UĞRAYANA YARDIM ETMELİYİZ!
35-ALLAH, KULUNDAN MEMNUN OLUNCA KULUNU DA MEMNUN EDER
36-GÖBEK BÜYÜTME MEDENİYETİNE Mİ DAHİLSİN!
37-HZ. MUHAMMED’İN ALLAH İNDİNDEKİ DEĞERİNİ BİLİYOR MUSUN?
38-RABBİMİZ, FATİHA SURESİNDE İMANI VE HAYATI NASIL YAŞAMAMIZ GEREKTİĞİNİ BİZE ÖĞRETMİŞTİR
39-ALLAH’IN SEVDİĞİ BİR KUL OLMANIN YÖNTEMİNİ BİLİYOR MUSUN?
40-YAŞIYORSUN, FAKAT DÜNYA SENİN LEHİNE Mİ ALEYHİNE Mİ DÖNÜYOR?
41-AKRABA ZİYARETİNİ UNUTMA!
42-CENNET’İN AĞASI OLMAK İSTER MİSİN?
43- RABBİMİZİN HAZRETİ İSA’YA VERDİĞİ ÖĞÜT
44- İYİLİK VE KÖTÜLÜK ARASINDA İNSAN İNSAN
45-ORUÇ ÇOK ÖZEL VE GÜZEL BİR İBADETTİR
46-İNSAN ALLAH TEALAYI GÖREBİLİR Mİ?
47-TAKVAYA ULAŞMAK K HEDEF OLMALIDIR
1-AMEL VE NİYET
…Rasulullah (SAV) buyurdu ki
“Ameller niyetlere göredir, herkese niyet ettiği vardır, kimin hicreti Allah ve Resulüneyse, hicreti Allah ve Resulünedir, kimin de hicreti kazanmak istediği bir dünyalık veya nikâhlanmak istediği bir kadınsa hicreti de hicret ettiği şeyedir.” (Buhârî ve Müslim)
Mütalaa: Müminin ameli, temelde ‘şunlar Allah için, şunlar da nefsim için!’ şeklinde bir ayrımı kabul etmez. Müminin hayatı bir bütündür, tek bir ameldir; kişinin ameli namaz, zekât, hac vb. kulluk görevlerini kapsadığı gibi, bütün hayatını kapsar. Allah için yapılan her iş; yaşanan günlük hayat, özel hayat, hepsi Allah’a kul ve Resulü’ne ümmet gayesine matuf olmalıdır; niyet bunu mümkün kılar. İşte bu, niyetle yapılan, farkındalık halinde gerçekleştirilen fiiller kişinin Rabbine ve Resulüne hicretidir. Dünyalık işler ise nefsidir; kişinin nefsine hicretidir. Bu da kişisel imtihan alanıdır; insan nefsiyle imtihan edilir. Her ikisi de ameldir; kişinin lehinde aleyhinde sonuçlar doğurur.
2-SADAKA VERMEKTE ÖLÇÜ
Ebî Vakkas Peygamberimizle arasında geçen bir diyalogu şöyle naklediyor:
-Ya Rasulellah! Malımın üçte ikisini tasadduk edeyim mi?
-Hayır.
-Yarısını tasadduk edeyim mi?
-Hayır.
-Üçte birini tasadduk edeyim mi?
-Üçte biri yeter. Hatta üçte biri bile çok. Varislerin zengin bırakman, insanlara el açan muhtaç kişiler olarak bırakmandan daha hayırlıdır. Hanımının ağzına koyduğun lokmalara varıncaya kadar Allah rızasını gözeterek infak ettiğin her bir nafaka için ecir alırsın. (Buhârî ve Müslim)
Mütalaa: Sadaka ifadesi Kuran’la birlikte hayatiyet kazanmıştır. Sadaka dînî, ahlâkî bir ibadettir. Müslümanlar bir millettir; haliyle yardımlaşma Müslümanların sosyal ahlâkının bir tezahürüdür. Zekât gibi uygulamalar zengin Müslümanlar için farz bir emirdir. Sadaka farz mahiyetindeki malî ibadetleri içine aldığı gibi diğer her türlü yardım faaliyetini de içerir; yeter ki Allah rızası için yapılsın. Allah rızası için verilen sadakalar, bağışlar, kardeşlik duvarının çimentosudur. Sadakanın mahiyeti ve Allah indîndeki değeriyle ilgili birkaç âyet:
“Allah’ın, kullarının tövbesini kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyeceğini ve Allah’ın tövbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğunu hâlâ bilmezler mi? ” (Tevbe 104); “Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, taata devam eden erkekler ve taata devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazı erkekler ve mütevazı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab 35); “Sadaka veren erkeklere ve sadaka veren kadınlara ve Allah’a güzel bir ödünç verenlere, verdiklerinin karşılığı kat kat ödenir ve onlara değerli bir mükâfat vardır.” (Hadîd 18)
3-ALLAH KALPLERE BAKAR!
Rasulallah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak ki Allah sizin bedenlerinize ve suretlerinize değil, kalplerinize bakar.” (Buhârî ve Müslim)
Mütalaa: “Onlardan seni dinleyenler de var; akıllarını kullanmayan sağırlara sen mi işittireceksin?”; “Onlardan sana bakanlar da vardır; peki, körleri doğru yola sen mi ileteceksin? Hele gönül gözleriyle de görmüyorlarsa!” (Yunus 42, 43)
Kuran’da kalp (gönül/vicdan) sözcüğü 117 ayette geçmektedir. Kalp sözcüğünün geçtiği ayetlerdeki tanımlamalardan kalbin çeşitli halleri olduğunu görmekteyiz: Kalp; mühürlenir, perdelenir, sever, eğrilir, iyilik yahut kötülük yapar, huzursuz olur, rahatlar, Allah kalbi yoklar ve içinde ne olduğunu bilir, acı çeker, hasret duyar, yumuşar ve katılaşır, Allah istediğinin kalbini temizler, itminan bulur, kine, kibre, gurura kapılır, kişiler arasındaki sevgi ve nefret bağını kurar, manevî hastalıklara yakalanır, şerre yahut hayra yönelir, kabul yahut reddeder, sıkılır yahut rahatlar, öfkeye kapılır, şüphe eder, sıkıntı ve huzur duyar, metanet gösterir, eğlenir, bilir yahut cehalet sergiler, allak bulak olur, temiz ve pis halleri vardır, gizler yahut aşikâr eder, korkuya kapılır, heves eder, gözün gördüğünü, kulağın işittiğini, burnun kokladığını, dilin tattığını, ellerin dokunduğunu o değerlendirir, düşüncenin merkezidir, güven hissinin kaynağıdır, taassup gösterir, şefkat gösterir, merhamet eder, saygı, ürperti, fikirlerdeki düzensizlik, imanın yahut inkârın artıp azalması vs. haller hep kalbin halleridir.
Kalp vicdan evidir; kalp kişinin iç sesidir; kalp fıtraten doğruyu yanlışı hisseder. Ahlâkî erdemler vicdanın bir tezahürüdür. Kişi, yanlış bir iş yaptığında rahatsız olur; iyi bir iş yaptığında ise sevinç ve mutluluk duyar; her iki hal de vicdanın görünme biçimidir.
İnsanı insan yapan aklı yahut hisleri değil, kalbidir. O, insandaki Hak terazisidir; işi, kişinin her duygu, düşünce, tutum ve davranışını tartmak ve kişiye söylemektir. Kişinin yapacağı iş, aklına-mantığına uygun olsa da, vicdanına tersse o işi yapmamalıdır. Akıl, her türlü gerekçeyi, tabir yerinde ise, kılıfı üretmekte mahirdir; fakat kalbin onayını almadan aklın ve hissin gerekçeleriyle eyleme geçen kişi hata yapmaktan kurtulamayacaktır.
Peygamberler ve onların samimî takipçilikleriyle âdeta kalbin sesidirler; onlar düne, bugüne ve geleceğe ferasetle bakmış ve gereğini yapmışlardır. Ferasetle bakış, vicdanî bakış demektir. Allahü Teâlâ’nın ayetleri perspektifinden düne, bugüne ve geleceğe bakış kimde varsa o kalb-i selim sahibidir; mümindir, müstakimdir.
Modern toplum bir akıl ve duygu toplumudur; modern toplumda kalp/vicdan, kesif bulutların ardındaki güneş gibidir; ne ışık ne de ısı verir. İdeoloji, parti taraftarlığı, şu bu yandaşlığı, ırkçılık, her türlü ötekileştirici tutum ve davranış, vicdanın önünü kesen azılı birer eşkıya ordusu gibidir. Bunlardan canını kurtarıp da vicdanına ulaşabilen insan sayısı ise çok azdır.
4-SÜT MÜ ŞARAP MI?
Ebû Hureyre (ra) rivayet ediyor: İsra Gecesi Nebi (sav)’e içlerinde şarap ve süt bulunun iki kadeh getirildi. Nebi (sav) onlara baktı ve sütü aldı. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam şöyle dedi:
“Seni fıtrata doğru yönlendiren Allah’a hamd olsun, şarabı almış olsaydın ümmetin azardı.” (Müslim)
Mütalaa: Fıtrat kanunu: Cenab-ı Allah’ın, “Adetullah,” “Sünnetullah” dediğimiz, âlemde ve onun her bir cüzünde geçerli İlahi kanunlardır. Pozitif bilim denilen ilmi tasnif de aslında bu kanunlardan başka bir şey değildir. Fıtrat kısaca yaratılış demektir. Hayvanlar süt verir, şarap veren ne bir inek, ne bir koyun ne de bir anne memesi yoktur. İnsanın ilk gıdası süttür; şarapla emzirilen bir çocuk işitilmemiştir. Allah üzümü yaratmıştır; üzümden şarabı ise insan icat etmiştir.
İnsan muhtaç bir varlıktır; maddî ve manevî varlığının rızıklara ihtiyacı vardır. Her ihtiyacı fıtratına uygun şekilde Allah tarafından karşılanmıştır. Peygamberimiz Miraca giderken şarap kadehini almamıştır; fakat ümmeti Miraç ruhunu kaybettiğinden, fıtratına muhalefet ederek içki, sigara, uyuşturucu gibi haram nesneleri tüketir bir duruma gelmiştir. Genleriyle oynanmış gıdalar, işlem görmüş yiyecekler, hepsi tâbii fıtratını kaybetmiştir ve insana zararları kaçınılmazdır.
Yeryüzünde 7 milyar insan her gün bir litre süt içse ortalıkta bir tane sarhoşa rastlanılmaz; fakat alkol böyle mi? Fıtrata aykırı her bir şey kişisel ve toplumsal güvenliğin baş düşmanıdır. Feraseti olan Allah’ın çağırdığına, fıtrata tabii olur; rahat eder ve rahat ettirir.
5-SECDE EDİN
Ebû Hureyre (ra) rivayet ediyor. Rasulullah şöyle buyurdu:
“Kulun Rabbine en yakın olduğu an secdede olduğu andır. Secdede çokça dua edin.” (Müslim)
Mütalaa: Allahü Teâlâ’nın Yüceliği huzurunda gösterilen en büyük kulluk, secdedir. Secde; bir ibadettir ve onun kadar cami bir ibadet yoktur. Namaz ibadetinin en önemli bölümü secde anıdır. Secde, namazda Allah’ın müminlere bir yakınlığıdır ki, kullarına büyük bir teveccühüdür. Kişi, secde yaparak Allah’ın emrine amade olduğunu, Allah’a boyun eğdiğini ifade etmiş olmaktadır. Secdede tespih ve tazimin yanı sıra Hakka dua da edilir ki, Efendimiz (sav) “Allah’ım günahlarımızı bağışla; küçüğünü büyüğünü, öncesini sonrasını, açığını ve gizlisini bağışla.” diye dua etmiştir. (Müslim) Secde anı, ele geçmez bir an’dır ki, kul secdede Rabbine saygısını sunar, Onu yüceltir, Onu selâmlar. Secde anını heyecanla beklemek ve bu eşsiz fırsatı sıradanlaştırmamak gerekir. Namaz ibadeti dışında da Allah’a secde edilebilir.
6-DUA İBADETTİR
Numan b. Beşîr (ra) aktarıyor. Nebi (sav) şöyle buyurdu:
“Dua ibadettir.” (Ebû Davut, Tirmizî)
Mütalaa: Kuran’da duanın önemiyle ile ilgili çok sayıda âyet bulunmaktadır. Bu âyetlerin bazısı şöyledir:
“Kullarım sana, beni sorduğunda (onlara söyle: Ben çok yakınım; Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulabilsinler.” (Bakara 186)
“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilin ki O, haddi aşanları sevmez.” (A’râf 55)
“En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin…” (A’râf 180)
“Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an. Gafillerden olma.” (A’râf 205)
“Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kuşların Allah’ı tespih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi duasını ve tespihini bilmiştir. Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir.” (Nur 41)
“(Resûlüm!) De ki: yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkân 77)
“Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min 60)
Evet; Efendimizin (sav) buyurduğu üzere, dua ibadetin kendisidir. Allah, kullarının duasına kıymet vermektedir ki bu, büyük bir teveccühtür. İnsanlar dünya nimetlerini bir şey sanır, oysa kime dua etmek nasip olmuşsa işte nimete erişmiş kişi odur. Allah’tan istemeyip başkasından istemek nankörlüktür. Gece gündüz demeden, dua ile Ulûhiyetin yüce dergâhında durup kişi kendi hâlini Rabbine arz etmelidir. Kendi nefsi için Rabbinden isteyeceği gibi, yakınları ve İslâm Ümmeti için de dua etmelidir. Duayı sıradanlaştırmamak gerekir, dua özel bir andır, kıymetini bilmek gerekir.
7-HERKES HER GÜN NEFSİNİ SATIŞA ÇIKARIR
Ebû Mâlik el Hâris b. Asım el-Eş’arî (ra) rivayeti. Resulullah (sav) şöyle buyurdu:
“…Herkes sabah çıkar nefsini satar. Kimi onu âzad eder, kimi de helâk eder.” (Müslim)
Mütalaa: Günü Allah rızası için yaşamak gerekir ki, nefs o gün helâkten kurtulsun ve günahtan âzad olabilsin. Nefs, insanın çalışma mekanizmasının adıdır. Duygu, düşünce, tutum ve davranış nefsin hareketi, eylemidir. Kişi, günü kendisi için (nefs) yaşarsa, o gün kişinin aleyhine geçmiş olur; eğer kişi, günü Allah rızası için yaşarsa, nefsin köleliğinden kurtulmuş, hürriyetine kavuşmuş olur. Nefs için yaşanan bir günde kişi, dünyanın en parlak kimsesi olsa, boştur; ne servet, ne makam, ne şan, ne şöhret… hepsi de sadece rüzgârı kovalamaktır. Kişi, günü Allah için yaşadığında, o kişi artık rüzgârdır; onun sevk edicisi Allah’tır. Demek günü Allah’a satmak; Onun rızasını istemek; bu bilinçle yataktan kalkıp ‘pazara’ çıkmak, bu bilinçle ‘pazardan’ yatağa dönmek; kazancı Allah’ın rızası olan bir alış veriştir ki, kar budur.
“Allah’ın ayetlerine karşılık az bir değeri (dünya malını ve nefsanî istekleri) satın aldılar da (insanları) O’nun yolundan alıkoydular. Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür!” (Tevbe 9)
“Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murat almak istedi, kapıları iyice kapattı ve ‘Haydi gel!’ dedi. O da ‘Allah’a sığınırım!..’ dedi.” (Yûsuf 23)
“Ona inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (kıyamete inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun!” (Tâ-Hâ 16)
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf 16)
“Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiğinde aya, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu yapıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir. Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir…” (Şems 1-10)
8-MÜSLÜMANIN İKİ SIFATI: “SIDDÎK” VE “KEZZAB”
İbni Mesûd, Resulullah’tan naklediyor:
“Doğruluk, iyiliğe götürür; iyilik de cennete götürür. Kişi doğru söyleye söyleye ‘sddîk (dürüst)’ olarak yazılır. Yalan ise, kötülüğe götürür; kötülük de cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye Allah katında ‘kezzab (çok yalancı)’ olarak yazılır.” (Buhârî ve Müslim)
Mütalaa: Doğruluğun yalancılığın ölçüsü nedir? Bir davranışı doğru ya da yanlış olarak tanımla konusunda karar kime aittir? Bir sözü, bir davranışı ve bir duygu ifadesini doğru yahut yalan kılan Rabbimizin hükümleridir. Hakk Teâlâ, elimize, söz ve davranışları değerlendirecek bir ölçü vermiştir: Kuran; yani din. Din-i İslâm; neyin doğru neyin yanlış olduğunu müminlere din göndererek bildirmiştir. Günümüz insanlarının, özellikle bir kısım gençliğin, haramları helal gibi görmesi ve yaşantılarına yöneltilen eleştiriler karşısında takındıkları savunucu dil; “kime göre doğru, kime göre yanlış?!” ifadeleri, dinden bir kopukluğun ve bu konulardaki kafa karışıklığının bariz bir göstergesidir. Bir sözü yahut bir davranışı doğru ya da yanlış tasnifine sokan kişiler değildir, Allah’ın koyduğu kurallardır. (Helâl haram dairesi.) Allah (cc), Kuran’da, doğruluğu eğriliği tanımlamıştır. (Emirler-Nehiyler.) Kuran’da tanımlanan yol takip edilerek yaşanan bir hayat kişiyi ‘doğru insan’ kılacaktır; akis tutum ve davranış ise, kişiyi ‘yalan’ bir hayatın zebunu edecektir. Birinci yol, kişiyi cennete ulaştırırken ikinci yol ise kişiyi cehenneme kadar sürükleyebilecektir. Özellikle modern toplum yalanlarına; ideoloji, felsefe, pragmatizm, hazcılık, kapitalizm vs. anlayışlara kendilerini kaptıran Müslümanlar, zokayı nasıl yuttuklarının, ay bacayı geçmeden, farkında olmalıdırlar…
9-KÖTÜLÜKTEN SONRA İYİLİK YAPMANIN GÜNAHIN SİLİNMESİYLE İLİŞKİSİ
…Rasulullah şöyle buyurdu:
“Nerede olursan ol Allah’tan kork. Kötülükten sonra iyilik yap ki onu silsin. İnsanlara karşı güzel ahlâk ile muamele et.” (Tirmizî)
Mütalaa: Malûmdur ki, hikmetin başı Allah korkusudur. Kişiyi nefsine uymaktan men edecek en büyük etken, kişi onu görmese de, herkesi her an gören Allahü Teâlâ’dan utanması ve çekinmesidir. Fakat kişinin bu psikolojik atmosferi gün boyu üzerinde bir elbise gibi taşıması kolay değildir; gaflet, nefsin kuvvetli dürtüleri, insanı bir şekilde etkisi altına almakta ve kişi kötülüğe, günaha sürüklenmektedir. Bir kere şunu hemen vurgulamak gerekir ki, günahını seven bir kişi, gerçek bir mümin olamaz. Aksine günah müminin kalbine ve kalıbına bir yük olarak biner. Pişmanlığı olmayan bir günah kişiyi dünyada mutsuzluğa, güvensizliğe, ahrette ise cehenneme sürükleyebilecek manevi büyük bir hastalıktır.
Hadisin ikinci kısmı dikkat çekicidir: Kötülükten sonra iyilik yap ki onu silsin. İnsanlara karşı güzel ahlakla muamele et. Resulullah’ın bu tavsiyesi üzerinde düşünmek icap eder. Mesela bir Müslüman kişinin her gün bir paket sigara içtiğini farz edelim. Sigara içmek, kişinin kendine ve çevresine karşı işlediği bir kötülüktür. Diyanet’in de son yıllarda verdiği fetva gereği, sigara içmek haramdır. O halde Müslüman bir kimsenin sigara içmesi önemli bir kötülük yapması ve haram bir fiili işlemesi demektir. Hadisteki, Resulullah’ın emrini bu kötülüğe uygularsak; kişi, tükettiği her paket sigara karşılığında fukaraya sadaka vermesi gerekir.
Kötülükten sonra iyilik yapma yöntemi haramların ve çeşitli kötülüklerin ortadan kalkmasında, kişinin ahlaklı bir insan mertebesine çıkmasında, bir metot olabilir. Birinin kalbini kırınca, birine yüz asınca, kişi kendini cezalandırmalı; birinin kalbini kazanmalı, birine samimi tebessüm etmelidir. Bu yöntemi uygulamaya başlayan her kişi, müthiş bir nefs terbiye yöntemi öğrenmiş olur. Manevi kötülükleri manevi iyiliklerle, maddi kötülükleri maddi iyiliklerle tedavi etmek, kişiyi kısa sürede istikâmet üzere yaşayan bir mümin mertebesine taşıyabilir ve o kişi diğer insanlar için örnek bir şahsiyet olma hüviyeti kazanabilir.
10-PEYGAMBERİMZİN GENÇLERE ÖĞÜDÜ
İbni Abbas Resulullah (sav)’den naklediyor:
Bir gün Nebî (sav)’in terkisindeydim: “Ey genç! Sana birkaç kelime öğreteyim. Allah’ın buyruklarını koru ki O’nu yanında bulasın. İstediğinde Allah’tan iste. Yardım dilediğinde O’ndan dile. Bil ki bütün ümmet sana bir fayda sağlamak için bir araya gelse Allah’ın senin için takdir ettiğinden başkasına muvaffak olamaz…” (Tirmizî)
Âyet: “Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, O’ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, O’nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bundan isabet ettirir. O, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Yûnus 107)
Mütalaa: Kişi genişlikte yahut darlıkta, zenginlikte yahut fakirlikte, hastalıkta yahut sağlıkta Rabbine yönelirse Rabbi de o kula teveccüh eder. Tanırsan, tanınırsın; bilirsen bilinirsin. Olup biten işler için gam çekmek ahmaklıktır. Çünkü elden çıkacak şey elde duracak değildir. Ele geçen şey de ele geçmeyecek değildir. Sebeplere sarılıp emredileni yapıp sonucu sabırla karşılamak selâmettir. Unutmamalı ki paranın bir yüzü sabırsa öteki yüzü zaferdir; paranın bir yüzü meşakkatse öteki yüzü kurtuluştur; paranın bir yüzü zorluksa öteki yüzü kolaylıktır. Çünkü bu dünya hayatı Allah’ı (cc) tanıma eğitimi yapılan yerdir. Allahü Teâlâ’yı ve sıfatlarını bilen her şeyin failinin O Yüce Yaratıcı olduğunu öğrenir; varoluşu anlamlandırır, böylece taklidi imanı tahkike doğru meyleder ve dünya hayatından başarıyla mezun olup ahrete intikal eder ve cennete girer.
11-EVDEN ÇIKMADAN YAPILMASI GEREKEN BİR GÖREV
Müminlerin Annesi Ümmü Seleme, Allah Resulünden rivayet ediyor:
“Nebi evinden çıkarken şöyle derdi: Allah’ın adıyla çıkıyorum. Allah’a tevekkül ediyorum. Allah’ım saptırılmaktan, kaymaktan ve kaydırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa maruz kalmaktan, cahil davranmaktan ve cahilce davranışa maruz kalmaktan sana sığınırım.” (Sahih hadis/ Tirmizi vb.)
“(Resulüm!) Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût 45)
“Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir hakimiyeti yoktur.” (Nahl 99)
“De ki: Ey cahiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz? ” (Zümer 64)
Mütalaa: Müslümanlık bir farkındalık dinidir. Dini sıradanlaştırmadan her gün taze bir heyecanla yaşamalıdır. Farkındalık Allah’ın himayesine sığınmak demektir. Bu şuurla hareket eden Müslüman günü ibadet şuuruyla yaşar. Günahlardan Allah’ın izniyle korunur, namaz gibi günlük ibadetlerini de çok kolaylıkla ve sevinçle yerine getirir. Bismillahirrahmanirrahim okuyan, Allah’a tevekkül ettim diyen ve iradesine doğru yolda kullanan koruma altındadır. Elhamdülillah.
12-PRATİKLERİNİZE BAKIN: HİDAYETE Mİ DELÂLETE Mİ VASITASINIZ?
İbni Mes’ûd rivayet ediyor. Resulullah (sav) şöyle buyurdu:
“Allah’a and olsun ki Allah’ın senin vasıtanla tek bir adama hidayet vermesi senin içi kırmızı develerden daha hayırlıdır.” (Buhâri ve Müslim.)
Efendimizin diğer iki hadisi şöyledir:
“Hidayete çağıran kişi ona tabi olanların sevabı kadar sevap vardır. Bununla beraber bu onların sevabından bir şey eksiltmez.”; “Muhakkak ki Allah, melekleri, gökler ve yer halkı, hatta yuvasındaki karınca bile insanlara hayrı öğreten kişilere salât ederler.” (Müslim ve Tirmizî)
Mütalaa: Âyet-i kerimelerde de bu mana izah edilmiştir: “(Resulüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.” (Nahl 125) “Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe(kimseye) azap edecek değiliz.” (İsrâ 15)
“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılıp da ona sırt çevirenden, kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır! Biz onların kalplerine, bunu anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. Sen onları hidayete çağırsan da artık ebediyen hidayete eremeyeceklerdir.” (Kehf 57)
Hayatı Allah’ın (cc) rızasını kazanmak için yaşadıklarında kişiler mümin ve müstakim kimseler olurlar. Hayatı nefisleri için yaşayan adamların mertebesi, kişiler sureta insan olsalar da, mahlûkata yakındırlar. Hele itikatları da bozuksa, kişiler, belki de, âyette ifade buyrulduğu üzere “Belhüm edel – Hayvandan da aşağıdırlar.”
13- İLİM ÖĞRENMEK ÖNEMLİ Mİ?
Ebû Hureyre (ra) anlatıyor. Rasulullah şöyle buyurdu:
“Kendisiyle Allah Azze ve Celle’nin rızası kazanılan bir ilmi sadece dünyevi menfaatler elde etmek için öğrenen kişi kıyamet gününde cennetin kokusunu bile alamaz.” (Ebû Davud)
Mütalaa: İşin içinde Allah’ın rızasını kazanmak yoksa ilim ve sanat öğrenmenin, zengin ve tanıan kişi olmanın şahsın lehine ahrette bir faydası olmadığı gibi aksine faturası ağırdır. Netice itibariyle din bir paradigmadır; kişinin duygu, düşünce, tutum ve davranışını düzenler ve yönetir. Kendisine inanılan her din, felsefi ve ideolojik görüş, mümini için bir paradigma sunar. İslam dinine inan kişiye Müslüman denir. Müslümanın paradigma kitabı Allah’ın talimatlarını içeren Kuran’dır. Kuran buyrukları müminlerden hayatı Allah’ın rızasını kazanmak üzere yaşamalarını istemektedir. Para, makam-mevki, bilim ve sanat, mümin kişi için dünyevî yahut soyut bir amaç için kullanılırsa yapılan işlerin Allah katında bir değeri olmayacaktır. Müminin yirmi dört saati Allah’ın rızasını kazanmaya endeksli olmak zorundadır. Bu bilinç mümini Allah indinde makbul, insanlar arasında da güvenilir, hayırlı ve saygın bir kişi kılar. Hayatı nefsi için yaşayanlar ise eşek takımıdır. Bunlar şu muazzam âlemi manasız kendilerini de başı boş sanmışlardır. Bu kanaatleri onları Yaratan gözünde değersizleştirmiştir; servetleri ve unvanları ne olursa olsun, varlığı değersizleştirdiklerinden kendileri de değersiz kimseler zümresine dahil olmuşlardır. Bunların ahret hayatları hüsran olacaktır.
Rabbimiz Kuran’da uyarıyor:
“Sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” (Kehf 28)
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır!” (Bakara 177)
“Yüce Rabbinin rızasını istemekten başka onun nezdinde hiçbir kimseye ait şükranla karşılanacak bir nimet yoktur. Ve o (buna kavuşarak) hoşnut olacaktır.” (Leyl 19-21)
“Yine onlar, Rablerinin rızasını isteyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) harcayan ve kötülüğü iyilikle savan kimselerdir. İşte onlar var ya, dünya yurdunun (güzel) sonu sadece onlarındır.” (R’ad 22)
“Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka yahut bir iyilik yahut da insanların arasını düzeltmeyi isteyen (in fısıldaşması) müstesna. Kim Allah’ın rızasını elde etmek için bunu yaparsa, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” (Nisa 114)
14-BİR LİRALIK SADAKA!
Ebû Hureyre rivayet ediyor. Hz. Muhammed (sav) şöyle buyurdu:
“Nebî (sav)’e bir adam geldi. ‘Ya Rasulullah! Hangi sadakanın sevabı daha büyüktür?’ diye sordu. Nebî (sav)’de; ‘Sağlıklı olduğun, tamahkâr olduğun, fakirlikten korktuğun ve zenginliği umduğun zaman verdiğin sadaka daha büyüktür. Bu işi can boğaza gelip de: Falana bu kadar, filana şu kadar, demeye bırakma. Zaten o mal, o zaman filancanın oldu’ buyurdu.” (Buhârî ve Müslim)
Mütalaa: Sadaka; kişinin fakirlikte zenginlikte, darlıkta genişlikte, muhtaçlara, öncelikle maddi bir yardımda bulunmasıdır. Nihayet malûmdur ki, dinimizde tebessüm dahi sadakadır. Günümüzde dilencilik bir meslektir, dilenenlere sadaka niyetiyle verilen bir lira bile onlar için önemlidir, çünkü verilen bir liralar her gün, çarşı pazarda, caddede sokakta, damlaya damlaya, epey bir miktara ulaşmaktadır. Asıl yerini bulan sadaka gerçek muhtaçlara ulaşandır. Bu sadaka da her halde bir lira olmamalıdır. Sadaka olarak verilen miktar hiç olmazsa kişinin bir ihtiyacını karşılamalıdır. Unutmamalı ki, sadakayı yaygınlaştırmak toplumsal barışın da temelidir. Eğer milyonlarca memur, işçi, emekli ve esnaf, her ay, maaşının ve esnaf, vergi veriyorum demeden, aylık gelirinin yüzde iki buçuğunu, Allah’ın rızasını umarak, muhtaçlara sadaka olarak verse, toplum on iki ay boyunca bir bahar havası yaşayacaktır. Sadaka ve zekat, veren kişi için bereket, artış, af, ruhsal temizlik, diğergamlık, olgunluk, ötekinin farkına varma, toplumsal sorumluluk; alan kişi için de iyilik ve gelişme vesilesidir. Devlet zaten fakire fukaraya bakıyor, dememelidir. Allah’ın rızasını umarak verilen sadaka, veren ve alan için, maddi ve manevi dertlerin bir nevi ilacıdır. (Bu sayfada, iki numaralı hadiste yer alan, SADAKA VERMEKTE ÖLÇÜ kısmına da bakılabilir.)
15-ALLAH, KUVVETLİ MÜMİNLERİ SEVMEKTEDİR
Ebû Hureyre (ra) Efendimiz’den naklediyor:
“Kuvvetli mümin Allah katında zayıf müminden daha hayırlı ve daha sevgilidir. Bununla beraber her birinde hayır vardır. Sana menfaat veren şeye karşı haris ol. Allah’tan yardım iste. Acizlik gösterme. Başına bir musibet geldiğinde de, ‘Şayet şöyle yapsaydım şöyle şöyle olurdu’ deme. ‘Allah takdir etti ve dilediğini yaptı’ de. ‘Şayet şöyle yapsaydım’ kelimesi şeytanın ameline kapı açar.” (Müslim)
Mütalaa: Müslümanın aklı fikri, maddi manevi varlığı güçlü olmalıdır. Belli bir alanda uzmanlaşan fakat müspet her konuda iyi eğitim alan, okuyan, düşünen, para kazanan ve böylece zekat ve sadaka veren, hareket eden, şişmanlamayan müminleri Rabbimiz, aksi durumdaki müminlerden daha fazla sevmektedir.
Aksi durumdakiler de imanları gereği elbette değerlidir; fakat Müslüman, bu dünya hayatında her bakımdan aksiyoner bir kişiliğe sahip olmalıdır. Sünepe, mızmız, zavallı, pespaye Müslüman makbul bir Müslüman değildir.
Müslümana menfaat veren şeyler maddi ve manevi konulardır. İbadetler baştan sonra Müslümana menfaattir; namazından zekatına, işinden gücüne, Allah’ın rızası güdülerek yapılan faaliyetler konusunda, son nefesi verene kadar Müslümanın hırslı olması gerekir. Son nefese kadar namaz, son nefese kadar zekat vermek için zenginlik, son nefese kadar nefse karşı muhalefet!.. Bu konuda müminler, kalben ve fikren Allahü Teâlâ’ya bağlanıp zaaf ve acizlik göstermeden, daima Yaradan’dan yardım talep etmelidirler.
Müslüman bu dünyanın imtihan için yaratıldığını, başa gelen sıkıntıların kulluk için olduğunun şuurundaki kişidir. Tedbirini alır; şayetli konuşmaz, şeytanla barışmaz, takdir-i ilahiye karışmaz.Bilir ki olmuş işler kaderdir; Allah’ın bir takdiridir. Zahiren müminin aleyhine gibi gözükse de gerçekte öyle değildir; ölüm itim, cefa safa!… Değilmi ki Allah’tan; hepsine gerekir vefa.
16-CENNET, NEFİS EĞİTİMİ GÖRENLER İÇİNDİR!
Ebû Hureyre Efendimizden naklediyor:
“Cehennem nefsin hoşuna giden şeylerle, cennet de nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle örtülmüştür.” (Buharî ve Müslim)
Mütalaa: Nefis, insandaki varoluş arzusunun adıdır. Nefis, insan ruhunun bir mahiyetidir; Bir şeyi arzu etme, bir şeye öfke gösterme kuvvetine nefis denilmiştir.
Nefis bir şeyi isterken yahut bir şeye öfke gösterirken, istemesini ve öfkesini kontrol etmek üzere, kişinin nefis eğitimini sağlayacak din gönderilmiştir. Evet, dinin mühim bir gayesi nefsin ıslahıdır. Kuran ayetlerinin ekserisi kişiye bu yönde eğitim verir. İnsana baktığımızda onun duygu, düşünce, tutum ve davranışını nasıl gerçekleştirdiği bize o insanın nefsi eğitimi alıp almadığı husunda bilgi verecektir. Nefis terbiyesine sahip kişi, hayatını ahlaki değerler doğrultusunda yaşayacaktır. Ne kendi ruhuna ve bedenine bir zarar verecek, ne de başkalarına bir haksızlık edecektir.
Bir kişinin nefsinin ıslah olup olmadığının en mühim göstergesi kişinin, iman ve amel sahibi olmasıdır. Eğer mümin kişi, namazını kılıyor, orucunu tutuyor, zekatını veriyor, helala ve harama dikkat ederek hayatını yaşıyorsa, o insan nefis eğitimi yapmış kutlu biridir. Kendi nefsini ıslah ettiğinden, insanî kapasiteyle, ne kendine ne de diğer insanlara bir zarar vermeyecektir.
Nefis eğitimi yapıp ahlakî olgunluğa erişmemiş, helal, haram kavramı oluşmamış pragmatik kişiler, kendinden başkasını düşünmeyecek ve önemsemeyeceklerdir. Nefis terbiyesine sahip olmayan kişilerin dış başarıları da geçicidir; ailesi dağılan, işyeri kapanan, arkadaşlarını, dostlarını kaybeden insanların sorunu neticede ahlakî değerler yoksunluğudur. (Kumar, içki, faiz, uyuşturucu, fuhuş, yalan, iftira, kıskançlık, ihanet vb. kötü haller…)
Kuran’daki kimi âyetlerde Rabbimiz, ıslah olmuş, eğitilmiş nefis sahibinin cennete gireceği müjdesini vermiştir. “Şüphesiz, Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet mukabilinde satın aldı.” (Tevbe 111) Nefis terbiyesi insanın en önemli eğitim problemidir. Aslında aile ortamında başlayıp ilk okuldan üniversiteye kadar, eğitimin temeli, kişinin nefsinin ıslahını esas almalıdır. Öğrencilere matematikten, Türkçe, sosyal bilgiler, tarih, fizik ve kimyadan vb. derslerden önce, verilmesi gereken eğitim, iman ve ahlak eğitimi olmalıdır. Ki, bu temelin üzerine kurulacak kişilik binası sağlam bir bina olabilsin. Çok iyi bir doktor, mühendis, avukat vs. olabilirsiniz; fakat ahlakî değerlerden yoksunsanız, siz gerçekte pragmatik bir hayvandan öte bir şey değilsiniz.
İnsanın cennete layık olabilmesi nefis eğitimi görmesi şartına bağlıdır. Allah’ın beğendiği kişi işte bu nefis eğitimini yapmış kişidir: “Ey mutmaine nefis. Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. Salih kullarım arasına katıl ve cennetime gir.” (Fecr, 27-30)
Sonuç olarak; nefis eğitimi, sınırları din tarafından belirlenmiş emir ve yasaklar doğrultusunda, nefsin ahlakî bir çerçeveye kavuşturulmasıdır. İstikamet sahibi insan nefis eğitimine sahip insan demektir. Nefis eğitimini yapamayanların dini bir istikameti yoktur, onlar nefislerini ilâh yerine koyup ona kulluk etmelerinin bir bedeli olarak, cehennem cezası çekeceklerdir; istikâmet sahipleriyse, onlar, cennete ulaşacaktır.
17-ALLAH SANA VERİYOR, SEN DE BAŞKASINA VER!
Allahü Teâlâ, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav), bir hadis-i kutsisinde şöyle buyurmaktadır:
“Size fazl verdim ve sizden karz istedim. Kim, kendisine verdiğimden isteyerek bana bir şey verirse ona dünyada karşılığını acele veririm, ahrette vereceğimi de biriktiririm. Kimden de verdiklerimin bazısını, o istemediği halde geri alırsam ve o buna karşı sabır gösterip sevabını benden beklerse ona desteklerimi ve rahmetini vacip kılarım. Onu hidayete ermişlerden yazarım, bana bakmasını ona mubah kılarım.”
Mütalaa: Fazilet ve kemal sahibi, iyiliklerle, erdemlerle donanmış bir insan olmak fazldır. Allahü Teâlâ’nın müminlere büyük fazl-ı ilahisi, onları iman sahibi kılmasıdır. Ardından maddi manevi nimetler verip kalplerine cömertlik, ilim, marifet, hüner gibi meziyetleri de ihsan etmesidir. Allah’ın kendisine verdi maddi ve manevi imkânları başkasına da imkân kılmak, cömertlik ve bağışta bulunmak ve bunu sırf Allah için yapmak, olgun bir mümin olmanın somut bir göstergesidir.
Fazl-ı Rabbâni her varlığı kuşatmıştır. Her bir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren rabbimizdir. Sonsuz merhamet ve şefkat sahibi Rabbimizin verdiği hayatla hayat sahibiyiz, nimetleriyle nimetleniyoruz. Rabbimiz, bize göz vermiş, el ayak vermiş, ağız, burun, kulak vermiş. Yetmemiş bir dünya ve uzay vermiş; yetmemiş insan için enva-ı çeşit nimetler hazırlamış; yetmemiş insana bir de ebedilik ve ebedî kalacağı cennetler vadetmiştir; her ne vermişse Rabbimiz, karşılığında insandan bir şey istememiştir. Rabbimiz sadece tavsiyede bulunmuştur ki, ‘Ey insan! Eğer sen, seni yaratan, sana hayat ve nimet verenin ben olduğuma inanıyorsan o zaman sana verdiğim maddi ve manevi imkânlardan, benim rızamı dileyerek, çevredeki insanlara, onlardan bir karşılık beklemeden ver; o zaman dünyada sana verdiğim her şeyi ziyadeleştiririm, ahrette ise cennet gibi ebedi bir nimet seni bekliyor olacaktır.’
Dünya imtihan dünyasıdır. Allahü Teâlâ, kuluna verdiği bir nimetini, imtihan gereği, geri de alabilir. Hadis-i Kutsinin devamında yer alan “Kimden de verdiklerimin bazısını, o istemediği halde geri alırsam ve o buna karşı sabır gösterip sevabını benden beklerse ona desteklerimi ve rahmetimi vacip kılarım. Onu hidayete ermişlerden yazarım, bana bakmasını ona mubah kılarım.”
Rabbimizin cömertliği verdiği bir nimeti geri almaya manidir. Geri alma kişinin bir imtihan sorusudur. Rabbimiz ömürleri boyunca insanları sınar; bazen evlat verir, evladını geri alır; bazen mal mülk verir malını mülkünü geri alır; bazen makam mevki verir, makamını mevkiini geri alır. Eğer kul, farkındalığını korur, başına gelenlerin bir hikmet gereği başına geldiğini ve kendi lehine olduğunu bilirse, Rabbinden razı olmuş olur ki, Rabbi de o kuldan razı olur. Her ne vermiş ve geri almışsa, o Allah indinde ödünç bir geri almadır. Kulu memnun edecek çok daha büyük nimetler onun sabrı ve şükrü karşılığı olarak, gerek dünyada gerekse ahrette kendisine verilecektir.
Demek oluyor ki, müminler, maddi ve manevi imkânlarını diğer insanlarla Allah rızası için paylaşmalıdırlar; bu onların lehinedir. İkinci olarak, eğer maldan candan bir eksilme meydana gelirse, bunu da Rabbin bir imtihanı bilip rıza gösterip sabretmelidir; rıza ve sabır kulların lehinedir. Gâhi keder gâhi sürur; her durumda Allahü Teâlâ’ya teslim olanları Rabbimiz destek ve rahmetiyle kuşattığını, onları hidayet üzere tuttuğunu ve onları cennette cemali ile müşerref kılacağı müjdesini vermektedir ki, büyük bir lütuf ve mazhariyet olacaktır.
18-OLUMLU-OLUMSUZ, HER DURUM MÜSLÜMANIN LEHİNEDİR
Süheyb İbnu Sinan Radiyallahu Anh anlatıyor. Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi Vessellem şöyle buyurdular:
“Mümin kişinin durumu ne kadar şaşırtıcıdır! Zira her işi onun için bir hayırdır. Bu durum, sadece mümine hastır, başkasına değil. Ona memnun olacağı bir şey gelse şükreder, bu ise hayırdır; bir zarar gelse sabreder, bu da hayırdır.” (Müslim.)
Mütalaa: Nimetlere seviniriz, mutlu oluruz; sıkıntılar ise bizi üzer, kederleniriz. Bunun sebebi dünyanın bir imtihan yeri olduğu gerçeğini akıldan çıkarmak ve Allah’a tam teslim olamamaktır. Hayır-şer dünyaya özgüdür; peygamberler dahil, her insan çeşitli olumlu olumsuz olaylarla sınanır durur. Hayırlı sandığımız bir şeyin sonucu hayırsız çıkabilir, hayırsız gibi gözüken bir olayın sonucu da hayırla bitebilir. Herkes kendi nefsinden yahut çevresindeki insanların hayatından bu tür örneklere vakıftır.
Kuran’da Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın kıssası da bize göstermektedir ki, olayları sadece göründükleri kadarıyla değerlendirmek ve hüküm vermek bizi yanlış sonuçlara götürebilecektir. Hz. Hızır izah edinceye kadar Hz. Musa yaşanılan hadiseleri olumsuz olarak değerlendirmiş ve Hz. Hızır’ı eleştirmiştir. Ancak Hz. Musa’dan farklı bir bilgiye sahip olan Hz.Hızır’ın açıklamaları sonucu gerçeğe vakıf olmuş ve olumsuz üç örneğin de aslında, sahiplerinin lehine olduğunu anlamıştır.
Amentü Duasında, malum olduğu üzere, şöyle demekteyiz: “Amentü billahi ve melâiketihi, ve kütübihî ve rusülihî ve’l yevmi’l-âhıri ve bi’l-kaderi, hayrihî ve şerrihi mina’llâhi teâlâ ve’l-ba’sü ba’de’l mevt. Haggun, Eşhedü en lâ ilâhe illAllâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlühü. / Ben Allâhü Teâlâ’ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere ; hayır ve şerrin Allâhü Teâlâ’nın yaratmasıyla olduğuna inandım. Öldükten sonra dirilmek de haktır. Ben şahadet ederim ki, Allâhü Teâlâ’dan başka ilâh yoktur. Ve yine şahadet ederim ki, Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) O’nun kulu ve peygamberidir.”
Mümin kullara Kuran’ın talimatı ve Efendimiz’in sünneti ‘İman, tevekkül, şükür ve sabır’dır. Tevekkülü yanlış anlamamalıdır; kişi iradesini daima hayırlı olandan yana koymaya ve hayırlı olanı elde etmek için eylemde bulunmaya mecburdur. Hasta olan doktora gitmek zorundadır! Demek ki tedbir alıp lehte-aleyhte, çıkan sonuca sabretmek, kulu her iki dünyada selamete erdiren yegâne yoldur.
19-BEDENİ HASTALIKLAR TEDAVİYLE, MANEVİ HASTALIKLAR TÖVBE İLE ŞİFA BULUR.
Bir Tirmizi hadisinde Rabbimiz, Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’e şu müjdeyi vermektedir:
“Ben affetmekte çok cömert ve pek büyüğüm. Kul, günahına pişman olup da Benden bağışlanma diledikçe Ben de onu bağışlarım; dünyadayken ayıplarını, kusurlarını örterim, ahrette ise günahlarını ifşa edip onu rezil etmem.”
Mütalaa: Bu imtihan yeri olarak kurulmuş fani dünyada günahsız kul var mıdır? O halde kul günahını bilip Rabbinden daima kendisini affetmesini talep etmelidir. Neyin günah neyin sevap olduğunu bize bildiren Allahü Teâlâ’dır. Yalan mı söyledin, faiz mi alıp verdin, içki mi içtin, zina mı ettin, kumar mı oynadın, hırsızlık mı yaptın, haram şeyleri mi yeyip içtin veya kullandın, insana hayvana karşı kötü muamelede mi bulundun, iftira mı ettin, kin ve kibir mi güttün, eğer bu günahlarının farkına vardınsa o zaman hemen pişmanlık göster ve her halini görüp bilen Rabbine günahını itiraf edip tövbe et. Eğer gerçekten pişmanlık duydunsa, Rabbimizin vaadi var ki, pişman olanın günahlarını örtecektir.
Kişinin bedeninde ortaya çıkan bir rahatsızlık, maddi ve manevi yönden kişiye sıkıntı verir. Kişi hastalanır tedavi olur, hastalığına sabreder, şifa bulur yahut bulmaz; her durum lehinedir. Vefat etse, iman sahibi ve derdine sabretmiş bir kul olarak, inşallah cennete gider. Asıl helak edici hastalık, günahlardır ve günahları bir yaşama şekli haline getirmektir. Hele bir de faiz, içki, sigara neden günahmış! gibi Allah’ın yasaklarını sorgulamak küstahlığında bulunmak kişiyi cehenneme kadar sürükler.
Sıhhat, maddi ve manevi hastalıklardan beri olmaktır. Bedeni hastalıklar tedavi ile manevi hastalıklar ise tövbe ile şifa bulur inşallah. Yeter ki kul samimi olabilsin. Çeşitli ayetlerde Rabbimiz, şu ikazı yapmaktadır: “Allah ziyadesiyle affedici ve bağışlayıcıdır.”; “O öyle bir Allahtır ki, kullarından tövbeyi kabul eder, onların kötülüklerinden geçer.”; “Rabbinizden mağfiret dileyin, çünkü O, ziyadesiyle mağfiret edendir.”
Hayatı ihlaslı bir Mümin olarak yaşamaya gayret etmelidir ve işlenen günahların farkında olunmalıdır. Günahı fark edip tövbe etmek, haya alametidir; utanmadır; pişmanlıktır. Kul nefsine uyup da işlediği günahlar sebebiyle Rabbinden utanırsa, pişmanlık hissi kalbini sarıp sarmalarsa, Gaffar ve Rahim olan Rabbimiz de onun ayıplarını örteceğini bildirmektedir. Eğer kişi günahını umursamaz, helal haram bilmez ise hem bu dünya da hem de ahrette utançlara ve cezalara müstahak olacaktır. Gün gelir, hesap görülür, Rabbimiz, utanmazların, hayasızların kirli bohçalarını açar, her hallerini ortaya çıkarır, onları rezil ve rüsvay eder ve cehennemine sürür!
Yalancı tövbekarlardan olmamak gerekir. Pişmanlık duyup tekrar tekrar aynı günahların ardı sıra koşmak, yalancılıktır. Unutmamalıdır ki, günahların örtülmesi işlenen günahlara bir daha donülmemesi ile mümkün olmaktadır. Kalp pişmanlığı ve eylemde istikamet üzere yaşamakla gerçekten tövbe edilmiş olur. Günahına kalben ve fiilen tövbe edenlerin günahlarının hesabından Rabbimiz hem bu dünyada hem de ahrette geçmiştir.
20-KAZA, KADER ve RIZA
(İbn-i Abbas Resulullahtan rivayet ediyor): Allah’ın Levh-i Mahfûz’da yazdığı değişmez bir vaadi şöyledir:
“Kim kazama teslim, hükmüme razı olur ve belama sabrederse, kıyamet gününde onu sıddıklarla birlikte diriltirim.”
Mütalaa: Varlık üzerindeki oluş ve yok oluş Allahü Teâlâ’nın bir kaza ve kaderidir. Başa gelen acı olaylar, sıkıntı, darlık, çeşitli hastalıklar, felaketler, musibetler, bedbahtlıklar vb. haller hep kazadır. Kaza; yargı, hüküm ve infaz içerir. Allah’ın kazası gelince geniş yer dar olur; kaza gelince göz kör olur! Kazadan kaçmak, kurtulmak mümkün olmaz.
Hüküm Allah’a aittir; takdir eder ve takdirini uygular. Tüm varık ve eşya kader dairesinde mevcutken, onlardaki her türlü değişim kazadır. Bir insanın varlığı onun kaderi ise varoluşu da kaderinin kazasıdır; yani iyi-kötü yaşadığı hayat, kaderin kazayla vücut bulmasıdır.
Allah, bir kimseyi var etti mi o kimse çeşitli hadiselerle bir sınav yeri olan dünyada sınanır. İmanının derecesi hadiselere verdiği tepkiyle ortaya çıkarılır. “Sizden çaba gösterenleri ve güçlüklere karşı direnenleri ortaya çıkarıncaya kadar sizi deneyecek ve kalitenizi sınayacağız.” (Muhammed 31); “Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya 35); “O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.” (Mulk 2); “Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.” (Bakara 155)
Kazaya razı olmak, bilinçli bir iman ve Müslümanlığın göstergesidir. Demek yaşananlar imtihandır, öyle ise kazada sabır gerekir, iman ve itikatta ise sebat esastır. İmtihan sadece olumsuz gibi gözüken hadiselerle olmaz bazen de iyi gibi gözüken hadiselerle olur. Örneğin fukaralık zahiren kötü bir şey gibi gözükür zenginlik ise yüceltilir. Ne var ki, zengin şımarır, parasıyla cehenneme gider; fukara sabreder, fukaralığıyla cennete gider!
Kader kaza ile şerh olunca; gizli açığa çıkınca, imtihana karşı sabır ve rıza gerekir, kul nimetle azmaz, beladan yakınmaz ise, Rabbimiz o kimseye sıddıkların gireceği özel cenneti vadetmektedir. (Sıddık: Kuran ahlakıyla süslenmiş, özü sözü dosdoğru Müslüman kişi demektir. Sıddık kimse Allah’ın kaderine ve kazasına razı olmuş, hakikati Hak’tan bilip Hakk’a baş eğmiştir.)
21-ALLAH’IN SEVGİSİNİ Mİ İSTİYORSUN, ÖYLEYSE RIZASINI KAZAN!
(İbn-i Neccâr ve Muhacir b. Habib (ra)’den rivayet edildi. Hadis-i kudsî‘de de Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Ben hikmet sahibinin her sözüne karşılık vermem; ancak onun, Allah’ın razı ve hoşnut olduğu, hissiyat ve arzusuna karşılık veririm. Onun hikmetini konuşmasa bile , Allah’a hamd ve saygı olarak değerlendiririm.”
Mütalaa: Bir işi yerli yerince yapmak bilgiye, tecrübeye dayanır. Kişinin işi de sözü de hakimane olmalıdır; kişinin işinde ve sözünde bir gaye gözükür ve bu gaye de Allah’ın rızasına yönelik olursa, bu söz ve eylem, tahakkuk etmese bile, onu yapmayı arzu ettiğinden dolayı, Allah katında bir hoşnutluk ve kula yönelen ilahi bir sevgi sebebi olmaktadır. Allah, kulunun, lafzi yahut fiili, amelini kabul ettiğinde, o kula ikbal eder; ondan hoşnut olur ve mükafatlandırır. Kişinin Allah’ın razı olacağı sözleri söylemesi ve eylemleri yapması kolay bir iş değildir; çünkü bunu başarmak, ancak nefse muhalefetle gerçekleşebilir. Kimin ki sözü ve eylemi hevâ ve hevesinin bir neticesidir, o kişi sözünde ve işinde haddini aşmıştır; haddini aşmak, Rabbini dinlememek, demektir. Kul, söz ve eylemle neye hizmet ediyorsa, neyin gerçekleştirmeye çalışıyorsa, dünyada ve ahrette, kendisine onunla mukabele edilecektir. Bu, ilahi bir kanundur.
Furkan suresinin kırk üç ve Casiye suresi yirmi üçüncü ayetlerde; “Gördün mü hevesini tanrı edinen kimseyi?..”; “Şimdi bana haber ver; hevâ ve hevesini tanrı edinmiş!..” ifadeleri şiddetli bir tehdit ve eleştiri içermektedir. Rabbimiz, arzularını şeriatle sınırlamayan ve şeriat ilkelerine bağlı olarak gerçekleştirmeyen kişileri nefislerini ilah yapmış ve kendi kişisel arzularına göre bir hayatı seçmiş kimseler olarak görmekte ve bu kişilerden hoşnut olmadığını açıklamış bulunmaktadır.
İnsan etkili bir hatip olabilir, sözünden ve kaleminden, inciler saçabilir; ama eğer, sözüyle ve fiiliyle, murat ettiği Allah’ın rızası değilse o söz ve fiil benliktir, enaniyettir, nefse ubudiyet zilletidir. Allah, bu tür insanları asla sevmemektedir. Allah’ın bir kişiyi sevmesinin yolu, o kişinin iman edip, Kuran’a ve Sünnete bağlı bir hayat yaşamasıdır. Al-i İmran otuz birinci ayette, Hz. Muhammed (sav)’in Allah katındaki yeri vurgulanarak, şöyle buyrulmaktadır: “Eğer siz Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”
Kuran’i Kerim’de; Muttekîn (takva üzere yaşayan); muhsin (iyilik ve güzellik üzere yaşayan); tevvâbîn (günah işleyince hemen pişmanlık duyan ve bir daha o günaha dönmemeye çalışan); mutetahhirîn (içini dışını temiz tutan); sâbirîn (acı-tatlı olaylar karşısında Allah’ın koyduğu sınırları gözeten) ve muksıtîn (her işinde adalet üzere hareket eden) insanları Mevlamız sevdiğini açıkça beyan etmiştir.Bunun zıttı nefse uymak ve sevilmemektir. Kişi bu sıfatlarla sözünü ve fiilini süslediği zaman vekâr sahibi (şerefli) bir Müslüman olmaktadır. İlahi emir ve yasakların bir sebebi de budur: Kişiyi nefsine kulluk etmekten kurtarıp Rabbine yöneltmek, şerefli ve sevgili bir insan kılmak.
22- KADERİ DUA ÖNLER, ÖMRÜ İYİLİK UZATIR!
Sevbân (ra)’in rivayetine göre Allah’ın Resulü Hz. Muhmmed (sav) şöyle buyurdu:
“Kaderi ancak dua önler, ömrü ancak iyilik uzatır.” Ebû Hüreyre’den rivayet edilen bir diğer hadis ise şu şekildedir: “Kim bana dua etmezse ona gazap ederim.”
Mütalaa: Dua ile ilgili bu sayfada 6. sırada yer alan bir hadiste duanın önemiyle ilgili Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’in “Dua ibadettir.” hadisini ele almıştık. Bu hadislerle konuya biraz daha yakından bakmaya çalışacağız. Dua, özü itibariyle âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.
Şeyhülislam İbni Kemal Paşazade’nin konuyla ilgili bir değerlendirmesi şu şekildedir: Rad suresinin “Allahü Teâlâ, dilediğini siler, dilediğini değiştirmez. Ümm-ül-kitab Ondadır” mealindeki 39. ayet-i kerimesi, levh-i mahfuzu bildirmektedir. İnsanın işine göre, ömrü ve rızkı değişir. Kaza-i muallak, levh-i mahfuzda yazılıdır. Eğer o kimse, iyi amel yapıp duâsı kabul olursa, o kaza değişir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabul olan dua, o belâ gelirken insanı korur.” (Taberânî); “Kaza-i muallakı hiçbir şey değiştirmez. Yalnız dua değiştirir ve ömrü, yalnız ihsan, iyilik artırır.” (Hakim). Bir diğer hadis: “Sıla-i rahm ömrü uzatır.” (Taberânî)
Duanın belayı önlemesi de kaza ve kaderdendir. Şemsiye yağmura siper olduğu gibi dua da belaya siper olur. Kaderin levh-i mahfuzda yazılması kazadır. Bir kimseye takdir edilen bela, kaza-i muallak ise, o kimsenin dua etmesi de takdir edilmişse, dua eder, kabul olunca belayı önler. Ecel gelince gecikmez. Fakat ecel gelmeden önce, sadaka ile dua ile salih amel ile ömür uzar.
Davud aleyhisselamın yanına iki kişi gelip birbirinden şikayette bulundular. Azrail aleyhisselam da gelip “Bu iki kişiden birincisinin eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişti; fakat ölmedi” dedi. Davud aleyhisselam hayret edip sebebini sordu. Azrail aleyhisselam, “İkincisinin bir akrabası vardı. Buna dargındı. Bu gidip onun gönlünü aldı. Bundan dolayı Allahü teâlâ, buna yirmi yıl ömür takdir buyurdu,” dedi.
Dua; tövbedir, mağfiret ve rızayı ilahiyi taleptir. Dua da Allahü teâlâya yönelme söz konusudur. Kişinin rağbeti kime ise kulluğu da onadır. Nasıl günde beş vakit namazla insanın Rabbine olan rağbeti canlı tutuluyorsa duayla da ibadetler ve kulluk âdeta mühürlenmekte ve taçlanmaktadır.
Bu hadisi şeriflerin ve benzer hadislerin bize öğrettiği şudur: Rabbimiz duasız kulu sevmemektedir. Dua, kişinin her hâlini Rabbine arz etmesi ve Rabbinden yardım dilemesidir. Kişinin rağbeti; namazı niyazı, yalvarıp yakarması sadece Allah için olmalıdır ki ilahi sevgi ve ilahi yardım, bereketli bir ömür kula nasip olsun.
Ebû Hüreyre hadisinde Efedimiz şöyle buyurdu: “Rabbimiz her gece, gecenin son üçte biri kalınca, dünya semasına tecelli edip şöyle buyurur: Yok mu bana dua eden? Duasını kabul edeyim. Yokmu benden isteyen, isteğini vereyim. Hani dua eden, duası kabul olunsun. İstiğfar eden yok mu, günahı affedilsin. Sabah iyice aydınlanıncaya kadar böyle devam eder.” Diğer bir hadiste ise Resulullah şu açıklamayı yaptı: “Dua müminin silahı, dinin direği, göklerin ve yerin nurudur.”
Â’raf suresi elli beşinci ve elli altıncı âyetleri şu şekildedir: “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilin ki O, haddi aşanları sevmez.”; “O’na, korkarak ve umarak dua edin. Şüphesiz iyilik yapanlara Allah’ın rahmeti yakındır. ” Mü’min suresinin altmışıncı âyetinin mesajı şu şekildedir: “Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin, duanızı kabul edeyim…” Bakara suresi yüz seksen altıncı âyette ise Allahü Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.”
23-ALLAH’A AİT OLDUĞUNA İNANIYORSAN KORKMA!
İbn-i Abbas’dan rivayet edilen kudsî hadiste Allahü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Kim benim günahları bağışlamaya kadir olduğumu bilip bana bir şeyi ortak koşmazsa, aldırmaz onun günahlarını bağışlarım.”
Mütalaa: Allahü Teâlâ’nın kudreti her şeyi yapmaya kafidir: Rabbimizin galip gelemeyeceği yahut kahredemeyeceği veya bağışlayamayacağı bir durum ya da bir günah olamaz. İnsan acizdir; fakat Rabb kadirdir. Diler kişinin suçunu örter, diler günahı karşılığında kuluna azap eder.
Günahı itiraf, günahtan duyulan pişmanlık mağfiret sebebidir. İman sahibi kimse günah işlediğinde içine pişmanlık çöker. Kişi utanç ve hüzünle Rabbine rücu edip “Yarabbi! Sen her şeye kadirsin, görüp bilensin; ben, şu günahı işledim, beni Senden başka kim affedebilir; beni bağışla!” diye dua etse, inşallah vaadi vardır ki Rabbi, günahkar kulu affedecektir.
Günahı günah saymamak, umursamamak kişinin nefsini ilah yapması anlamı taşır; bu, şirktir. Nefsini layüsel (sorumsuz) sayan puta tapan gibi, şirk içindedir. Şeytanın timsali olmuş bu iki ayaklılar, Rabbin Kahhar sıfatıyla karşılaşacaklardır ki, bu da Rabbin vaadidir.
İnsan sevabıyla günahıyla kendini Rabbine ait bilmeye mecburdur. Allah’a iman bunu gerektirir. Her ameli kabul edecek yahut reddedecek kişinin Rabbidir. Kişinin başka bir ilahı yoktur ki ona yönelsin. Bu bilinçte olmayan kişi tek başınadır; şirkte kalmak tek başına kalmaktır. Çünkü şirk, bir aldanmadır; Allah’ın şeriki yoktur.
24-ALLAHÜ TEÂLÂYI ZİKRET
Hz. Muhammed (sav) şöyle buyurdu:
“Kim beni kendi içinde zikrederse, ben de onu kendi nefsimde anarım, kim beni bir topluluk içinde zikrederse, ben de onu ondan daha çok ve daha güzel bir topluluk içinde anarım.” (Ebû Hüreyre’den rivayet edilmiştir.)
Mütalaa: Zikir; anmak, hatırlamak, yad etmek manalarındadır. İnsan, uyku hali hariç, isteyerek istemeyerek bir şeylerle meşgul olur. İnsanların büyük çoğunluğunun günlük meşgalesi dünya ile ilgilidir. İş-güç, siyaset, ticaret, nefsin istekleri insanın günlük meşguliyetinin önemli başlıklarıdır. Bu meşguliyetlerin arkasındaki duygu ve düşünce de kişinin enaniyetini tatmindir. İnsanı, kendisini âlemin merkezi görmekten kurtaracak olan ise, Allah’ı bilmesi ve O’na teveccüh etmesidir. Kişide bu farkındalığı sağlayan metodun adı da zikirdir.
Başta beş vakit namaz olmak üzere diğer bütün ibadetler niyet ve fiille gerçekleşen birer zikirdir. Lafzı yahut fiili, kişi Allah’ı andığında Allah da o kişiye büyük bir değer vermektedir. Allah, daima insanla birliktedir; insan, farkındalık halinde, Allah’la birlikte olduğunu anlayıp hissettiğinde ‘zikir’ gerçekleşmiş olmaktadır. Kul, kininden, kibrinden, gururundan, menfaatinden sıyrılıp da Rabbine teveccüh ettiğinde Rabbi de kuluna teveccüh etmektedir. Kul, Allah’ı anınca Allah da kulunu anmaktadır; kul Rabbine yönelince Rabbi da kuluna yönelmektedir.
Kuran’ın bazı ayetleri bize Rabbimizin en büyük zikrinin Kuran olduğunu göstermektedir. Yasin suresinin on birinci ayetinde bu husus şu şekilde vurgulanmıştır: “Sen ancak zikre (Kur’an’a) uyan ve görmeden Rahman’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylesini, bir mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.” Demek ki Kuran okumak, ayetleri tefekkür etmek en büyük bir zikirdir. Aklın ve kalbin tatmini anacak Kuran okumak, anlamak ve amel etmekle mümkün olabilecektir. Kuran’da zikrin önemine dikkatimizi çeken bazı ayetler şu şekildedir:
“Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d 28 )
“Ant olsun ki, Rasulullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzâb 21)
“Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, taata devam eden erkekler ve taata devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb 35)
“Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab’ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah’ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz.” (Zümer 23)
“Kim Rahmân’ı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.” (Zuhruf 36)
“Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Cum’a 10)
25-ALLAH İÇİN TEVAZU GÖSTERMENİN ÖNEMİ
Hazreti Muhammed (sav) Allahü Teâlâ’nın kudsî hadiste şöyle buyurduğunu haber verdi:
“Kim Benim için tevazu gösterirse Ben onu şöyle kaldırırım.” (Peygamberimiz bu sırada avucunu yere koydu ve daha sonra avucunu göğe doğru çevirdi.)
Mütalaa: Tevazu; alçak gönüllülük; yumuşak huyluluktur. Kişinin Allahü Teâlâ’ya karşı tevazuu emrine itaat etmek, daima kulluğu gözetip boyun eğmek, Rabbini hatırlayıp herkese karşı alçak gönüllü ve yumuşak davranmak; her işinde Rabbine rücu etmek ve nefsine uymamak anlamlarını taşır.
Tevazu müminlerin sıfatlarındandır; müminler mütevazı kimselerdir. Müminlere bu vasfı veren Rabbimizdir. Kuran’ın emirlerine boyun eğdiklerinden müminler mütevazıdır. Mütevazı mümin; kimin söylediğine bakmaz, Kuran’ın emir ve yasaklarına ters düşmeyen hikmet kabilinden her türlü bilgiyi, doğru söz ve uygulamayı kabul eder.
Kuran’da, insana istikamet üzere bir hayat yaşaması emredilmiştir. Mümin kişi kendini Hakkın hakimiyetine terk etmiştir; kendini Allahü Teâlâ’nın mülkü bildiğinden, istikamet üzere yürürken başına ne gelse, onu Rabbinin kendi üzerindeki bir tasarrufu bilir, ilahi tasarrufu tevazuuyla karşılar, razı olur.
Tevazuun zıttı kibirliliktir ki, kibirli kimsenin hasmı Rabbil alemin olan Allah’tır. Allah (cc) müminleri bir birine kardeşi kılmıştır; kavmine, yaşadığı coğrafyaya, maddi ve manevi durumuna bakmadan, ayrım yapmadan, kişinin her Müslümanı kardeşi bilmesi, tevazudur. Akla uygun her türlü izah, rivayet yoluyla gelen ve belli gerçeklikleri içinde taşıyan bilgileri kabul etmek, hak söze karşı inatçılık etmemek, tevazudur. Mesela ‘Peygamberimiz deveye bindi, ben otomobile binmem!’ demek, akla ve hikmete aykırı davranmak olacaktır ki, bu tür hâller tevazu değil, hem cahillik hem de kibirliliktir.
Müminler ciddi ve ağırbaşlı kimselerdir; dünya hayatını tevazu ve vakar içinde yaşarlar. Tabir caizse, olur olmaz her işe karışmaz, bilmediği konuda lafazanlık ve inatçılık etmez, münakaşa ve kavga çıkarmaz, hakkı kabul etmeyen kimseyle muhatap olursa selametle der ve yoluna devam eder. Çünkü Hakka karşı muhalefet eden kişiye gerekeni yapacak olan kişinin Rabbidir.
Mümin; herkese yakınlık gösteren, kolay, yumuşak ve mütevazi kimsedir. Neticede tevazu sahibi mümin kimse Hakkı seven ve Hakka teslim olmuş, Müslümanlara karşı alçak gönüllü, inançsızlara karşı da onurlu bir duruşa sahiptir. Mümin tevazuu Allah için gösterir, bu hâl onun manevi gelişmesini ve olgunluğunu kemale erdirir.
Kişi tevazulu değilse kibir üzeredir!.. Unutmamalıdır ki İslam dininin Peygamberi Hazreti Muhammed (sav) son derece mütevazı bir kimseydi. Çocuklardan yaşlılara, bilgililerden bilgisizlere, toplumdaki her türlü insanla rahat bir şekilde diyalog kurardı. Çocuklara selam verir hallerini sorardı; gerektiğinde kendi söküğünü diker ve ayakkabısını tamir ederdi; koyun sağar, ev işleri yapardı; hastaları ziyarete gider, cenazelere katılırdı; kölenin davetine icabet eder, hizmetçilerle aynı sofrada yemek yer ve onların şikayetlerini dinlerdi; yeri geldi mi merkebe de binerdi; yumuşak kalplilik ve merhamet her durumda Peygamber Efendimizin en belirgin özelliğiydi… Onun gibi tevazu sahibi olmayanlar onun izinden gitmiyorlar demektir.
26- ZENGİNLİK-FAKİRLİK VE PAYLAŞIM SORULARI
İbnü’n-Neccâr, Enes (ra)’dan rivayet etti. Kudsî hadiste Allahü Teâlâ Hz. Musa’ya, vahy ile şöyle buyurmuştur:
“Ey Musa! Kullarımdan öyle kimseler var ki, Cennettin her tarafını benden istese veririm, bir kamçının kabını istese vermem. Bu, onun katımda güçsüz biri olmasından değil, aksine ona ahrette keremimden çok şeyler vermek ve onu dünyadan, çobanın koyunlarını kötü otlaktan koruduğu gibi, korumak istiyorum.
Ey Musa! Fakirleri zenginlere, hazinelerim onlara yetmediğinden ve rahmetim onları kuşatmadığından dolayı muhtaç etmiş değilim; ancak fakirler için zenginlerin mallarında kendilerine verilecek bir miktarı taktir ettim ve zenginleri, mallarında taktir ettiğim miktarı, hemen verip vermeyecekleri hususunda denemek istedim.
Ey Musa! Eğer onlar bunu yaparlarsa, nimetlerimi onlar için çoğaltır, bire karşı on kat veririm.
Ey Musa! Fakirler için bir hazine, güçsüzler için bir kale, yardım talep eden için bir kurtarıcı ol ki, ben de şiddet anında sana dost, yalnızlığında arkadaş olayım ve gece gündüz seni koruyayım.”
Mütalaa: Her şey bir imtihan sorusudur. Müslümanın zenginliği onun nefsi için zor bir sorudur: Acaba Allah’ın emrettiği zekatı verecek mi veremeyecek mi? Eğer kendisine zenginlik nasip olan kişi malında fakirlerin bir hakkı olduğunu kabul eder ve emredilen şekilde zekatını verirse, bu eyleminin toplumsal sonuçları bir yana, Allah’ın emrini yerine getirdiğinden, zenginlik sorusunu başarıyla cevaplandırmış olacaktır. Başarılı her sınav bir ödül demektir. İşte, kutsi hadiste de bildirildiği üzere, zenginliğindeki fukaranın hakkını çıkarıp gönül hoşluğuyla veren zenginin ödülü, Allah’ın rızalığı ve servetinin kat kat artması, Yaratanın himayesi ve yakınlığı olmaktadır.
Enam suresinin yüz altmışıncı ayetinde şöyle buyurulmaktadır:
“Kim bir iyilik yaparsa, ona on katı vardır. Kim de bir kötülük yaparsa, o da sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır ve onlara zulmedilmez.”
Hadid suresi on birinci ayet de şöyledir:
“Kim Allah’a güzel bir borç verecek ki, Allah da onu kendisine kat kat ödesin. Ona çok değerli bir mükâfat da vardır.”
Allah (cc), sorularla (imkanlar ve olaylarla) mümin kullarını kendisine yaklaştırmak istemektedir. Kimini zenginlik, kimini fakirlik sorusuyla muhatap ederek, duygu, düşünce, tutum ve davranışlarını değerlendirmektedir ki, bu Onun kulları üzerindeki bir tasarrufu ve bir takdiridir. Zengin zenginliğiyle, fakir fakirliğiyle Allah’a yaklaşıyorsa her ikisi de kazanıyor demektir. Zengin malındaki fakirin hakkını vermiyor, fakir de durumuna sabredip, maddi bakımdan rahata ermenin sebebi olan çalışıp çabalamaya ehemmiyet vermiyorsa, her ikisi de soruya doğru bir cevap veremiyor ve sınavlarını kaybediyorlar, demektir.
Dünyadaki sorular (hayatın yaşanmasında tutulan yol) kişilerin ahret hayatındaki durumlarını belirlemektedir. Kuran yolu, hayatı istikamet üzere yaşamayı mümkün kılan yegâne yoldur, bu yoldan giderek ömürlerini tamamlayan insanlar, ister zengin ister fakir olsunlar, hepsi de sorulara doğru cevaplar vermiş ve ahret zenginliğine ulaşmış kimseler olacaktır.
Bir hadisinde Hazreti Muhammed (sav) şu uyarıyı yapmıştır:
“Kul ‘malım, malım!’ der durur. Oysa malından ancak onun üç şeyi vardır: Yiyip tükettiği, giyip eskittiği, verip razı ettiği. Bunun dışındaki mal gidici, sahibini terk edicidir.”
27- DUALARIMIZ NEDEN KABUL EDİLMİYOR
Deylemi’nin Aişe (r.anhadan) yaptığı Kutsi hadis rivayetinde Rabbimiz, Efendimize (sav) şöyle buyurdu:
“Bana dua etmeden önce marufu (dini emirleri) emredin, münkerden (dini yasakları) nehyedin. Bunu yapmazsanız duanızı kabul etmem, dilediğinizi ve yardım talebinizi yerine getirmem.”
Mütalaa: Müslümanlar günde beş kez namaz kılarlar ve namaz kulluk ve duadır. Kulluk ve dua Müslümanın oksijenidir; kulluk ve dua olmadan yaşanan hayat zehirli gazlara maruz kalmak gibidir.
Dua, Allahü Teâlâ ile kurulan bir iletişim, kişinin Yaratıcısını tanındığı ve ona itaat ettiğinin bir göstergesidir. Dua, aynı zamanda, sorunu bir istek olarak netleştirmek, çözüm için yardım istemek, şeytani olandan Allah’a sığınmak, doğru yönlendirme ve karar talep etmektir. Dua, en büyük ruhsal sığınma halidir ve dua edilmesi Kuran’da şu ayetlerle emredilmiştir:
“Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulabilsinler.” (Bakara 186)
“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilin ki O, haddi aşanları sevmez.” (A’râf 55)
Duamızın kabul edilmesi için Bakara 186. ayette görüldüğü üzere “Benim davetime uysunlar” emri bulunmaktadır. Bu emir, Emri bil maruf nehyi anil münker/ Kuran emirlerini emretmek ve Kuran’daki yasakları men etmek görevini bize yüklemiştir. O halde iyiliği kendimiz yapar ve başkasına da tavsiye edersek, kötülüğü kendimiz yapmaz ve başkasının yapmasına da engel olmaya çalışırsak, Rabbimizin rızasına uygun hareket ettiğimizden, dualarımızın kabulü mümkün olacaktır.
Emri bil maruf nehyi anil münker‘siz Müslüman nefis ve şeytanın etkisine açık olduğundan, duası Allah indinde beklediği karşılığı görmeye bilir. Çünkü Kuran Allah’ın kelamıdır, Kuran’a itaat farzdır. Allah’ın sevmediği, beğenmediği tutum ve davranışları yaşama biçimi haline getiren birinin duasının kabulünü beklemesi kişi de hayal kırıklığı doğurabilir. Öte yandan kişi, nefsini kötülüklerden arındırdıkça, beş vakit namazını dikkatli bir şekilde kıldıkça ve ‘bana ne!’ demeyip çevresindeki kötülük kaynaklarıyla mücadele ettikçe, yaptığı duaların bir bir kabul edildiğini de görecektir.
Dinin emirlerine uyulmaz ve yasaklarından kaçınılmazsa bu, en kötü durumdur. Böyle bir ortamda insan dua eder, fakat duası kabul edilmez; kişi yardım ister, Allah’tan yardım görmez, aksine belalar yağmur gibi yağar ve imdadı ilahi koruyucu şemsiyesini açmaz. Neden? Çünkü Müslümanlar Emri bil maruf nehyi anil münker görevini terk etmişlerdir.
Dua etmemek namaz kılmamak gibidir; ikisi de Müslümana emredilmiştir ve ikisi de farz (zorunlu) bir ibadettir. Nasıl namaz için abdest almak gibi şartlar varsa kabul edilen dualar için de şartlar vardır. Sonuç olarak Kutsi hadis bize şunu öğretmektedir: Duanın kabulü için Allah’ın isteğini yerine getirmek zorunludur. Doğru kişi iman, amel ve Allah’a güven sahibi bir kişidir. Allah, sebepler yoluyla Halikıyetini bize her an gösterir; kabul edilmiş dualar, başkalarının hayatına kişinin sokulması yoluyla gerçekleşir. Umulan, umulmayan yerlerden ve kişilerden görülen yardımlar, kabul edilmiş duanın meyvesi olarak kişiye ulaşır. Yeter ki emir ve yasaklara kişi uysun, başkalarının uyması için de samimi bir gayret göstersin.
28- ÖFKE KONTROLÜNDE DİNİ BİR YÖNTEM
Buhari ve Müslim’de yer alan bir hadiste, Rasulullah’ın öfkeyle ilgili şu hadisi zikredilmektedir:
“Pehlivan, insanları yenen değil, pehlivan öfkelendiğinde nefsine hâkim olandır.”
Mütalaa: Modern toplum bireyleri öfkesiz bir gün geçiremiyor denilebilir. Trafiğinden insan ilişkilerine kadar, pek çok ortam ve ilişki biçimi, strese ve öfkeye kaynaklık etmektedir. Aile içi ilişkilerde olduğu gibi, sokakta, çarşı-pazarda, sosyal ortamlarda kişilerin sık sık öfke patlamasıyla muhataplarına zarar verdiklerini, hatta cinayetlere varan sonuçların ortaya çıktığını görüyoruz. Medyada bu yönde her gün çeşitli haberleri okuyor ve diniyoruz.
Öfke fıtri bir histir; bu yüzden kontrolü de oldukça zordur. Bu zorluk şu atasözüyle ne güzel anlatılmıştır: “Öfke elimizde tuttuğumuz kızgın bir tasa benzer, onu taşıyarak ancak kendimize zara veririz.” Birçok hadiste öfke anı yangına benzetilmiştir. Öfke yangınını söndürme yöntemlerini de Efendimiz açıklamıştır. Bu yöntemlerin bazısı özetle şu şekildedir: “Bismillahirrahmanirrahıym.Vela havle vela kuvvete İlla billahil aliyyil’Azıym” gibi cümlelerle Allah’ı hatıra getirmek ve O’na sığınmak; ökeye neden olan tartışmayı sürdürmemek ve susmak; öfke anında kişi ayakta ise geçip bir yere oturmak; yahut ortamdan hemen uzaklaşmak; gidip abdest almak ya da biraz istirahat etmek, hatta yatmak!..
Öfke anında kişi ağzıyla muhatabını yaralar, öfkesi geçmez ise bu kez de tokatla, yumrukla, sopayla, kesici aletle, silahla muhatabına saldırır ve zarar vermeye çalışır. Dikkat edilirse Efendimiz, öfke anındaki pozisyonun süratle değiştirilmesini, bu tahrip edici hissin etkisinden kurtulmakta, öncelikli bir yöntem olarak zikretmiştir. Öfke atmosferi devam ettikçe kişinin öfkesine hâkim olması o derece zor olacaktır.
Öfke anında yapılan bir işte haktan, adaletten söz etmek de pek mümkün değildir. Ağzından çıkanı kulağı duymayan bir adamın o sırada adil davranışlar sergileyebileceğini düşünmek doğru olmaz. Zaten birçok insan, öfke anında yaptıklarından ve söylediklerinden pişmanlık duyar. Bu pişmanlık da şu özlü sözle ifade edilmiştir: “Öfke gelir göz kararır, öfke gider yüz kızarır!” Hele, öfke anında dini inanışlara, dini kutsallara sövüp saymak, kişinin imanına da büyük zararlar verir.
Öfkeli birey ve öfkeli bireylerle dolu bir tapulumda huzur ve güven ortamı tesis etmek de pek zordur. Öfkenin yol açtığı maddî ve manevî zararlar saymakla bitmez. Mesela kan davası gibi, nesilden nesile intikal eden cehaletler ve zulümler, geçmeyen öfkenin ve kinin bir sonucudur.
Öfke rahmanı değil, şeytani bir tutum ve davranıştır. Fussılet suresinin otuz altıncı ayetinde Rabbimiz şu uyarıyı yapmıştır: “Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah´a sığın. Çünkü O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” Al-i İmran suresinin yüz otuz dördüncü ayeti ise şöyledir: “O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.”
29- GÜNAH VE SEVAP… YAPMAK İSTEYİP, FAKAT YAPMAMANIN SONUÇLARI
İbni Hibban, Ebû’d-Derda (ra)’dan rivayet ediyor: Allahü Teâlâ kudsi hadiste Resulullah (sav)’e şöyle bildirmiştir:
“Kulum bir günah işlemeyi isteyip de o günahı yapmazsa, onu o kul için bir sevap olarak kaydedin. Şayet istediği o günahı işlerse, o günahı ona sadece bir günah olarak yazın. Tövbe ederse günahı silin. Kulum bir sevap işlemeyi ister, fakat onu yapmazsa bunu da ona bir sevap olarak yazın. Şayet istediği o sevabı yaparsa onu, on katından yedi yüz katına kadar yazın.”
Mütalaa: İnançlı insan her gün günah-sevap gelgitleri içinde devinir durur. Örneğin namazını kıldığı gibi dedi kodu da eder; orucunu tuttuğu gibi, insanlara öfkeyle de davranır; birisine güler yüzle cevap verdiği gibi bir başkasına asık bir yüzle cevap verebilir. Bazen de insanın yüzü limon satarken kalbi gerçekte muhatabına karşı yumuşaktır. İyilik yapmak istemekte fakat bunu şu bu sebeple yapmamaktadır. Yahut tersi, muhatabına karşı içinde olumsuz hisler kabarmıştır, hislerine uyup o fiili yapsa günaha girmiş olacaktır, fakat bir şekilde bundan vazgeçer. Sevap-günah, kişinin yaptığı davranışlar, özgür iradesinin bir seçimidir.
İnsan kayıtlı bir varlık olduğundan bütün yapıp etmeleri yazılmaktadır. Günah olan bir eylemi yapmaya gücü olduğu halde Allah’tan utanarak yapmaması kişinin nefsine karşı elde ettiği bir başarıdır. Rabbimiz, bu hâli meleklerine kişinin lehine bir kayıt olarak tesbit ettirmektedir. Kişi, nefsine söz dinletemez ve o günahı işlerse bunun karşılığında kişiye bir günah yazılmaktadır.
Kalpten geçen olumsuz ani hislerden dolayı kişi suçlanmaz; ancak bu olumsuz hisleri kişi düşünmeye, eyleme geçirmek üzere fırsat kollamaya başladığında artık masumiyeti kirlenmeye, günahın karanlık bulutları kişiyi sarmaya başlar. Kötü his, eylem şeklinde gözüktüğünde ise günah kaydı melekler tarafından tespit edilir. Bu durumda kişi kasıtlı olarak gerçekleştirdiği günah eyleminden dolayı sorumlu tutulur. İşlenen günahtan sonra kişi derin bir pişmanlık duyar ve o günaha tekrar dönmemek için bir mücadele verirse, hadiste belirtildiği üzere, kişinin lehine sonuçlar doğabilmektedir
Bu kutsi hadis bize şu müjdeyi vermiş olmaktadır: Kişi, dince yapılmaması istenen çeşitli günahlarla hayat boyu sınanır durur; kişi günahlara istek duyduğu ve gerçekleştirmek üzere imkanı olduğu hâlde, bundan vazgeçtiğinde, amel defterine günah işleme niyetinden dolayı bir günah kaydı yapılmadığı gibi, bir sevap kaydıyla kişi ödüllendiriliyor.
Sevap işleme isteğinde ise, kişi, istediği sevabı yapmasa bile, sevap işleme arzusu kayda geçiyor. Yapmak istediği iyiliği yaptığında ise, on katından başlayarak, yedi yüz katına kadar sevap kişinin amel defterine yazılmaktadır.
Dünya aynı zamanda bir günah-sevap işleme imkanıdır, bu özelliğiyle dünya bir imtihan yeridir. Müslümanlar olarak, iki uyku arasındaki zamanımızdan sorumluyuz. Eğer imtihanda olduğumuzu aklımızdan çıkarmadan her günkü günah-sevap alış verişimizin bilançosunu lehimize kapatma imkanına sahip olduğumuzu aklımızda ve vicdanımızda daima diri tutmalıyız.
30.NAFİLE İBADET DİYİP GEÇME!
Ebu Umame (ra) Resulullah’tan rivayet etti. Allahü Teâlâ kutsî hadiste şöyle buyurdu:
“Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder, nihayet ben onu severim. Ben onu sevdim mi, artık ben onun duyduğu kulağı, gördüğü gözü, konuştuğu dili, idrak ettiği kalbi olurum. Dua ettiği zaman duasını kabul ederim, benden bir şey dilediğinde, dilediğini yerine getiririm. Benden yardım talebinde bulunduğu zaman, kendisine yardım ederim. Bana kulluk ettiği şeyin en sevimlisi, benim için yaptığı ameli en güzel şekilde, ihlaslı bir şekilde yapmasıdır.”
Mütalaa: Nafile ibadet farz ve vacip niteliğinde olmayan ibadet anlamında fıkıh terimdir. Farz, vacip ve sünnet ibadetler dışında kişinin daha fazla sevap kazanmak için kendi isteğiyle yaptığı malî ve bedenî ibadetler nafile ibadetler olarak ifade edilmiştir.
Derler ki Mecnun’a her şey Leyla’yı hatırlatırmış! İnsan Mecnun gibi aşk sarhoşu olunca varlık Mecnun’un aşkının öznesi olur. Uçan kuştan esen yele, salınan bir ağaç dalından ıtırlar saçan bir kır çiçeğine her bir varlık aşığa sevdiğini hatırlatır. Aşık uçan kuşla sevdiğine selam gönderir, esen yeli yârinin diyarından haberci sayar…
Nafile ibadet de iman coşkusuyla kulluğu ziyadeleştirmek, her bir yirmi dört saati, Allah için yaşamak demektir. Nasıl her şey aşığa aşkını hatırlatırsa, hayatını Allah için yaşayan kişiye de her şey Rabbini hatırlatır. Susamışın aradığı sudur, iman aşkıyla hareket edenin arzusu da Rabbinin sevgisini kazanmaktır. Kul, Rabbini severse Rabbi kulunu sevmez mi?
Müslümanın seküler bir hayatı yoktur, farz ve sünnet namazını kıldıktan sonra şarap üretmeye gidemez. Mümin kişinin Kuran’la, zikirle, fikirle meşgul olması, bilimle, sanatla, zanaatla uğraşması gerekir. Farzlar başta olmak üzere kademelendirilmiş diğer işlerin ibadet değeri kazanması ve kişiyi Allahü Teâlâ’ya yaklaştırması gerekir. Yüksek kulluk farkındalığına erişen her mümin kimse nafile ibadetleriyle kudsî hadiste ifade buyurulan kulluk mertebesine ulaşacaktır, inşallah.
31-‘RAHMANİ İNSAN-ŞEYTANÎ İNSAN’ SEN, HANGİSİSİN?
Hadisin kaynağı İbni Abbas (ra). Allahü Teâlâ kudsî hadiste şöyle buyurdu:
“Seni elemli yarattım; ismimden senin için bir isim ayırdım; mevkiini kendime yaklaştırdım. İzzetim ve Celâlim hakkı için seninle ilgilenenle ilgileneceğim, seninle ilgisini kesenden ilgimi keseceğim. Sen hoşnut olmadıkça ben hoşnut olmam.”
Mütalaa: Kudsî hadiste, Kuran’daki pek çok ayette olduğu gibi, insana öncelikle eşsiz hilkati bir kez daha hatırlatılıyor. İnsan, esma-ı ilahiye mazhar bir varlık olması sebebiyle diğer bütün varlıklardan üstündür. Rabbimiz, yüce Kuran’daki Tin suresinin dördüncü ayetinde insanın mahiyetiyle ilgili şöyle buyurmaktadır: “Lekad halaknel’insane fiy ahseni takviymin / Biz, insanı en güzel biçimde yarattık.” Varlığın eşsiz bir güneşi ve göz kamaştıran pırlantası olan ‘rahmanî insan’, eğer Yaratıcısını tanımaz ise, yine Tin suresinin bir diğer ayetinde vurgulandığı üzere, “esfele safiliyne / aşağıların aşağısına” düşen ‘şeytanî insan‘ olmaktan kurtulamamaktadır. Bu aşağılık duruma düşmemesi için insanın yapması gereken, yine aynı surenin altıncı ayetinde şu şekilde vurgulanmıştır: “İllelleziyne amenu ve amilussalihati felehum ecrun gayru memnuun / Ancak iman edip yararlı işler yapan kimseler başka; onlar için kesilmez bir mükafat vardır.” Demek, ‘rahmanî insan’ iman etmiş ve yararlı işler yapmış olmak koşuluna bağlanmıştır.
Bu hadisi şerif, insanın diğer insanlarla ilgilenmesini, insanların birbirlerinin maddî ve manevî ihtiyaçlarını gidermesi gerektiğini, bunun bir iman ve kulluk görevi olduğunu öğretmektedir. Bu bağlamda hadis, ‘sıla-ı Rahim- akraba ziyareti’ olarak da değerlendirilmiştir. Hadiste, ‘ismimden senin için bir isim ayırdım’ lafzı ‘rahimiyet’ olarak anlaşılmıştır. İnsan, yekpare bir rahmet tecellisidir, denilebilir. Bu hakikatten dolayı insana verilen mesaj şu olmaktadır: ‘Rabbin sana karşı rahim olduğu gibi, sen de akrabalarına, hısımlarına, eşine dostuna, konu komşuna, bütün insanlığa ve tabiat varlıklarına karşı rahim bir kişi ol! Muhabbetten, kardeşlikten, nasihatten, hakkı tavsiye etmekten geri durma; rahim ol! Seni gören limonu değil, çiçekli meyve dalını hatırlasın; rahim ol! Unutma ki, rahimiyet ilahî tebessümdür!”
Eğer insan rahim bir kişi olabilirse, insan muhteşem bir pozisyon ve benzersiz bir statü kazanmaktadır. Bu pozisyon ve statü, hadiste vurgulandığı üzere, insanın, Rahman’a yaklaşmasıdır. Duygu, düşünce, tutum ve davranışlarıyla Rahman’a benzemeye çalışan insan özel ihsana muhatap olmaktadır. Çünkü o, Rabbimizin eşsiz incisi insanla ilgilenmiştir, öyle ise Rabbimiz de incisiyle ilgilenen o inciyle, özel olarak ilgilenecektir. Yani insan, insana rahmet kanatlarını açarak yaklaşınca her ikisi de makbul bir amel gerçekleştirmiş olmaktadır. Rabbimiz, diğer insanla ilgilenen insanla özel olarak ilgilenmekte, diğer insanla ilgisini kesenle özel ilgisini kesmektedir!
Hadisin son bölümü, “Sen hoşnut olmadıkça ben hoşnut olmam,” şeklindedir. Bereketli bahar yağmurlarından şikayet eden bir tarla, bir bahçe, bir yayla işitilmiş midir! Diğerkamlık en üstün bir ahlaktır ki, rahimiyet dairesinde gerçekleşir. Ziyaret etmeyeni ziyaret eden, iyilik etmeyene iyilik eden, kötülük yapana iyilikle muamele eden rahmetin ve rahim bir kişi olmanın sırrını anlamış ve en yüce bir ahlakla ahlaklanmış demektir.
32-CÖMERTLİK VE GÜZEL AHLAK
Allah’ın Resulü Hz. Muhammed (sav) bir kudsî hadisinde şöyle buyurdu:
“Bu, nefsim için seçtiğim dindir; onu cömertlik ve güzel ahlak ayakta tutar. Ona sahip olduğunuzda bu ikisiyle ikramda bulunun.” (Kutsi hadis. Râfiî, Enes‘ten rivayet etti.)
Mütalaa: Kuran’da yer alan, “Allah indinde gerçek din, İslam’dır.” (Âl-i İmrân 19), “Bugün dininizi ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım, sizin için İslam’ı din olarak seçip razı oldum.” (Maide 3) ve “Kim İslam’dan başka bir din ararsa kendisinden kabul edilmeyecek ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır .” (Âl-i İmrân 85) vb. ayetlerde Rabbimiz, kıyamete kadar, güvenle teslim olunup hayatın yaşanacağı yegâne dinin İslam olduğunu ilân etmiştir.
Hadiste müminleri diğer insanlardan ayıran iki temel özellik ise, Allah için cömertlik ve Allah için güzel ahlak olarak ifade edilmiştir. Cömertlik: Rabbanî bir vasıftır; Rabbimiz cömerttir; bu yüzden Rabbî tanıyan her mümin kimse de cömert olmayı arzular ve en hafifi, bir tebessümle olsun, muhatabına ikram da bulunur. Mümin eli, mümin dili, mümin gözü-kulağı rahmetin araçları gibi, kâinatta iş görmelidir ki, kişi, o sınırsız rahmet denizinin taşıp varlığı ihata etmiş cömertliğinin bir zerresi olduğunu hissetsin. Zerre, denize ait olduğunu anladığında o da artık denizidir! Cömertlik; kalıbın değil kalbin amelidir. Akıl değil kalp hisseder; akıl, insanlardan çok temsil ettiği nefsi korur; kalp ise ötekiyle ilgilidir! İmanlı kalp, kalıbı öteki için harekete geçirir. Öteki için harekete geçmeyen kalıpta kalp ölüdür. Başkasını gören ve başkasının derdini tasasını duyan yürek, maddi ve manevi cömertlikten geri kalmayacaktır. Cömertlik; cömertlik, bir kapı açmaktır ki, cömertlik kapısından giren hayra girmiştir. İslam, bu yönüyle ‘Cömertlik Harketi’dir. Sadece zekât gibi zorunlu mali ibadetlerle değil, her fırsatta, Rabbinin rızası için muhtaca veren el, sosyal hayatı da güven içinde tutmaktadır. Mümin kimse, sadece fakire, fukaraya karşı cömert değildir; o, kurda kuşa bağından bostanından pay bırakan, yaralı göçmen kuşları tedavi etmek için hastane kuran kimsedir de. Müminin merhameti insan, hayvan ve bitki hepsini sarıp sarmalamıyorsa imanda ve amelde nakısa söz konusudur. Cömertlik; çoğu kez cebe, kasaya bakar; fakat çağımızda parasal yardımın ötesinde çevreyle ve dünya ölçeğinde olup-bitenle ilgili olmak, sosyal medya ortamında olsun, mazlumun yanında zalimin karşısında yükselen sese ses katmak, kimsesize kimse olmak, sesi çıkmayana ses kesilmek de bir nevi cömertlik bilinmelidir.
İşte güzel ahlak da bunları yapabilmektir. Bir adamda cömertlik ve kötü ahlak bir arada olmaz. Paranın bir yüzü cömertlik ise öteki yüzü de güzel ahlaktır. Uygulanan din herkesi güzelleştirir. Kalıbı güzel olup kalbi bozuk olanı ferasetiyle insanlar tanır. Zaten bu tür insanların çirkin ahlakından yayılan pis koku kısa sürede gerçek yüzlerini ortaya koymakta gecikmez.
Toplumun birbirine olan muhtaçlığı daimidir. Rabbimiz, herkese ikramda bulunmuştur; kimini maddi kimini manevi zengin kılmıştır. Parası olan parasından verir, ilmi olan ilminden verir, tecrübesi olan tecrübesinden verir, sanatı olan sanatından verir… Bir şeyim yok diyene sormak lazımdır: Allah için samimi tebessüm eden bir yüzün, Allah için gönül alan iki çift sözün de mi yok
33- KURTULUŞ İSTEYEN ALLAH’IN İPİNE SARILMALIDIR!
Bir kudsî hadisinde Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) şöyle buyurmuştur:
“Allah Davud’a vahyetti: izzetim hakkı için kullarımdan biri yarattıklarıma değil de bana güvenip sarılırsa, bunu niyetinden anlarım. Gökler, yer ve içindekiler ona hile yapmaya kalkışsa onun için bir kurtuluş yolu yaratırım. Bir kul da, beni bırakıp mahlûkuma sarılsa bunu niyetinden anlarım. Sebepleri bir anda keserim ayaklarının altına yuvarlanacağı bir engel koyarım. Bir kul bana itaat ederse dilemeden ona veririm, dua etmeden duasını kabul ederim, mağfiret dilemeden onu bağışlarım.”
Mütalaa: Varlığı yaratan kimse varlığın gördüğü iş de Onun emri ve izniyle olmaktadır. Güç sahibi, izin ve emir sahibi Allah’tır. O, izin ve emir vermezse sebepler iş görmez. İnsan, kendine baksa anlar ki, bebekken çocuk, çocukken genç, gençken ihtiyar olmaktadır. Ne kadar genç kalmak istese ve sebeplere sarılsa nafiledir, insan ihtiyarlığını engelleyemez. O halde nasıl ki insanın çeşitli yaş evrelerini geçirmesi kendi iradesi dışında gerçekleşir, evren ve onun içindeki varlıklar da, benzer bir macera yaşar. Bu, ilahî düzeni sebeplere sarılarak durdurmak mümkün olmaz.
Sebeplerle iş görenin Allah olduğunu bilip hayatı Allah için, -Allah’ın rızası için-, yaşamak esas Müslümanlıktır. Kendini Müslüman bilip fakat nefsi için yaşayan kimse iman ettiği kudreti tanımamış sayılır. Müminin imanı öyledir ki, o, varlıkta Allah’tan başka tasarrufta bulunan bir irade ve bir kudret olmadığını kesin bilmiştir. İnsanın iradî fiilleri onun dünya sınanmasıyla ilgilidir ve sınırlıdır. İnsan, eğer yapıp etmelerini kendinden bilse, amelleri nefsi için gerçekleşir ve sonuçta insan cehenneme ait bir varlığa dönüşür. Çünkü o, kendi varlığını görmüş, varlığının asıl sahibini, Rabbini, görmemiştir. Böylesinin dünyası ve ahreti azaptan ibaret olacaktır. Bir diğeriyse, kendini Allah’ın yarattığını ve kendindeki kudretlerin Onun eseri ve emaneti olduğunu bilmiştir; amellerini Allah rızası için yaptığından, sahip olduğu bu olgun iman, onu cennete taşıyacaktır.
Isıyı ve ışığı güneşten, elmayı ağaçtan, sütü koyundan bilen bunların Allah’ın birer nimeti olduğunu göremeyen gerçekte kördür. O, rızık sebeplerini görmüş, fakat o rızık sebeplerinin yaratıcısını görmemiştir. Mümin kişi sebeplere sarılarak, ‘Allah dilerse, Allah isterse!’ der ve neticeyi daima Rabbinden bekler ve bilir. Talak suresinin ikinci ve üçüncü ayetleri şu şekildedir:
“Kim Allah’tan sakınırsa Allah ona çıkış yeri ihsan eder. Onu hatırına gelmeyen bir yönden rızıklandırır. Kim Allah’a güvenip dayanırsa, O kendisine yetişir. Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şey için bir ölçü tayin etmiştir.”
Düşünmeli; eğer şifayı doktor ve ilaç verseydi kimse ölmezdi! Sebeplere değil, Rabbine bağlı yaşayanın hayatı ancak mükemmel bir hayattır. İnsan, sorunlarını Rabbine arz etmeli ve ondan sonra sebeplere sarılarak, kendine bir çıkış yolu talep etmelidir. Kuran, kuyunun dibindeki insanlara Allah’ın uzattığı kurtuluş ipidir; bir asansör! Kim ki, Kuran’da emredilenlere uyarak hayatını yaşarsa o ölene dek dünyanın iniş ve çıkışlarını asansörle iner ve çıkar. Her işi, her sıkıntısı kolayca hallolur.
Allah’ı unutarak, insanlara güvenmek, onlardan rica etmek, onlara boyun eğmek insanın hayal kırıklığını artırır. Kul, Yaratanı değil, yaratılan insanları tercih ettiğinde, kapılar kulun yüzüne kapanır. İnsan, bir türlü kuyulardan çıkamaz, bir kuyudan çıksa öteki kuyuya yuvarlanır. ‘Rahata erdim!’ sanırken bir başka kuyuya düşer ve zahmeti artar. Ondan sonra da, insanlardan yakınır, onların vefasızlığından söz eder. Düşünmez ki, kendisi Rabbine karşı vefasızlık göstermiştir, Yaratanı bırakıp mahlûkuna yönelmiş, böylece büyük cehaleti, ayıbı, bizzat kendisi yapmıştır.
Allahü Teâlâ, insanın kalbini daimi olarak görür. Fiillerden önce onların zuhuru düşünce olarak kalpte meydana gelir. İşte o, eylem öncesi kalpteki niyet, insanı ele verir. Eğer insan, işlerini, Allah’ın rızasına uygun yapmak üzere hareket ederse, ilahî asansörler o insanı selametle iş görmek üzere harekete geçer. ‘Ben, muhtacım ve Allah benim ihtiyaçlarımı giderendir!’ anlayışını son nefese kadar korumak, ancak Allah’ın uzattığı ipe; Kuran’a, tutunmakla mümkündür.
‘Allah benim için ne istiyorsa ben de onu istiyorum,’ demelidir. Allah’ı tanıyan ve Allah’ı seven, Allah’ın Kuran’ına uyar. Tanıyan ve seven, hayatını Allah için yaşar. Bu, somuttur: Kişi, eylemleriyle, Allah’ı yüceltir ve Allah’ın varlıklarını sever. Diğerkâmdır. Fakir ve muhtaç kişilere yardım eder. Hısım-akraba ve konu-komşu gözetir. İbadetlerini sevinçle yapar. vb. Kişinin kalbi/ruhu, Rabbin sevgisiyle doluysa, bu, eylemlerinde de samimi şekilde gözükecektir zaten.
Bilinçli bir iman, insanı daima Rabbine yaklaştırır. Farkındalık kazanmış iman sahibi bilir ki, ‘ben, kontrol altındayım, Rabbim benim evvelimi, ahirimi, zahirimi ve batınımı bilmekte ve görmektedir. O halde bana bir sıkıntı isabet ederse o benim imtihanımla ilgilidir. O sıkıntıdan kurtulmak için yöneleceğim Rabbimdir; benim için kurtuluş sebeplerini yaratacak Odur.
34- ZULME UĞRAYANA YARDIM ETMELİSİN
İbni Abbas’tan yapılan aktarımda Allahü Teâlâ Resulullah (sav)’e şöyle buyurdu:
“İzzetim ve Celâlim hakkı için, zalimden eninde sonunda intikam alırım! Mazlumu görüp ona yardım etmeye gücü yettiği halde yardım etmeyeni de cezalandırırım!”
Mütalaa: Siyasi, sosyal, kültürel ve iktisadî sebeplerle insanlara acı çektirilmekte olduğu gibi, savaş ve terör gibi sebeplerle işlenen cinayetler; öldürmeler, yaralamalar, hapse atmalar, sürgünlere göndermeler; psikolojik tahripler, açlığa mahkum etmek, insanları evsiz barksız ve işsiz güçsüz bırakmak, yahut kişinin eşini, çocuklarını dövmesi, boşanmalar, cinsel saldırılar vb. kötü haller, birer zulümdür. İnsanların adaleti çoğu kez zalimden hesap sormaya yetmeyebiliyor. Ancak Rabbimizin gücü her zalimden hesap sormaya yetmektedir. Haliyle zulmün faili, dünyada ve ahrette, maddî ve manevî cezasını görecektir.
Müslim, İbni Hibbân ve Hâkim’in aktardığı diğer bir kudsî hadiste Rabbimiz şöyle buyurdu:
“Ey kullarım! Zulmü kendi nefsime yasakladığım gibi, zulmü aranızda da yasakladım; öyle ise birbirinize zulmetmeyin… Ey kullarım! Yaptıklarınızı sizin için sayıyorum. Sonra onu size vereceğim. Kim hayr bulursa Allah’a Hamd etsin, kim de hayırdan başkasını bulursa, kendi nefsinden başkasını kınamasın.”
Zalim, işlediği zulümle öncelikle kendine daha sonra da mazluma zulmetmiştir. Çünkü kimsenin yaptığı kötülük yanına kâr kalmamaktadır; özne, işlediği zulmün karşılığını ödemektedir. Kuran, helak edilen milletleri ve şahısları anarken tarihsel olan bu gerçeği bize gösterir ve öğretir.
Zalim şahısların ve ülkelerin güçleri ne olursa olsun, kimse onlardan hesap soramıyor gözükse de durumları tersidir. Zalimler eninde sonunda belalarını bulmaktadır. Kuran, uyarıyor:
“Zalimlere ise, bir dost da yok bir yardımcı da yok…” (Şura 8);
“Zalimlerin ne kendilerine şefkat eden bir yakını ne de aracılıkları kabul edilecek bir şefaatçileri yoktur.” (Mü’min 18)
“Zulmedenlere meyl etmeyin ki size ateş dokunur.” (Hûd 113)
“Böylece zulmeden o kavmin kökü kesilmiştir. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’adır.” (En’âm 45)
Sonuç itibariyle zulüm, bir kişiye veya bir gruba karşı yapılmış, haksız veya istismar edici bir muameledir. Zulüm; cana, ırza, mala yönelebildiği gibi ırk, dil, din, cinsiyet, farklı gruba olan aidiyet zorbalığa maruz kalmaya bir sebep teşkil edebilmektedir. Zulümlerin tarihsel olup günümüze kadar gelen en meşhuru inanç yüzünden insanları ötekileştirmek ve onlara bilerek, isteyerek zarar vermektir. Dini sepele taciz, cezalandırma, ötekileştirme en kötü zulümlerdendir ve bu durum çağımızdaki yaygın zulümlerin arasında yer almaktadır.
35. ALLAH, KULUNDAN MENUN OLUNCA KULUNU DA MEMNUN EDER!
İbni Abbas’ın Hazreti Muhammed (sav)’den rivayet ettiği kudsî hadiste Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Kulum, benim hakkımı bakıp görmedikçe ben de onun hakkını bakıp görücü değilim.”
Biz insanlar, Rabbimizin, Yüce varlığını bilip emrettiği şekilde kendisine kulluk için yarattığı varlıklarız. Zâriyât suresi elli altıncı ayette bu yaratılış şu şekilde açıklanmıştır:
“Cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye yarattım.”
“Evet, ben Hindistan’ı biliyorum; ilginç bir ülke olduğu söyleniyor!” Fakat Hindistan’ı gezip görme arzusu taşımıyorsan Hindistan’ı bilmek senin için çok fazla bir şey ifade etmiyor demektir. Haşa! Allah’ı bilmek de, böyle olduğu takdirde, o bilmenin insana nasıl faydası olabilir? O halde boş yere ‘ben de müminim’ dememek gerekir; mümin olmak demek, Allahü Teâlâ’yı Kuran’daki tanımlamalarla bilmek demektir. Bu bilme, eylemlerde gözüktüğünde değer kazanmaktadır. Beyyine suresi beşinci ayet şu şekildedir:
“Onlara dini Allah’a has kılarak, hakka yönelip kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu doğru dindir.”
Nisâ suresi otuz altıncı ayette ise müminlere şu talimat verildi:
“Allah’a ibadet edin, ona ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.”
Rabbimizin bizdeki hakları emirleri ve yasaklarıdır: Namaz, zekât, hac, oruç, sadaka, iyiliği emir ve kötülükten men, yardımda bulunmak, aldatmamak-muamelatta doğruluk, vb. Her türlü haramdan uzak durmak; zina etmemek, içki içmemek, kumar oynamamak, sigara ve uyuşturucu kullanmamak, domuz vb. haram kılınmış hayvanların etini yememek, daima ıslah edici olmak, fitne çıkartmamak, öldürmemek, vb.dir. Allah’ın, emirlerini yapıp yasaklarını yapmadığı takdirde kişi Rabbinin üzerine yüklediği hakkı gözetmiş ve mümin sıfatını kazanmıştır.
Etki tepki kuralı gereği tebessüm, karşıdakini de tebessüm ettirmekte; iyilik, muhatapta da iyilik duygusunu uyandırmaktadır. İşte kul, Rabin emirlerini yapıp yasaklarından kaçtığında kudsî hadisin ikinci bölümü gerçekleşir: Rabbimizin vaadi şu şekildedir ki, hadiste de işaret edildiği üzere, kulu, kulluk görevlerini yaptığında, Rabbi de o kulunu dünya ve ahrette korumaktadır. Geçim kolaylığı, sağlıklı ömür, iç huzuru büyük nimet ve devlettir ki, abid kullar bu nimete ermektedir. Allah’ın emirlerini yapan yasaklarından kaçan her mümin, mutlaka iyilik tecellilerine muhatap olur. Kuran, bu müjdeyle doludur: Allah, kulundan memnun olunca kulunu da memnun eder!
36-GÖBEK BÜYÜTME MEDENİYETİNE Mİ DÂHİLSİN!
Deylemî’nin Abdullah b. Abbas’tan rivayet ettiği Kudsî hadiste az yemekle ilgili şu talimat verilmiştir:
“Kullar, az yemekten daha etkili bir elbiseye bürünmemişlerdir.”
A’râf suresi otuz birinci ayette ise, Rabbimiz, şöyle buyurmaktadır:
“Ey ademoğulları! Mescitlere (giderken) güzel elbiselerinizi giyininiz. Yiyiniz içininiz, fakat israf etmeyiniz; çünkü Allah, müsrifleri sevmez.”
“Mide hastalık evidir; perhiz ise baş devadır.”
Az yemek ve her şeyi kararında yapmak İslam dininin temel bir prensibidir. İslam dini bu prensiple müslümanların canlarını ve mallarını korumalarını, kimseye muhtaç olmadan, sağlıklı ve huzurlu yaşayacakları bir ömre sahip olmalarını arzulamaktadır. Günümüzde çok yemenin ve israfın, diğer sonuçlarıyla birlikte, psikolojik ve sosyolojik o vahim sonuçları herkesin malumudur.
İnsanlığın büyük mürebbisi Hazreti Muhammed (sav), bin beş yüz yıl önce, yeme-içmeyle ilgili şu altın ilkeyi emretti:
“İnsanoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır! Âdemoğluna belini doğrultacak bir kaç lokma yeter. İlle daha fazla yiyecekse midesinin üçte birini yiyeceğe, üçte birini içeceğe, üçte birini ise rahat nefes alıp vermeye ayırsın!”
Modern insan yiyip içerken insan dışı bir varlık gibi yiyip içmemelidir. Koyunlar, keçiler, inekler, boğalar midelerine göre yemektedir; insanın midesiyle ineğin midesi aynı değil. Eğer insan bir inek kadar yemeye kalkarsa bu tutum ve davranış kişiye şişmanlık ve hastalık şeklinde geri dönecektir.
Ayet-i kerimede Rabbimiz, iman edip salih ameller yapanların cennete gireceğini, inançsızların ise, işlerinin hayvanlar gibi yiyip içmek ve eğlenmek olduğunu, onların da cehenneme konulacağını ifade buyurmaktadır:
“Allah, inanıp salih amel işleyenleri, içinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. İnkar edenler, davarların yediği gibi yerler; onların yeriyse ateştir.” (Muhammed suresi, 12)
Netice itibariyle imanlı insan yaşamak için yer, hayvanlar ise yemek için yaşar! İnsanın dünyadaki varlık nedeni Allah’ı bilip O’na kulluktur. Akıl, vicdan bunun için insana verilmiştir. Varoluş nedenini anlayamayan insan kendini konuşan hayvan sanmakta ve yiyip-içmeyi, gezip-tozmayı gaye edinmektedir. Modern insan akıl ve kalp dünyasından hızla uzaklaşıp koşarak göbek büyütme medeniyetine dahil olmaktadır.
37. HZ. MUHAMMED’İN ALLAH İNDİNDEKİ DEĞERİNİ BİLİYOR MUSUN?
Bir kudsî hadiste son elçi Hazreti Muhammed (sav) hakkında Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Allah, İsrail’in peygamberi Musa’ya vahyetti:
-Kim Ahmed’i inkâr ederek bana kavuşursa onu ateşe koyarım!
Musa, sordu:
-Ya Rabbi, Ahmed kimdir?
-Nezdimde ondan daha şerefli bir mahluk yaratmadım! Gökleri ve yeri yaratmadan önce, ismini kendi ismimle birlikte yazdım. Cennet, o ve ümmeti girmedikçe, yarattıklarıma yasak kılınmıştır.
-O’nun ümmeti kimdir?
-Hamdedenler; (onlar) yukarı çıkarken, inerken hamdederler; her hallerinde hamt üzeredirler; bellerini bağlarlar (iffetlerini korurlar); etraflarını temizlerler (iç-dış temizlik yaparlar; taharet, abdest vb.); gündüzlerini oruçlu gecelerini ise ibadetle geçirirler; onların az amelini dahi kabul ederim; onları Lâ ilâhe illallah /Allah’tan başka ilah yoktur diye şehadette bulunmaları sebebiyle cennete koyarım.
-Beni o ümmete peygamber yap!
-O ümmetin peygamberi kendilerindendir!
-Öyle ise beni o peygamberin ümmeti kıl!
-Sen önce geldin, o sonra geldi. Lâkin ‘Dâru’l-Celâl’de ikinizi bir araya getireceğim, buyurdu.”
Tevrat’ta Hz. Muhammed (sav)’le ilgili şu ayet yer alır:
‘Rab Sina dağından geldi, halkına Seir’den doğdu ve Faran dağından parladı, on binlerce kutsalıyla birlikte geldi sağ elinde halkı için alev alev yanan ateş vardı.’ (Tesniye,bab:33,ayet:2) Seir, İsa Peygamberin ortaya çıktığı Filistin, Faran ise Mekke’dir… Çünkü aynı Tevrat’ın başka bir yerinde, Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i Faran’da bıraktığı anlatılmaktadır… (Yaratılış: 21)
HZ İSMAİL SOYUNDAN
Tevrat’ın bu ayetinde Hz. Musa’ya hitaben şöyle buyrulur:
‘Onlar için (İsrailoğulları) kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona emrettiğim her şeyi onlara söyleyecek. Benim ismim, ayetimle söylediği sözlere itaat etmeyenlerden bizzat ben intikam alacağım’ (sifr.tesniye, bab: 18, ayet:18-19)
‘Onların arasından’ ya da ‘İsrailoğulları’ndan’ denilmeyip, bu ayette ‘Kardeşleri arasından’ tabirinin yer alması, Hz. İsmail soyundan gelecek bir peygambere işarettir. Bilindiği gibi İsrailoğulları Hz. İshak soyundan gelmektedir. Hz. İbrahim’in diğer oğlu Hz İsmail soyundan geldiği net olarak bilinen peygamber Hz. Muhammed (S.A.V)’dir. Tevrat’ta anılan bu peygamberin Hz. İsa, Hz Yahya ve Hz. Yuşa olma ihtimalleri ise mümkün değildir… Zira bu peygamberler İsrailoğullarındandır.” (Alıntı: http://www.barnabas-incili.com/Tevrat-ve-incilden-isaretler)
Görüldüğü üzere Allah (cc), Tevrat’ta, ahir zamanda, Hz. Muhammed (sav)’in geleceğini haber vermiş ve Hz. Musa da bunu müjdelemiştir. Aksini düşünmek Yaratıcıyı ve peygamberini yalanlamaktır. Rabbimiz, her peygamberine farklı şekillerde yakınlık göstermiş ve onların hâllerini zikretmiştir. Ayetlerdeki betimlemelerden Rabbimiz; Adem (as)’ı Safiyullah (Allahü Teala’nın seçilmiş saf, temiz yarattığı kulu); Nuh (as)’ı Neciyullah (Allahü Teala’nın ihsanı ile seçilmiş, kurtarılmış kulu); İbrahim (as)’ı Halilullah (Allahü Teala’nın dostu); Musa (as)’ı Kelimullah (Allahü Teala’nın kendisi ile konuştuğu kimse); İsa (as)’ı Ruhullah (Ruh anlamına gelir ki, Kuran’da, ona ruhundan üflendiği için böyle denilmiştir) ve Muhammed (sav)’i Habibullah (Allahü Teala’nın en sevgili kulu) sıfatlarıyla anmıştır.
Bu yüzden kurtuluş ikrarı olan “Lâ İlâhe İllallah Muhammedun Resulullah” tevhit sözünü yürekten söylemeden kişi mümin olup kurtuluşa eremez.
Hadiste vurgulanan ikinci nokta, Hz. Muhammed (sav)’in ümmetini diğer ümmetlerden ayıran önemli bir özellik, müminlerin her hâl ve şartta Allah’a hamt etmeleridir. İnmek çıkmak, fiziki bir eylemi, örneğin bir dağa tırmanmayı ve oradan inmeyi vurguladığı gibi, hayat yürüyüşünü de ifade etmektedir. Hayat, inişli çıkışlı bir yoldur; gâh iyi günler olur gâh sıkıntılı günler; gâh sıhhatli bir ömür olur, gâh hastalıklı bir ömür; gâh kıt kanaat bir geçim, gâh bollukla dolu günler… Müminler, her durumda, üzerlerine düşeni yapıp, Allah’a teslim olur ve hamt ederler.
O, hamt ehlinin bir diğer özelliği de ‘bellerini’ bağlamalarıdır. Bununla murat edilen, hamt ehlinin, iffetli kimseler olmaları, hayatlarını, Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde yaşamalarıdır. Zina etmemek, hakkı olmayana el uzatmamak, iffetli yaşamak demektir. İffet; utanmak, edepli olmak, nezaketli davranmak ve ahlaklı yaşantıyı ifade eder. Rabbimiz, pek çok Kuran ayetinde iffetini koruyan insanları takdir etmektedir. Hamt ehli müminlerin bellerini bağlaması bu manaları kendinde toplayan mümin yaşantısını bize gösterir.
Kuran’da Furkan suresi kırk yedinci ayette şöyle buyurulmaktadır: “Sizin için geceyi örtü, uykuyu istirahat kılan, gündüzü de dağılıp çalışma zamanı yapan, O’dur.” Rabbimiz, beş vakit namazı ve bir ay ramazan orucunu farz kılmıştır. Hadisin, ‘gündüzlerini oruçlu gecelerini de ibadetle geçirirler’ bölümü ise, takvanın, ihlasın son sınırlarını işaretlemektedir. Takva ve ihlas, Allah’tan utanmak, koyduğu hudutları çiğnemekten korkmak ve emirlerine sevinçle itaat etmek demektir. Hamt sahibi müminler iffetli oldukları gibi takva ve ihlas sahibi kimselerdir. Rabbimiz, bu kalitedeki müminlerin az amelini de çok amel gibi kabul buyurmaktadır.
Hadisin son bölümünde yer alan “Lâ ilâhe illallah / Allah’tan başka ilah yoktur” ikrarı Kuran’ın temel ilkesidir. Kuran, bu ikrar üzere, indirilmiştir. Hamt sahipleri Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmazlar; sebepleri yaratanın da Rableri olduğunu bilirler. Bu şehadet cümlesi gereğince emel eder ve ölürler.
İşte ebediyet yurdu cennet, Allah’ın (cc) emirlerine ve O’nun son peygamberi kutlu nebi Hz. Muhammed (sav)’in sünnetine uyanların vatanı olacaktır.
38-RABBİMİZ, FATİHA SURESİNDE İMANI VE HAYATI NASIL YAŞAMAMIZ GEREKTİĞİNİ BİZE ÖĞRETMİŞTİR
Taberâni’nin Ubey b. Kâ’b’tan yaptığı Kudsî hadis rivayetinde Rabbimiz şöyle buyurdu:
“Ey Âdemoğlu, sana yedi ayet indirdim; üçü benim, üçü senin, biri de benim ile senin arandadır. Benim için olanlar;
– Elhamdulillâhi rabbi-l’âlemîn /Hamd; âlemlerin Rabbinedir.
– Errahmânirrahîm / Rahmandır, Rahimdir.
–Mâliki yevmiddin / Din gününün sahibidir.
Benimle senin aranda olan;
– İyyâke na’budu ve iyyâke nesta’în / İbadet benden yardım sendendir.
Senin için olanlar;
– İhdinâ-ssirâta-lmustakîm Sirâta-lleżîne en’amte ‘aleyhim ġayri-lmaġdûbi ‘aleyhim velâ-ddâllîn / Bize doğru yolu göster. Mutluluk verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğramamış ve sapıtmamış olanların yoluna.”
Mütalaa: Fatiha suresi Kuran’ın özetidir. Bize Allahü Teâlâ’yı tanıtır. İslam’ın temel prensipleri ve hayatımızı nasıl yaşamamız gerektiği Fatiha’da özet şekilde öğretilir. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlayan ve daha ilk ayette Müslümanların görevinin darlıkta genişlikte, hastalıkta sağlıkta, gençlikte ihtiyarlıkta hayatı yaratan, rızık veren, öldüren ve ahrette yeniden diriltecek olan Allahü Teâlâ’ya hamt etmek olduğu öğretilir.
İkinci ayette ise Rabbimiz, Rahman ve Rahim olduğunu müjdeler: Allah (cc), esirgeyen ve bağışlayandır. O’nun, dünyayı ve ahreti kuşatan Rahman ve Rahim dairesi, nimet ve merhametinin nihayetsizliğini ihtar eder. Allah’a iman edip O’na teslim olanlar, dünyayı ve ahreti kuşatmış Rahman ve Rahim sonsuzluğunda güvendedirler.
Üçüncü ayette; ahretin hesap ve ceza günü olduğunu buyuran Rabbimiz, her kulunu hesaba çekeceğini; cenneti hak edeni cennetine, cehennemi hak edeni de cehennemine koyacağını kati bir gerçeklik olarak vurgular.
Zümer suresinin üçüncü ayetinde bu durum şu şekilde belirtilir:
“Kim zerre kadar hayr kim de zerre kadar şer işlerse onun karşılığını görür.”
Fâtiha suresinde Allah ile kulları arasında müşterek olan ayet ise dördüncü ayettir: ‘Sana ibadet eder, senden yardım isteriz.’ Müslümanlar bu ikrar ile her türlü putperestliği reddederler; sebeplere kulluk etmezler, sebeplere sarılıp neticeleri daima Rablerinden bilir ve beklerler.
Allah’ın kullarına özel üç ayetine gelince ilki, ‘bizi doğru yola ilet’tir. Âl-i İmran suresinin on dokuzuncu ayetinde doğru yolun ancak doğru dinle mümkün olacağı, “Allah indinde gerçek din İslam’dır” ayetiyle açıklanmıştır. İslam’dan başka bir din üzere bulunanların inancının Allah indinde bir değeri yoktur. İslam dışı bir inançla ahrete geçenleri bekleyen hayal kırıklığı ve hüsran olacaktır. (Âl-i İmrân 85) İslam dini Rabbimizin insanlığı kurtuluşa götürücü büyük nimetidir. Bu yolun rehberleri Hazreti Muhammed (sav) ve Kuran’dır. (Mâide 3)
İkincisi; “Nimet verdiklerinin yoluna hidayet et” duasıdır. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed (sav)’e kadar gelen bu peygamebrî yol ve bu yolun müminleri, Rabbimizin açtığı kurtuluş yolundan yürüyerek hayatlarını imanla ve amel-i salihle tamamlamışlardır. Bu yolun yolcusu olmak Müminlerin yegâne gayesidir.
Üçüncüyse; “bozuk inançlı, hak yolu bulamamış kimselerin yoluna değil” bölümüdür. Akıllarını ve iradelerini oluşmuş kültürden kurtarıp hakikati anlamak istemeyenler, gittikleri yolu doğru bir yol olarak kabul ederler ki, günümüzde her millet bu şekilde bir yol tutmuştur. Ne var ki, nasıl, bilimsel bilginin evrensel bir gerçekliği ve geçerliliği varsa, Hak dinin de evrensel bir gerçekliği ve geçerliliği vardır; her millet Kuran’ı tetkik etmeye ve inancını Kuran inancı kılmaya mecburdur. Çünkü Allah, bunu istemektedir. Aklın öncelikli görevi bu olmak zorundadır. (M.Talât Uzunyaylalı)
39-ALLAH’IN SEVDİĞİ BİR KUL OLMANIN YÖNTEMİNİ BİLİYOR MUSUN?
Kudâî İbn-i Abbas’dan nakledilen Kudsî hadiste Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
“Bana, mümin kulum, dünyada züht kadar (etkili) bir amelle yaklaşmamış; emrettiğim farzları yerine getirmesi kadar (etkili) bir amelle de kulluk etmemiştir.”
Mütalaa: Hadiste geçen ‘züht’ ifadesi, ebedî olan ahret hayatını akıldan çıkarmayarak, ahrete hazırlık yeri olan dünyaya gereği kadar rağbet etmektir. Bunun somut şekli de sadece dünyayı arzulayan nefs-i emarenin hevâ vü hevesine kapılmayıp nefs-i emareye zor gelen ve Kuran’da emredilen kulluk vazifelerini yapmaktır. Müminlerin kalbi yirmi dört saat boyunca dünya ile meşgul olmamalı, farz emirleri yerine getirerek Allah rızasına müteveccih bulunmalıdır. Müminler, ‘züht’ yolunda yürürken maddî ve manevî çeşitli sıkıntılarla karşılaşacaktır; bu sıkıntılar, ahret makamlarının birer sınav sorularıdır. Geçici dünyanın eziyetlerine sıkıntılarına, darlıklarına zorluklarına katlanmadan kişi ‘züht’ sahibi bir kul olmayacağını bilmelidir.
Züht durumu tam bir teslimiyet hâli olduğundan Rabbimiz, züht sahibi kulun kendisinin yakını olduğunu vurgulamaktadır ki, en büyük bir müjdedir.
Hadisin ikinci bölümünde yer alan ‘farz’ ise din hususunda icrası zorunlu, terki Allah’a karşı bir isyan ve büyük bir günah olan, ilahî emirlerdir, kaynağı Kuran’dır. Mümin kul, üzerine yüklenen ve yapılması farz olan namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, yalan söylememek, zina etmemek, içki içmemek vb. emirleri yapıp yasaklardan kaçındığında, bunlardan daha güzel ve üstün bir ibadetle Rabbine kulluk etmemiştir. ‘Farz-ı Nebevî’ dediğimiz Rasulullah’ın ‘sünnetleri’ de bu bağlamdadır.
Rabbimiz, Kuran’da dünyanın mahiyetini pek çok ayette bize açıklamış ve neden ahrete odaklanmamız gerektiğini ifade buyurmuştur. Bizi dünyaya karşı uyanıklığa davet eden bazı Kuran ayetleri şu şekildedir:
“Hayır, siz dünyayı tercih ediyorsunuz; hâlbuki ahret daha hayırlıdır ve süreklidir.” (Â’lâ 16-17)
“Dünya hayatı aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir.” (Âl-i İmran 77)
“De ki: Dünya nimetleri azdır; ahret, sakınanlar (takva) için hayırlıdır.” (Nisa 77)
“Sizin sahip olduklarınız tükenir; Allah katındakiler ise tükenmez.” (Nahl 96)
Bu kudsî hadis dünyayı kalplerine koyan ve ona derinden bağlanan modern toplumun derin çelişkisini bize göstermektedir. Bakî olan ahreti unutup fâni olan dünyaya kananlar, dünyada ne elde etmiş olursa olsunlar, hayatlarını zayi etmişlerdir. Bu, şaşılacak bir iştir: Kişi, öleceğini bilmekte, fakat hâlâ elinde tutamayacağı ömrü ve malı için çırpınıp durmaktadır! Her zaman vurguluyoruz: Dünya, din için yaratıldı. Gece gündüz geçip gider, fakat insanın yaptıkları amel sayılır ve kayıt altına alınır. Bu yüzden geçip gidene değil, geçip gidenle, takva üzere bir hayat yaşanıp yaşanmadığı, farzların ve sünnetlerin yerine getirilip getirmediği önemlidir; geriye kalan her şey kişinin aleyhinedir. (M. Talât Uzunyaylalı)
40-YAŞIYORSUN, FAKAT DÜNYA SENİN LEHİNE Mİ ALEYHİNE Mİ DÖNÜYOR?
İbn-i Mesud’dan rivayet edilen kudsî hadiste Allah (cc) şöyle buyurdu:
“Ey dünya! Bana hizmet edene hizmet et, sana hizmet edeni kendine hizmetçi yap!”
Mütalaa: Buradaki hayatımız, dünya hayatıdır; ahretteki hayatımız ahret hayatıdır. Her ikisinin de farklı özellikleri vardır. Dünya hayatı din için yaratıldı, ahret hayatı ödül ve ceza için. Bu yüzden ‘dünya ahretin tarlası!’ denildi. Dünya hayatı, kişi farkında olsun olmasın, tohum ekmektir ki, ekilen tohumların nasıl bir meyve, nasıl bir hasılat bitirdiği ahrette ortaya çıkacaktır.
Dünya ahretten önce insana verildiği için insan önce verilene duygularıyla derinden tutundu. Dünya insanı âdeta kör etti. Dünya hayatını takip edecek ahret hayatı, çoğu insan için, gözden ve gönülden iyice ırak düştü. Hele modern toplum nerdeyse bir dünya toplumu haline geldi. İnsanlar, kendilerini bekleyen ebedî bir ahret hayatı yokmuş gibi, fâni dünyada ebedî kalacakları hissiye yaşayıp gidiyorlar.
Dünyanın cesameti ve üzerindeki envaı çeşit hayat aslında tek bir varlıktır ve o varlık, her bir varlık gibi, Rabbimizin emrinde istihdam edilen bir memurdur. Dünya, Allah’ın emriyle kuruldu, O’nun emriyle devam etmektedir, dünya hayatının ortadan kalkması da emirle olacaktır. Rabbimize kul olana Rabbimizin memuru olan dünya kul olur; ‘memur dünyaya’ kul olana dünya sultan olur!
Dünya memuruna kul olmaktan kurtulmanın yolunu öğreten Rabbimiz, Kuran indirdi ve son Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’i gönderdi. Kuran yolundan giderek, dünya hayatını yaşayanlara dünya bir zarar veremez; aksine onların amel-i salih yaparak, ahret hayatına, sınavı kazanmış insanlar olarak gitmeleri için bir fırsat oluverir. Kuran’a uymayanları ve Hz. Muhammed (sav)’i takip etmeyenleri bekleyen ise pişmanlık, üzüntü ve azaptır. Çünkü herkes dünya hayatında ektiğini (niyetlerinin ve eylemlerinin karşılığını) ahrette biçer; Hak adildir; kimseye ektiğinden başkasıyla muamele etmez.
Bakara 86: “İşte onlar, ahirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir.”
Bakara 200: “…İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler. Böyle kimselerin ahiretten nasibi yoktur.”
Bakara 212: “Kafir olanlar için dünya hayatı cazip kılındı. Onlar, iman edenlerle alay eder. Oysa ki, inkardan sakınanlar, kıyamet gününde onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız lütufta bulunur.”
Âl’i İmrân 14: “Nefsani arzulara, kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.”
Âl’i İmran 145: “…Her kim, dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de ahiret sevabını isterse, ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükafatlandıracağız.”
Âl’i İmrân 182: “Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez.”
Âl’i İmrân 185: “Her canlı ölümü tadacaktır. Kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metaından başka bir şey değildir.”
Dünya menfaati gelip geçicidir. Dünyayı ahret hayatı için bir imkan bilip, burada ekilenin orada biçileceğini anlamayanlar kaybetmişlerdir. Dünyanın faniliği ve ahretin bakiliğiyle ilgili daha onlarca ayet-i kerime bulunmaktadır. Biz, şu ayetlerle konuyu sona erdirmek istiyoruz:
Kehf 45-46: “Onlara şunu da örnek göster: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkisi gelişip birbirine karışmış, arkasından rüzgarın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah, her şey üzerinde iktidar sahibidir.”; “Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha layıktır.”
En’âm 32: “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muttaki olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hala akıl erdiremiyor musunuz?”
En’âm 70: “Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felakete dûçar olmaması için Kur’an ile nasihat et. O nefis için Allah’tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçı. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları günahlar yüzünden helake sürüklenmiş kimselerdir. İnkar ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.”
En’âm 94: “Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Yaratılışınızda ortaklarımız sandığınız şefaatçılarınızı da yanınızda göremeyeceğiz. Andolsun, aranız açılmış ve (tanrı) sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir.”
Dünya, ahretten önce gelen bir istasyondur; herkes bu istasyonda bir müddet oyalanıp ebedî kalacağı ahrete geçmektedir. Dünyanın insanla ilişkisi duyular ve kalple kurulan bir ilişkidir. Bu yüzden dışardakine dünya denmemiş, dıştakinin kalpte olan sevgisine dünya denmiştir. Kalp, insanın aslı hüviyeti olduğundan, kalbine Allah ve ahret sevgisi dışında, dünya sevgisi koymayan, dünyadan azade olmuştur inşallah. (M.Talât Uzunyaylalı)
41. AKRABA ZİYARETİNİ UNUTMA!
Ebu Hüreyre (ra) Resulullah (sav)’den, akraba hukukuyla ilgili şu hadisi nakletti:
“Allah-u Teâlâ, mahlûkatı yaratıp bunların takdiratını tamamlayınca, akrabalık ayağa kalkarak: ‘Ya Rabb! Burası, akrabalık münasebetlerini kesmekten sana sığınanların makamıdır’ dedi. Allah-u Teâlâ: ‘Evet, sana sıla yapana benim de sıla yapmama; senden alâkayı kesenlerden benim de alâkayı kesmeme razı olmaz mısın?’ buyurdu. Akrabalık: ‘Evet’ diye cevap verdi. Allah-u Teâlâ: ‘Bu sana verilmiştir’ buyurdu…”
Kuran’da akraba hukukuyla ilgili uyarılar yapılmıştır:
“Geri dönerseniz hemen yeryüzünde fesat çıkaracak, akrabalık bağlarınızı keseceksiniz, öyle mi?” (Muhammed 22)
“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, idare ve himayeniz altında olanlara iyi davranın. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez” (Nisa 36)
“Onlar, Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah’ın korunmasını emrettiği bağları (imân, akrabalık, beşeri ve ahlaki bütün ilişkileri) koparan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir” (Bakara 27)
“Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozanlar, Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri (akrabalık bağlarını) koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar var ya; işte lanet onlara, yurdun kötüsü (cehennem) de onlaradır” (Ra’d 25).
“Akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver ama saçıp savurma!” (İsra 26)
Hadis metinlerinde geçen sıla-i rahim akraba ziyareti demektir. Resulullah (sav), çeşitli hadislerinde şu ikazları yapmıştır:
“Akrabalık bağlarını kesip koparan kimse Cennete giremez.”; ‘Herkim rızkının bol olmasını ve ecelinin gecikmesini istiyorsa sıla-i rahim yapsın.’; ‘Sıla-i rahim yapan, karşılık veren değildir. Esas sıla-i rahim, karşı taraf alakasını kestiği halde onu ziyaret edendir.’; ‘Bir adam Rasulullah (sav)’e gelerek: Ya Rasulullah, beni Cennete sokacak bir ibadet söyler misiniz? dedi. Rasulullah: Allah’a ibadet eder ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmazsın, namaz kılar, zekât verir ve sıla-i rahim yaparsın, buyurdu.’; ‘Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse sıla-i rahim yapsın.’; ‘Ey insanlar! Birbirinize selâm verin, sıla-i rahim yapın, yemek yedirin! Geceleyin insanlar uyurken namaz kılın ki selâmetle Cennete giresiniz.’
Mütalaa: Hısım-akraba; yani baba ve anne tarafındaki kadın ve erkekler, kişinin akrabalarıdır. Ayetlerde ve hadislerde görüldüğü üzere, kişinin hısım-akrabasına yardım etmesi emredilmektedir. Uyarıları, her ne kadar ikaz olarak ifade ettikse de, aslında bunlar birer emirdir. Kişin akrabası yanlış yapan kimse de olsa, onlara merhamet gösterip yardım etmesi gerekmektedir.
Akrabaya yardım sadece maddi yardım da değildir; yardım, ihtiyaca göre yapılır; akrabaya bu ‘rahimlik’ (sevgi ve ilgi), bazen para ile ilgili bir sıkıntısının giderilmesinde olur; bazen, sevgi, kardeşlik, karşılıklı sohbet, dertleşme, öğüt vb. ahlakî davranışlarla ortaya konulur. Bu durum, daha geniş bir daire olarak, ‘din kardeşliğinin’ en yakından başlayan bir tezahürüdür. İyi gününde kötü gününde akrabasının yanında olmayan, iyi gününde kötü gününde diğer Müslüman kardeşlerinin de yanında olmayacaktır.
Modern toplum sosyolojisi ve psikolojisi akrabalarla olan ilişkileri daraltmıştır. İnsanların çalışma hayatının bir gereği olarak yurtiçine dağılmaları hatta yurtdışında bulunmaları, akrabalar arasında gidip-gelmeleri kısıtlamış; gurbette doğan çocukların ise, sıladaki akrabalarıyla alakalarını iyice sınırlamış, hatta tamamen ortadan kaldırmıştır, denilebilir. Bireycilik gibi kimi tutum ve davranışlar da akraba hukukunu örselemiş gözükmektedir. Hele, miras vb. maddî ve manevî kimi hadiseler bahane edilerek akrabadan uzaklaşma yolları tercih edilmektedir ki bu, ayet ve hadislerdeki açık emirlere karşı bir davranıştır ve İslamî değildir. Akraba ziyareti konusunu Rasulullah’ın (sav), aynı zamanda ahlak sahibi müslümanları tarif ettiği, şu hadisiyle sonlandırmak istiyoruz:
“Faziletlerin en üstünü seni ziyaret etmeyeni ziyaret etmen, sana vermeyene vermen, sana sataşanı bağışlamandır.” (M.Talât Uzunyaylalı)
42-CENNET’İN AĞASI OLMAK İSTER MİSİN?
Resulullah (sav) kudsî hadiste Allahü Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu bildirdi:
“Allah Davud’a vahyetti:
-‘Kul, kıyamette iyilikle (hasene) gelir; onu bu sebeple, cennette kendi başına buyruk bırakırım.’
Davud dedi ki:
-‘Ya Rabbi! Bu kul kimdir?’
Allah buyurdu:
-‘Mümin kardeşinin işini görmek için çalışan ve biran önce işinin görülmesini isteyen kişi. Onun işini bilfiil görmeye muvaffak olsa da olmasa da ben bu imkânı cennette ona yine veririm.'”
Mütalaa: Bakara suresi 148, 197, 254. ayetlerde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Herkesin yöneldiği bir kıblesi vardır. (Ey müminler!) Siz hayr işlerinde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.”
“…Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. Azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri; Benden sakının!”
“Ey iman edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayr yolunda harcayın. Gerçekleri inkâr edenler elbette zalimlerdir.”
Bakara 264 ve 272’de ise şu uyarılar yapılmıştır:
“Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın.”
“(Ya Muhammed!) Onları doğru yola iletmek sana ait değildir. Lakin Allah dilediğini doğru yola iletir. Hayr olarak harcadıklarınız kendi iyiliğiniz içindir. Yapacağınız hayırları ancak Allah’ın rızasını kazanmak için yapmalısınız. Hayr olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak verilir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız.”
Diğer bazı hadislerde ise iyiliğin yüksek değeriyle ilgili Allah Resulü şu değerlendirmeleri yapmıştır:
“Allah katında en iyi arkadaş, arkadaşlarına karşı en hayırlı ve candan olanlardır.”
“Mümin müminin aynasıdır. Mümin müminin kardeşidir…”
“Bir kul kendi nefsi için sevdiğini kardeşi için sevmedikçe imanı kemale ermez.”
“Kişi kardeşine yardımda bulundukça Allah’ta ona yardımda bulunur.”
“Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona ne zulmeder ne de aldatır. Kim kardeşinin ihtiyacını karşılarsa Allah da onun ihtiyacını karşılar. Kim kardeşinin dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da onun ahret sıkıntılarından birini giderir. Kim mümin kardeşinin bir eksiğini örterse, Allah da ahrette o kulun bir kusurunu örter.”
Kuran’da, onlarca ayette ve hadislerde, Allah için yapılan iyiliğin yüksek değeri vurgulanmıştır. Gerek ele aldığımız kudsî hadis gerekse ilgili ayetler birlikte değerlendirildiğinde şu sonuç ortaya çıkmaktadır:
Mümin, kardeşlerine maddî ve manevî imkânlarıyla yardım eden, sorunlar çözülsün çözülmesin, yardım için koşturan ve bu çabayı Allah için, samimi olarak sarf eden kişi, -bu eylemini görsünler, desinler için değil de-, sırf Allah’ın rızasını kazanmak için yaptığında, Rabbimiz tarafından, bu müspet niyet ve amel, amel-i salih kabul edilmekte ve o kula ebedî nimet yurdu cennet ülkesinde her yana seyahat etme, gönlüne göre cennetten istifade etme hakkı verilmektedir. Ki, o bahtiyar kişi, sanki cennetin ağasıdır yahut hükümdarıdır; öyle bir yetki ve özgüvene sahip olarak cennetlerde hareket edecektir.
İnsanın yardım ettiği kişilerden bir şey beklemeden bu yardımlarını yapabilmesi o kişinin Rabbine karşı yakınının artmış olmasıyla da ilişkilidir. Rabbini her an yanında bilen, O’na karşı kalbi sevgi ve saygıyla dolu kişiler ancak Allah’ın kullarını da yargılamadan kucaklayabilir ve onların ihtiyaçlarını gidermek için samimi el atabilir. (M.Talât Uzunyaylalı)
43- RABBİMİZİN HAZRETİ İSA’YA VERDİĞİ ÖĞÜT
Deylemi’nin Ebû Musa’dan naklettiği kudsî hadiste şöyle buyruldu:
“Allah Meryem’in oğlu İsa’ya vahyetti: Ey İsa! kendi nefsine hikmetimle öğüt ver, eğer sen faydalanırsan o zaman insanlara da öğüt ver. Ancak Benden haya et.”
Bu hadis üzerinde dikkatlice durmamız gerekir. Allah (cc), Hz. isa’ya, hikmetimle nefsine vaaz et! buyuruyor. Sözdeki hikmet tokat gibi yüzümüze çarpıyor; evet, öyle, nefsine söz dinletemeyen başkasına nasıl söz dinletebilir; kendi ıslah olmayan başkasını nasıl ıslah edebilir?
Kuran uyarıyor:
“Ey inananlar! niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz?” (Saf 2)
“Ve onlar yapmayacakları şeyleri söylerler.” (Şuara 226)
Kuran aynı zamanda insanlığa indirilmiş ilahi bir vaazdır. Vahiy önce Hz. Muhammed (sav)’e indirildi. Alemlere rahmet olarak görevlendirilen son peygamber inen her ayetle birlikte önce kendi nefsini muhatap kıldı; Allah’ın istediği gibi ‘müstakim’ oldu ve ondan sonra da insanlara Hak dini tebliğ etti. Kuran’daki öykülerinden görüyoruz ki diğer her peygamberin tebliğ yöntemi de aynıdır. Allah’ın emir ve yasaklarına ilk uyanlar peygamberler olmuştur.
Bakara 51’de, “Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resul gönderdik” buyruluyor. Her peygamber kitabı ve hikmeti nefsinde yaşamış ve yaşamaları içinde diğer insanlara vaaz etmişlerdir.
Hikmet nedir? Hikmet; ilim, ilim ile amel, akıl, mantık, güzel söz, adalet, bilgelik, irfan demektir. Hikmet yöntemiyle insanlara vaazda bulunmak etkili sonuçlar verecektir. Kişiyi kötü durumdan iyi duruma, şirkten tevhide, inançsızlıktan imana, eylemsizlikten eyleme (amel-i salihe) ulaştırmak, hikmettir. Tabii kişi kendi nefsini bu tür eksikliklerden kurtaracaktır ki başkasına yapacağı vaaz etkili olabilsin.
Hikmet, bugün elde edilen bilgi seviyesi dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Etkili söz, bilimsel bilgi temeline oturtulursa, etkisi o ölçüde artacaktır. Dini hakikatleri ilim gözlüğüyle de bakarak anlamak, bilmek, anlaşılanı, bilineni nefse ve öteki nefislere anlatmak ve bildirmek belki de yegane tesirli yöntemdir, denilebilir.
Eski bilginler, Hikmeti, ‘ilim ve akıl sayesinde gerçeği bulmak,’ diye tanımlamışlardır. İnsana yaratılış/varlık hakkında düşünmesi emredilmiştir. Kuran, baştan sona hüküm ve hikmettir; Allah, Kuran ilmiyle nefislere ve akla hükmeder; kesbi bilgiyle ve akılla da hükümlerin manaları ve insana olan yararları daha anlaşılır hale gelir. Her türlü müspet bilgi Kuran ayetlerinin anlamlarını kavramamızda bize faydası olan birer araç değeri kazanır ve hikmetlerin anlaşılmasında bize yardımcı olur.
Şimdi bu izahlardan sonra Kudsî hadise dönersek, “Ey İsa! kendi nefsine hikmetimle öğüt ver, eğer sen faydalanırsan o zaman insanlara da öğüt ver,” ilahî öğüdü, etkili vaazın tarifidir. Bunun dışında kalan sözler, takdir edilse de ne sözün sahibini ne de muhatabı kötü durumdan iyi bir duruma doğru geliştirmeye yetmeyecektir.
Bu yüzden Rabbimiz Hz. İsa’dan, önce sen hikmeti anla, nefsine tatbik et, kendi nefsinde etkisini gözle, senin duygun, düşüncen, tutum ve davranışın benim istediğim mertebeye ulaştı mı, için dışın bir oldu mu, nefsin öğüt dinlediğinden artık başkası da senin vereceğin öğüdü dinleyecek ve onda da sendeki gibi inkılaplar vücuda gelecektir.
Hadisin son bölümü ise, “Ben’den haya et!” ikazını içermektedir. Bu, ‘yapmadığın şeyi söyleme; çünkü bu, boşa gidecektir. Kendilerini tebliğci görenler, vaaz vermeyi sevenler, eğer söylediklerini kendileri yapmıyorsa bu, Allah’a karşı bir utanmazlık olacaktır. Kişi, Allah adına söz söylerken çok dikkat etmek zorundadır; Allah’ın emrini kendi yapmadığı halde başkasına yapın diye vaazeden hatip, Rabbinden utanmalı ve bundan geri durmalıdır.
Saf suresi 2-3 ayetlerinde utandıran şu uyarı yapılmıştır:
“Ey inananlar! Ne diye yapmayacağınız şeyi söylersiniz? Allah katında en nefret edilen şey, yapmayacağınız şeyi söylemenizdir.”
Âl-i İmran suresi 167. ayette de şu ikaz yer almaktadır:
“Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlar!”
Din adamları, öğretmenler, yazar-çizerler, ana-babalar, devleti yöneten kimseler aynı zamanda birer vaazcıdırlar. Fakat Kudsi hadis ve ayet-i kerimeler bize göstermektedir ki başkasına öğreten önce kendine öğretmelidir; doğru yolda yürümeyen muhatabına doğru yolda yürü, derse bu sözün bir tesiri olamayacaktır.
Vaaza önce kendimizden başlamalıyız, kendi nefsimizin utanmazlıklarıyla baş edebiliyorsak, başkasına bu yönde yapacağımız telkinlerin etkisini umabiliriz. Kendi kötü huylarını görmeyenin başkasına kötü huylarını göstermesi gerginlikten öte bir sonuç doğurmaz. (kuranufku.com/ m. talat uzunyaylalı)
44- İYİLİK VE KÖTÜLÜK ARASINDA İNSAN
Rabbimiz kudsî hadiste şöyle buyurdu:
“Ben Allah’ım! Benden başka ilâh yoktur. Şerri yarattım ve takdir ettim; şerri kendisi için yarattığım, şerri kendisi için ellerinde icra ettiğim kimsenin vay haline.” (Hadisi, Beyhâki, Ebu Umame (ra)’den rivayet etti.)
Mütalaa: Kuran’da Allah’ın her şeyi yarattığı bildiriliyor, o halde iyilik gibi, kötülüğü de Allah yaratmıştır, denilebilir mi? Denilemez! Çünkü kötülüğün, somut bir varlığı yoktur. Şer, bir ürün olmadığından, fırından bir ekmek aldığımız gibi, bir mağazaya girip bir şer satın alamayız. Allah’ın evrende gözüken bütün sıfatları güzel ve iyidir; O’nun rahimiyeti, sevgisi her şeyi içine almıştır.
Dini bir kavram olarak şer; Allah’ın emrettiklerinin aksini yapmak, yasakladığı şeyleriyse yapmak demektir. Dinen kötü olan her işe şer denir; ister az isterse çok olsun. Özü itibariyle bir kötülük olan şer, iyiliğin zıddıdır. İnsana iyilik ve kötülük yapma yetkisi tanınmıştır; iyi-kötü olmasa insan neyi seçecektir? İnsanın değeri de bu noktadadır: Allah insanın zorunlu olarak değil (bunu irade etseydi insanı melek gibi yaratırdı) isteyerek kulluk yapmasını beklemektedir. İnsanın yaptığı kulluğun değeri bunu zorunlu olarak değil, istediği için yapmış olmasıdır.
Allah, tüm insanları özgür bir iradeyle yarattı. İnsana, kendi seçimleri doğrultusunda, Hak Dinin emirlerine uyması ve yasaklarından kaçması hususunda seçme hürriyeti tanındı. O halde dinen tanımlanmış iyi-kötü eylemler arasından insan kendi seçimlerini yapmakta ve Rabbimiz de kulunun bu seçimlerini yaratmaktadır. Şer de, işte bu noktada, insanın bir fiili olarak ortaya çıkmaktadır.
Nesnelerde doğrudan bir şer gözükmez; şer, imkânların kişilerce kullanımı sonunda ortaya çıkan durumdur. Mesela parayı düşünelim: Para; altın olsun kâğıt olsun, masanın üzerinde durduğu müddetçe ne şerdir ne de hayırdır; fakat onunla biz şerri de işleyebiliriz, hayrı da. Kapının önünde bir otomobilimiz var ve öylece duruyor; o haliyle ne şerdir ne de hayırdır, ancak biz onunla şer işlerin ardına da düşebiliriz, hayır işlerin ardından da gidebiliriz. Bir insan doktordur, mühendistir, avukattır, çiftçidir.. her meslek erbabı işini yaparken, mesleğini şerre de alet edebilir, hayırlı işlere de. Bir ülkede siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel vb alanlarda çeşitli şerler gözükebilir. Mesela işsizlik, enflasyon, faiz, cehalet, kumar, alkol, uyuşturucu, sigara, yaygınlaşan ahlaksızlık, boşanmalar, sokak çocukları hep birer şerse, tüm bu şerlerin yaratıcısı Allah’tır, ne var ki bu şerleri isteyen Allah değildir. Şerlere, niyet ve fiilleriyle, sebep olanlar, siyasiler ve ülkenin halkıdır.
Şer, Allah’ın ne vasfı ne de fiilidir. Şerler, kötü fiillerin gözüktüğü şahıslara nispet edilir, Yaratana değil. Rabbimizin zât, sıfat ve fiilleri arasında şer diye bir şey gözükmez. Toprak, su, güneş, yıldız, çiçek, meyve… velhasıl insan, hayvan ve bitki, yaratılanlar, sadece hayırdır. Dünyayı imtihan yeri olarak yaratan ve kullarını emir ve yasaklarıyla sınayan Rabbimiz, onların hayır ve şer, her türlü fiilinin yaratmaktadır. Allah’tan başka yaratıcı yoktur. Burada akla şöyle bir soru da gelebilir: Işığın olmadığı yere karanlık, sıcağın olmadığı yere soğuk deriz. Bunun gibi, iyiliğin olmadığı şeye de kötülük denilir. Evet, bu böyle olsa da şu gerçeği değiştirmez: Rabbimiz, ışığı da karanlığı da, sıcağı da soğuğu da, iyiliği de kötülüğü de yaratmaktadır.
O halde şer, nispidir; kıyaslama ile göreceli şekilde zahir olmaktadır. İyilik olmasa şer işleri anlayamazdık. İyinin varlığı kötüyü tanımlamayı mümkün kılmaktadır. Şer bir işle, mesela kumar oynayarak, içki içerek, Allah’a kulluk yapılamaz; haramları (kötülükleri/şerleri) işleyen insan, Allah’ın adaletiyle muhatap olur ve işlediği şerler, onu cennete değil, cehenneme kadar sürükler.
İnsana Kuran ve Peygamber gönderildi ki, hayrı-şerri bilsin, hayatını, hayır işleri yaparak tamamlasın ve cennete girsin. Çünkü aksi durum kişiyi cehenneme götürecektir.
Sonuç olarak söylersek: Allah, kötülük diye bir şey yaratmamıştır, duygu, düşünce, tutum ve davranış düzeyinde, emir ve yasaklarla tanımlanan, iyi-kötü seçenekleri, Allah var etmiştir. İnsanın bir fiili olarak, iyi ve kötü, Allah’ın bilinip bilinmediğini ve kulluk yapılıp yapılmadığını ortaya koymaktadır. İyilikleri seçenler, kendi sicimleriyle Allah’a kulluk etmişlerdir; kötülükleri seçenler ise kendi fiilleriyle Allah’a isyanı seçmişlerdir; Allah ise, kullarının seçimlerini yaratmış ve onları yaptıklarından sorumlu tutmuştur. O halde konuyu şu ayetle sonuçlandırmak yerinde olacaktır:
“İnsan ancak çalıştığını elde eder. Onun çalışması ileride gözükecek ve çalışmasının karşılığı kendisine verilecektir” (Necm 39-41)
45. ORUÇ ÇOK ÖZEL VE GÜZEL BİR İBADETTİR
Allah Teâlâ Kudsî hadiste şöyle buyurdu:
“İnsanın her ibadeti kendi içindir, oruç müstesna. Oruç, Benim içindir, orucun mükafatını Ben vereceğim. Oruç bir kalkandır; oruçlu kişi çirkin söz ve davranışlarda bulunmasın, bağırıp çağırmasın, küfür ve sataşma karşısında ise ‘Ben oruçluyum!’ desin. Muhammed’in canı kudret elinde olana yemin ederim ki, oruçlunun Allah indindeki ağız kokusu misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlunun iki sevinci vardır: İftar ettiğinde iftar ile sevinir, Rabbine kavuştuğunda oruç tuttuğundan dolayı memnunluk duyar. ” (Efendimizden bu hadisi Ebu Hüreyre rivayet etti.)
Mütalaa: Orucu özel ve çok güzel bir ibadet kılan kişinin gizlide açıkta yeyip içmesi mümkünken Allah’ın emrini tutup bunu yapmamasıdır. Midesini güzel yiyeceklerden mahrum ettiği gibi elini, dilini, gözünü, kulaklarını da oruçla terbiye etmesi, nefsin isteklerine karşı ciddi bir irade savaşı sonucu gerçekleşeceğinden, orucun değeri daha da artmaktadır. Otuz gün boyunca tutulan Ramazan orucu bu bilinçle tutulduğunda kişi bir aylık oruç süresini çok ciddi bir terbiye ve ahlakı davranış ortaya koymuş olacağından ve bunu da sadece Allah’ın bir isteği olarak yerine getireceğinden, oruçlu kişi Rabbı karşısında özel bir insan değeri kazanmış olacaktır.
Yemeyi-içmeyi, cinsel ilişkiyi seven birinin bundan otuz gün uzak durması, şakalaşmayı, müstehcen konuşmayı hatta küfürlü sözler söylemeyi bir yaşama şekli haline getirmiş kişilerin bir ay boyunca bunları yapmayıp duygu, düşünce, tutum ve davranışlarına oruç tutturmaları, hele alkol ve sigara gibi alışkanlıkları olan insanların bunlardan uzak durması büyük bir başarıdır ve takdiri gerektiren davranıştır.
Nefse muhalefet etmek, terbiyeli ve nazik bir insana dönüşvermek, beş vakit namazı camiye gidip cemaatle kılmak, Kuran’la meşgul olmak, Hatim indirmek, meal ve tefsir okumak, Hadisleri değerlendirmek, hele Ramazan’ın son on gününde camide ya da evde İtikafa çekilmek, tamamen Rabbı ile baş başa kalmak, bir çok insanın yeniden doğuşu demektir. Bu mücadeleyi Allah için yapan kuluna karşı Allah’ın davranışı da elbette özel olacaktır. Ramazan’a Rahmet ve Mağfiret ayı denilmesi hakkıyla tutulan işte bu oruç ibadeti sebebiyledir.
Oruç manevi disiplini zirveye çıkarır. Oruçlu oruç ibadetiyle demektedir ki: ‘Ey Rabbim! Ben senin kulunum, maddi ve manevi varlığımla Sana aitim, Sana ihtiyacım devamlıdır, varlığımın bir kıymeti varsa bu Sana aittir, her bir mahiyetim Sana ibadet etmek için yaratıldı, ben, Seni istiyorum, Sen de beni iste, orucumla diğer ibadetlerimle beni kulluğuna kabul et… Oruçluyum! Hissettiği yorgunluk ve açlık Senin rızanı kazanmak içindir. Ben, yeyip içmeyi değil, cinsel arzularımı tatmini değil, duygularımın isteklerini değil, Senin isteğini, oruç tutun emrini yerine getiriyorum, beni kendisine adete kulluk ettiren nefesimdeki o iştah putlarına oruç ibadetimle karşı çıkıyor ve varlığımı sadece Sana adıyorum…
Oruçlu, oruç ibadetiyle kendi nefsine karşı ne yaptığını iyice anlamalıdır! Çünkü oruç fiili bir tövbedir; nefsin isteklerinden bir özgürleşme; nefsi belli bir süreliğine de olsa yok sayma, onu inkâr edip Yaradanı tasdik etmek demektir ki, orucu olmayanın Rabbine yakınlığı ve takvası da olamaz.
Oruçla nefsine muhalefet etmeyen insan ruhsal yönden de çok zayıf bir insandır. Oruç, perhiz yönüyle maddi varlığımızı temizlerken, bedensel hazlara karşı durarak da irademizi ve ruhsal gücümüze ortaya çıkarır. İştah putunun oturduğu mide mabedi yemek istediği halde o puta yemek vermemek, içmek istediği halde o puta içecek vermemek!.. Her türlü bedensel arzuyu bu şekilde bastırmak ve tüm bu mücadeleyi bedensel şehvetlerin değil, Allah’ın kulu olduğunu göstermek için yapmak, bu insan ruhunun göstereceği en üstün bir disiplindir.
Nihayet oruç, Ahrete dönüş için de bir hazırlıktır ve ‘ben, hazırım!’ demektir.
Bize sadece Ramazan ayında otuz gün oruç tutmamız emredilmiştir; fakat, nafile oruçlar da vardır ki, bütün yıl boyunca belli aralıklarla oruç disiplinini, oruçla ne yaptığını ve ne yapmak istediğini, anlayarak devam ettirmek gerekir. (M. Talat Uzunyaylalı)
46-İNSAN ALLAH TEALAYI GÖREBİLİR Mİ?
Allahu Teala kudsi hadiste Hz. Musa (as)’ya şöyle buyurdu:
“Ey Musa! Beni asla göremezsin; çünkü Ben’i bir diri ölmedikçe göremez… Beni ancak, gözleri ölmeyen, cesetleri çürümeyen cennet halkı görebilir.” (İbni Abbas (r.a)’dan rivayet edildi.)
Mütalaa: Hayat verilen canlılar dört mevsimdeki hallerin her birini geçirirler. İnsan, hayvan, bitki… her birinin baharı, yazı, sonbaharı ve kışı vardır. Bu, varlığın dünya üzerinde bir bekasının olmaması demektir. Bundan hareketle söyleyebileceğimiz birinci sonuç şudur:
-Dünyadaki fani varlığın Bakı olanı Allah’ı görmesi fani sıfatları nedeniyle mümkün olmaz.
İkinci olarak şöyle bir örnek üzerinde düşünebiliriz: İnsan çoraptan uçağa, kalemden uydulara, silahtan otomobillere, evlerden denizaltılarına, bilgisayarlardan akıllı robotlara, iğneden ipliğe… on binlerce şey yapmıştır. İnsan yaptığı şeylerin her an içindedir, bir bakıma onların kaderi insanın elindedir. Eşyayı tasarlayan, üreten, kullanan, çöpe atan yahut dönüştüren insandır. İnsan bu yönüyle yaptıklarının (mecaz olarak söylersek) tanrısı gibidir. Bu noktada çıkaracağımız sonuç şudur:
-Ne akıllı robot ne akıllı bilgisayar ne de diğer üretim nesneleri, hiçbiri tabiri caizse yaratıcıları olan insanı göremez, anlayamaz, takdir edemez, insana ulaşamazlar; oysa insan onlarla iç içedir!
Üçüncü olarak Kuran’da Â’râf suresi 143. ayette yer alan bilgilerden Allah’ı dünyadayken görmenin mümkün olmadığını kesin bir şekilde öğrenmiş oluyoruz: “Ne zaman ki Musa tayin edilen vakitte geldi. Rabbi onunla konuştu. (Musa) ‘Ey Rabbim! Bana kendini göster, sana bakayım!’dedi. Rabbi buyurdu ki: ‘Beni göremezsin, ancak dağa bak, eğer dağ yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin.’ Ardından Rabbi dağa tecelli etti; dağ yerle bir oldu. Musa bayılıp yere düştü. Kendine gelince, ‘Sen sübhansın, tövbe ettim, sana döndüm, ben inananların ilkiyim,’ dedi.”
En’âm suresi 103’ncü ayette yer alan, “Gözler Onu idrak edemez, ama O, gözleri idrak eder, gizli şeyleri bilir, her şeyden haberdardır” ifadelerinden de dünyadayken hiç bir insanın baş gözüyle Rabbini göremediğini ve göremeyeceğini anlıyoruz. Bu iki ayetten çıkaracağımız bir sonuç da şu olabilir:
-Hz. Musa bunu talep ettiğine göre ‘Allah görülebilir!’ Fakat, Allah’ı görmek için göz yetersiz bir organdır. Bu görmeyi mümkün kılacak gerekli donanım insana, güncel bir söyleyişle, yüklenmemiştir. Bu yüzden ayette Rabbimiz ‘sen beni göremezsin!’ buyurmuştur. İnsana dünyadaki görevleri kadar kabiliyetler verildi. Yetenekleri işleriyle orantılıdır.
Dördüncü aşama şudur: İnsan ölünce ahrete gitmektedir. Ahret, dünyadan ve onu içinde tutan kâinattan farklı bir varoluştur. Varlıklar ahrette yeni bir varoluşla diriltilecekler. Artık yaşlanma ve ölüm olmayacak. Bazı ayetlerde ve hadislerde cennetlere girmeyi hak edenlerin en büyük bir nimet olarak Allah’ı görecekleri ifade edilmiştir. Şu ayet cennette Allah’ı görmenin mümkün olduğuna delil kabul edilmiştir: “Nice yüzler o gün ışıldar, parlar; Rabbine nâzır (O’nun cemâline bakmaktadır).” (Kıyamet 22); “İyi davrananlar için daha güzel karşılık, bir de ziyade vardır.” (Yunus 10/26) Bir hadisi şerifte ise “Ey Allah’ın Resulü! Biz kıyamet günü Rabbimizi görecek miyiz?” sorusuna Efendimiz şu cevabı verdi: “Sizler, bulutsuz bir günde güneş ve ayı görmekten rahatsız olur musunuz?” Onların ‘hayır’ demeleri üzerine, ‘Rabbinizi işte siz böylece göreceksiniz,’ dedi” (Ebu Said ve Ebu Hüreyre’den rivayet edildi.)
Bu ayetlerin ve hadisin ışığında ise şu değerlendirmeyi yapabiliriz:
-İnsanlar ebedi kalacakları cennette yeni hayatlarına uygun bir yaratılışa sahip olacaklardır. Bu, cennet nimetlerine uygun bir hilkat demektir. Bu hilkat dairesinde, peygamberler gibi özel kimi insanlara belki özel kabiliyetler verilecek ve onlar mahiyetini kimsenin bilemeyeceği bir şekilde Allah’ın tecellisine muhatap olacaklardır inşallah.
Beşinci olarak şunu da ifade etmek gerekir: Kuran’da zikredilen Miraç hadisesini anlatan ayetlerden Hz. Muhammed (sav)’in ahrete gidip döndüğünü biliyoruz. Maddi bir alemden manevi bir aleme gitmek için efendimize ahrete girip çıkabilecek bir fıtrat kazandırıldığı düşünülebilir. Bu fıtratla ulaştığı Bekâ âleminde Cibril-i Eminle muhatap olmuş ve mahiyetini bilemeyeceğimiz bir şekilde huzuru ilahiye ulaşmıştır. Bu hadise çok büyük bir hadisedir ve bir beşer peygambere nasip olmuştur, elhamdülillah. Miraç hadisesinden çıkarabileceğimiz sonuç da şu olabilir:
-Cebrail (as) gibi melekler manevi alemden dünyamıza gelip gitmişlerdir. Daha pek çok meleğin bu tür bir vazifeyi her an yaptığı Kuran ayetleriyle sabittir. Hz. Muhammed (sav)’de, Rabbimizin daveti üzere, özel bir şekilde ahret alemine götürülüp getirilmiştir. Peygamberimize ahrette ulaştığı makamda Rabbimizin nasıl bir tecellisi olmuştur? bunu bilmenin imkanı yoktur. Fakat, yeni bir fıtrata sahip olacağımız cennet hayatında Rabbimize dair olan bilgimizin ve görgümüzün artacağı kesindir. Resullahın miracında ümmeti için de bir örneklik ve bir pay elbette vardır. (M.Talat Uzunyaylalı)
47-TAKVAYA ULAŞMAK K HEDEF OLMALIDIR
“Ben kendisinden sakınılmaya ehil olanım. Bana benimle birlikte bir ilah ortak koşulmasın. Her kim bana bir ilah ortak koşmaktan sakınırsa ben onu bağışlamaya ehil olanım” (Hadis Enes (ra)’den rivayet edilmiştir.)
Mütalaa: Hale dünyada ilah kabul edilen pek çok put var. Mesela Buda heykelleri, İsa tasvirleri, Meryem ve Aziz ikonları bu anlamdaki imajlardır. Öte yandan nefislerinin isteklerini, ilahi kayıtla sınırlamadan yaşamaları da, insanları sahte ilahların kul yapmıştır denilebilir.
Bilindiği üzere İslam Tevhid dinidir; Allah’tan başka bir ilah mümkün değildir; Onun eşi, benzeri, çocuğu vs. bir nesebi yoktur. Müminlerin kulluğu sadece tek ve eşsiz olan Allah’adır. Allah’tan sakınmak, utanmak gerekir. Onun kitabı olan Kuran’da ne emrediliyorsa onlar yapılmalı nelerden kaçınılması isteniyorsa onlardan da kaçınılması inanlara emredilmiştir.
Allah’tan sakınmanın İslamî literatürdeki karşılığına takva denilmektedir. İnsanın iman ve amel-i salihle hem kendini koruması hem de kendi şerrinden diğer insanları koruması takvadır.
Takvanın karşıtı hâl, Allah’ın emirlerini yapmamak ve yasaklarından kaçmamaktır. Bu, ‘asi bir kul’ olmaktır. Asi kul, nefsiyle baş başadır, onun her günü bir önceki günden fenadır. O, asi kimse, ne kendisi ne maddi imkanları ne de çevresindeki, onu çok sevenler, maddi ve manevi güçlü kimseler, Allah’a karşı koruyamazlar. Allah, asi kulundan mutlaka hesap soracak, eğer hak ediyorsa azaba da gazaba da muhatap kılacaktır. Bu, Allah’ın açıklanmış bir sözüdür, engellenemez!
Farzı, vacibi, sünneti titizlikle yerine getirmelidir ki kişi cezaya muhatap olmasın. Allah’tan korkan nefsine uymayacak ve takvalı bir hayat yaşayarak günahlardan korunacaktır. İbadetler kişiyi takva yolunda tutar, takva yolunda yürüyen insan her gün, her saat yol alır, böylece iki günü denk olmaz, çünkü kişi ibadetlerle takva yolunda yürümektedir ve yürüyen insan her gün yol almakta, böylece her gün ilerleyen kişinin menzili de değişmektedir. Demek oluyor ki sadece takvalı kulun iki günü denk değildir!
Allah’ın emirlerini tutmayan yasaklarından kaçmayan ise kendi arzusuna göre hayatı yaşayan ve bu haliyle kendini üstün gören, kimsenin kendisinden hesap sormayacağını düşünen gafildir. Gafiller aynı zamanda kibirli, gururlu, bencil yaratıklardır. Nefislerini adeta ilah edinmiş heva ve heveslerine uymuşlardır.
O halde her kim nefsine değil de Allah’ın emirlerine uyarsa, o kişi takva üzere bir hayat yaşayabilir. Zilzâl suresinin ikinci ayetinde, “Kim zerre kadar hayr işlerse Allah onu görür, kim de zerre kadar şer yaparsa Allah onu görür,” denilmektedir. Öyle ise, az çok, küçük büyük dememeli, uyku hariç, yaşanan her saati, her dakikayı, farkındalık halinde yaşamaya bakmalıdır. Farkındalık halinde yaşamak demek hayatı Allah için yaşamak demektir, nefis için ya da başkası için değil.
Kuran’da haram olarak zikredilen hiçbir işi yapmamak, yapıldıysa mutlaka tövbe etmek ve o günaha bir daha dönmemek takvadır.
Günahlar kişiyi cehenneme taşırken sevaplar cennete taşımaktadır. Takvayı anlamış ve hayatının güneşi yapmış kişiler, bu ilahi aydınlık içinde ahrete doğru yürürler.
Takva kimseler bilir ki; dünya hayatı hayır değildir, dünya hayatını takva üzere yaşamak hayırdır.
Takva kimseler bilir ki; hiçbir eylem sevap değildir, ancak takva ile yapılan eylemler hariç.
Takva kimseler bilir ki; dünyadan alıp evlerde bankalarda para, altın, mücevher yığmak değerli değildir, kazanmak, zekat ve sadaka vermek değerlidir. Takva kimseler bilirler ki; razı edilmesi gereken insanlar değil, Allahtır. Bu yüzden onlar en yakınlarındakileri bile olsa, kendilerini günaha sokacak işleri yapmaktansa ölümü göze alabilirler. (Hz. Yusuf’un hapsi göze alması gibi!) Takva kimseler bilir ki; insanlardan değil, Allah’tan korkmanın insana faydası vardır. Takva kimseler bilir ki; insanları dinlemenin değil, Allah’ı dinlemenin ve Allah’ın emirlerini anlatanları dinlemenin insana kalıcı bir faydası vardır. Takva kimseler bilir ki; nefse uyanın maddi ve manevi varlığı tabii afete uğramış bayındır bir belde gibi, helak olur, Allah’a kulluk edenlerin ise sevap kazançları, bir zerre kadar olsa, korunur ve bereketlenir.
Takva Allah’tan sakınmaktır. Kim Allah’tan sakınırsa Allah onun koruyucusu, affedicidir. Takva sahibi kimse daima şükreden bir kuldur, sabırlıdır, şefkatlidir, niyeti ve eylemi birdir. Takva sahibi yalnız değildir, o Rabbini ve meleklerini yanında bilir. Takva ilkesine bağlı yaşayan kişi bilerek bilmeyerek işlediği günahlarına tövbe eder; hadiste ifade edildiği gibi, Rabbimiz de kulunu affedip inşallah cennetine kabul buyurur. (M.Talat Uzunyaylalı)
Rabbimizi taklide, halimizi tahkike mecburuz ki, insan mertebesine yüksele bilelim!