Home

said-nursi

(Risalelerden sadeleştirilerek hazırlanmıştır)

Risale-i Nur’da İnsan Teması

 
 

Sözler’de İnsan

İnsan, iman nuru ile yücelerin en yücesine çıkar, cennete layık bir kıymet alır; küfür karanlığıyla aşağıların en aşağısına düşer, cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer…

İnsan, en güzel surette ve kıvamda yaratıldı ve ona gayet kapsamlı bir istidat verildi…

İnsan, kâinatın ekser envaına muhtaç ve alâkadardır.

İnsan, iman ile, insanda gözüken Allah’ın sanatı ve Allah’ın güzel isimlerinin nakışları itibarıyla bir kıymet alır.

İnsan, fiil ve amel cihetinde ve maddi çalışmaları itibarıyla zayıf bir hayvandır, âciz bir mahlûktur.

İnsana verilen bütün cihâzât-ı acibe (maddi ve manevi organlar, kabiliyetler), bu ehemmiyetsiz dünya hayatı için değil, belki pek ehemmiyetli bir baki hayat için verilmiştir.

İnsan, öyle geniş ve kapsamlı bir nüshadır ki, Cenâb-ı Hak, bütün isimlerini insanın nefsiyle, insana hissettiriyor.

İnsanın asli vazifesi, iman ve duadır.

İnsanı ebede namzet eden, ezelî ve ebedî bir Zât’a muhatap ve dost yapan, açıktır ki, rahmettir.

2

İnsan, kâinatın meyvesi ve âlemin küçültülmüş bir örneğidir.

İnsan, Allah’ın bütün isimlerinin göründüğü yerdir.

İnsan bedenini, her şeyi sanatla ve hikmetle yaratan Allah, gayet muntazam bir şehir hükmünde halk etmiştir.

İnsan, üç yönden ilahi isimlere aynalık yapar:

Birincisi; İnsan, zaaf ve acizliğiyle, muhtaçlığı ve ihtiyaçlarıyla, eksiklikleri ve kusurlarıyla yücelik sahibi Allah’ın kudretini, kuvvetini, zenginliğini, şefkatini bildirir ve bunun gibi  pek çok ilahi vasıfları gösterir bir aynadır.

İkincisi; İnsana örnek olarak belirli bir miktarda verilen ilim, kudret, görme, işitme, sahiplilik ve egemenlik gibi, bireysel küçük kabiliyetlerle, kâinatın sahibi Allah’ın ilmine, kudretine, görmesine, işitmesine, mutlak egemenliğine aynalık eder, onları anlar, bildirir.

Üçüncüsü; İnsan, üstünde nakışları görünen ilahi isimlere aynalık eder, gösterir… insanın çok manaları ve vasıfları içinde toplayan mahiyetinde nakışları görülen yetmişten ziyade ilahi isim vardır.

3

İnsanın ne ehemmiyeti var ki, bu büyük dünya onun amellerinin değerlendirilmesi için kapansın, başka bir daire açılsın? Çünkü bu küçücük insan, yaratılışındaki kapsam itibarıyla, varlık içinde bir ustabaşı, Allah Teâlâ’nın egemenliği ve saltanatının ilancısı, umumi kulluğa sahip yegane varlığı olduğundan büyük bir ehemmiyeti vardır.

İnsanın mahiyet aynasında bütün isimleriyle bir yansıması olduğu gibi, Allah’ın birliği ve tekliği cihetiyle dahi, mevcudatla alâkadar her bir ismi, bütün varlığı kuşatır.

Kâinatı insana, yönelten, her tarafta insana baktıran ve insanın yardımına koşturan, apaçıktır ki, ilahi şefkattir.

Fâni insanı ebede namzet kılan, ezelî ve ebedî bir Zât’a muhatap ve dost yapan, apaçıktır ki, Allah’ın merhamet ve ihsanıdır.

Her şeyi sanatla ve hikmetle yapan Allah Teâlâ, İnsanı gayet muntazam bir şehir hükmünde yaratmıştır.

İnsan Allah Teâlâ’nın bütün isimlerine mazhardır; varlıktaki çeşitlilik, meleklerin ibadetlerinin farklı olması, Allah’ın isimlerinin muhtelif olmasıyla ilgili olduğu gibi, aynı neden insanlardaki çeşitliliği de ortaya çıkarmıştır.

Lemalar da insan

Cenab-ı Hak, insana giydirdiği beden elbisesini sanatına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış, beden elbisesini o model üstünde keser, biçer, değiştirir; onda farklı isimlerin cilvelerini gösterir. Şafi ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı gerektirir.

Her insan geçmiş hayatını düşününce kalbiyle ve diliyle ya ‘Ah!’ ya da ‘Oh!’ der. Yani ya kederlenir ya da ‘Elhamdülillah’ deyip şükreder. Onu kederlendiren, geçmişteki lezzetlerin yok olup gitmesinden duyduğu manevi elemlerdir. Çünkü lezzetin bitmesi elemdir. Bazen geçici bir lezzet, daimi elem verir. Düşünmekse o elemi deşer, kederi artırır. Yaşadığı geçici elemlerin sona ermesiyle duyduğu manevi ve daimi lezzet ise insana ‘Elhamdülillah’ dedirtir…

Cenab-ı Hak, kudretini ve rahmetini göstermek için insanın mahiyetine hadsiz bir acz ve fakr yerleştirmiştir. İsimlerinin nakışlarını göstermek için öyle bir surette yaratmıştır ki, insan sayısız şeyden elem duyduğu gibi lezzet de alan bir makina hükmündedir. İşte o insan makinasında yüzlerce alet var. Her birinin elemi, lezzeti, vazifesi ve mükafatı ayrıdır. Adeta insanın büyük bir örneği olan alemde gözüken bütün ilahi isimler, alemin küçük bir örneği olan insanda da cillvelerini gösterir.

Mesela nasıl ki, sıhhat, afiyet ve lezzet gibi faydalı şeyler insanı şükrettirir, o makineşi pek çok yönden görevlerine sevk eder ve insan bir şükür fabrikası gibi olur. Aynen bunun gibi, musibetler, hastalıklar, elemler ve başka arızalar o makinanın diğer çarklarını harekete geçirir. İnsanın mahiyetinde bulunan açz, zaaf ve fakr madenini işletir. Bir dil ile değil, belki her bir organın  farklı dilleriyle insana bir sığınma, yardım dileme vaziyeti verir.

İnsan adeta o arızalarla ayrı ayrı binlerce yazı yazan işlek bir kalem olur. Hayatının sayfasında  veyahut Levh-i Misali’de kader kalemiyle hayat programını yazar. Cenab-ı Hakkın isimlerinin bir ilannamesi ve O’nun manzum bir kasidesi hükmüne geçip yaratılıştan gelen görevini yerine getirir.

 4

Cenab-ı Hakkın insana verdiği sabır kuvveti evhamla dağıtılmazsa her musibete kâfi gelir. Fakat insan, vehimlerin zorlamasıyla, gafletle ve fani hayatı baki zannetmekle sabır kuvvetini geçmişe ve geleceğe dağıtırsa o an yaşadığı musibet karşısında dayanamaz ve şikayete başlar.

İnsan, kuşatıcı mahiyeti itibariyle çoğu varlıkla alakadardır. Onun engin mahiyetine sınırsız bir sevme kabiliyeti verilmiştir… Kalbindeki sevme kabiliyeti kendine sonsuz, bâki güzelliğe sahip bir Zât’a yönelmesi için verilmiştir. İnsan, o sevme kabiliyetini kötüye kullanıp fani varlıklara sarf ederek kusur işliyor, kusurunun cezasını da ayrılık azabıyla çekiyor.

İnsanın yaradılışında bekaya karşı çok şiddetli bir aşk var. Hatta insan sevdiği her şeyde bir çeşit beka vehmeder, sonra sever. Ne vakit sevdiği şeyin yok olacağını düşünse veya yok olduğunu görse, içten içe feryat eder. Ayrılıklardan gelen bütün feryatlar beka aşkının sebep olduğu ağlamaların tercümanıdır. Eğer beka kuruntusu olmazsa insan sevemez.

Madem insan bekaya aşıktır elbette bütün kemalatı ve lezzetleri sonsuz bir hayata dönüktür.

İnsan için en lüzumlu şey, en önemli görev o Baki’ye alaka beslemek ve O’nun isimlerine yapışmaktır. Çünkü Baki Yaratıcının yoluna sarf edilen her şey bir manada sonsuzluğa mazhardır.

İnsanın sonsuzluğu isteyen kalbi bir senelik beraberlikten yalnız bir saniyecikte bir zerre kadar zevk alabilir. Ayrılığın ise saniyesi bir sene değil seneler gibidir.

İnsan uzun bir ömrü şiddetle ister ve Beka ya aşıktır… İnsan gerçi fanidir fakat Beka için, Baki bir Zatın aynası olarak yaratılmış, ebedi meyveler verecek işleri görmekle vazifelendirilmiştir. Ona, Baki bir Zat’ın baki isimlerinin cilvelerine ve nakışlarına ayna olacak bir suret verilmiştir. Öyleyse insanın hakiki vazifesi ve saadeti, bütün donanımı ve kabiliyetleriyle o Baki ve Ebedi Zat’ın rızası dairesinde, O’nun isimlerine yapışıp ebediyet yolunda O’na yönelmektir.

5. 

 Hak yolunda ruhsal terbiye gören bir insan, kötülük isteyen nefsinin  enaniyetini ve serkeşliğini kırmak için lâzım gelir ki, nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar ede ede tâ fenâfişşeyh hükmüne gelir. “Ben” dediği vakit, şeyhinin hissiyatıyla konuşur. Ve hâkeza, tâ fenâfirresûl, fenâ fillâha kadar gider.

6.

“Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir. Malumdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz’üdür. İşte bunun için, semere-i âlem olan insan en cami, en bedi’, en âciz, en zayıf ve en latif bir mucize-i kudrettir.” (On Beşinci Söz)

İnsan, fıtratına dercedilmiş beka arzusunu gerçekleştirmeye çalışmakta, arzdaki halifeliğiyle birlikte bütün kainatın ubudiyetini gözlemleyip tefekkür etmekte ve Vahid ve Ehad Allah Teala’ya külli bir ubudiyette bulunma vazifesini icraya çalışmaktadır.

“İnsan şu kainat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi,

Ve hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi,

Ve kâinat Kur’ân’ının âyet-i kübrası,

Ve İsm-i Âzamı taşıyan âyetü’l-kürsîsi,

Ve kâinat sarayının en mükerrem misafiri,

Ve o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa mezun en faal memuru,

Ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, varidat ve sarfiyatına ve zer’ ve ekilmesine nezarete memur,

Ve yüzer fenler ve binler san’atlarla teçhiz edilmiş en gürültülü ve mes’uliyetli nâzırı,

Ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebedin gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı,

Ve cüz’î ve küllî harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı,

Ve semâ ve arz ve cibâlin kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrâyı omuzuna alan,

Ve önüne iki acip yol açılan, bir yolda zîhayatın en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı,

Çok geniş bir ubudiyetle mükellef bir abd-i küllî,

Ve Kâinat Sultanının İsm-i Âzamına mazhar ve bütün esmâsına en câmi bir aynası, ve hitabât-ı Sübhâniyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hassı,

Ve kâinatın zîhayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı,

Ve hadsiz fakrıyla ve acziyle beraber hadsiz maksatları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir biçare zîhayatı,

Ve istidatça en zengini,

Ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi ve lezzetleri dehşetli elemlerle âlûde,

Ve bekaya en ziyade müştak ve muhtaç ve en çok lâyık ve müstahak ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran ve bütün dünya lezzetleri ona verilse, onun bekaya karşı arzusunu tatmin etmeyen,

Ve ona ihsanlar eden Zâtı perestiş derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok hârika bir mu’cize-i kudret-i Samedâniye ve bir acûbe-i hilkat, Ve kâinatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına bütün cihazat-ı insaniyesi şehadet eden, böyle yirmi küllî hakikatlerle Cenâb-ı Hakkın Hak ismine bağlanan, … (On Birinci Şua)

On Altıncı Lema:

İnsanların çoğu adeta sarhoş, başları dönmüş, okumaz. Okusa da anlamaz, okuduğuna yanlış mana verip ilişir. 

İnsanlık tarihi, muntazam olarak ancak üç bin  sene önceye kadar gider. Bu noksan ve kısa tarih nazarı, Hazreti İbrahim zamanından öncesi  hakkında doğru bir şekilde hüküm veremiyor.

İnsanların fikirleri yüz bin röntgen kuvvetinde olup birleşse, yine de 0 çocuğun bütün insanlığa karşı ayırt edici vasıflarından sadece biri olan hakiki yüz hatları bile keşfedemez.

Ey insan! Cenab-ı Hak’tan başka hiç bir şeyi, ona kulluk edecek derecede kendinden büyük görmemek Kuran’ın düsturlarındandır. Hem kendini de hiç bir şeyden kibirlenecek derecede büyük görme çünkü mahlukat, ilahlıktan uzaklık noktasında eşit  olduğu gibi, yaratılmış olmak bakımından da birdir.

Madem ilimlerin ittifak ve şehadetiyle yaratılış ağacının en mükemmel meyvesi insandır. Ve madem varlıklar içinde en mühimi, en kıymetlisi insandır; onun bir ferdi, hayvanların bütün bir cinsi hükmündedir. Elbette, o büyük haşir ve hesap gününde insanlığın her bir ferdinin aynen, cismiyle, ismiyle, suretiyle diriltileceği kesin bir sezgiyle anlaşılır.

Acaba hem ruhunda hem vicdanında hem aklında hem de kalbinde dehşetli musibetlere ve azaba uğramış bir insan, aldatıcı süsler ve bir servet içinde bulunsa mutlu olabilir mi? Ona mesut denilebilir mi?

Acaba vücudu geçici, yalancı bir cennette bulunan fakat kalbi ve ruhu cehennemde azap çeken bir insana mutlu denilebilir mi?  İşte sen, zavallı insanları böyle baştan çıkardın, yalancı bir cennette cehennem azabı çektiriyorsun.

On Yedinci Lema:

İnsan, insanlığı gereği başkalarının elemiyle üzüntü duyduğundan, sonsuz bir kedere boğuluyor. Hâlbuki vicdan bu kadar elem çekmeye tahammül edemez, o yolda iki şeyden birine mecbur olur: Ya insanlıktan çıkıp sonsuz vahşeti lüzumlu görerek öyle bir kalp taşıyacak ki, kendisi kurtulduktan sonra herkes helâk olsa bile üzülmesin ya da kalbini ve aklını çıkarıp atsın.

Halbuki zavallı insanın sermayesi, binlerce arzusundan birini bile elde etmeye yetmez.

En küçük bir kedere ve gamla başlı donup sersemleşen, ufacık bir mikroba mağlup alan şu küçük insan, Kur’an terbiyesiyle ne kadar yükselir. Latifeleri o kadar genişler ki, koca dünyadaki varların virdine tespih olmakta yetersiz görür.

Ey insan! Nefsin ve elindeki malın senin mülkün değil, sana emanettir. O emanetin sahibi, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen Rahim ve Kerim bir Zat’tır. O, verdiği mülkü, ziyan olmasın diye senin adına muhafaza etmek için senden satın almak istiyor. İleride sana mühim bir karşılık verecek. Sen vazifeli bir memur ve askersin. O’nun adına çalış, O’nun hesabın hareket et. Muhtaç olduğun şeyleri sana rızk olarak gönderen ve gücünün yetmediği şeylerden seni koruyan O’dur. Senin hayatın gayesi ve neticesi, o Malik’in isimlerine ve icraatına mazhar olmaktır.

İnsan eğer hakiki insan olmazsa şeytani bir hayvana dönüşür…

Hidayet ve dalalette insanların dereceleri çeşit çeşittir.

Görüyorsun ki, hayvanlar sayıca sınırsızken ve onlara nispeten çok azken, insan bütün hayvan türlerinin üstünde bir mertebede sultan, halife ve hakim olmuştur.

Dinden çıkan bir kimsenin vicdanı tamamen bozulur ve o insan toplum hayatı için bir zehir olur.

Ey çalışma ve ameldeki lezzeti ve saadeti bilmeyen tembel insan! Şunu bil ki: Cenab-ı Hak, kusursuz keremiyle hizmetin mükafatını onun içine yerleştirmiştir. Amelin ücretini, yine onun içine koymuştur. İşte bu sırdan dolayı varlıklar, hatta bir bakıma cansız şeyler dahi tabiat kanunları denilen hususi vazifelerinde, tam bir şevk ve bir çeşit lezzetle Cenab-ı Hakk’ın emirlerine uyarlar. Arzdan, sinekten, tavuktan tut güneşe ve aya kadar her şey vazifesini tam bir lezzet içinde yapıyor. Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akıları olmaksızın  sonunu ve neticelerini bilinmeden vazifelerini mükemmelce yerine getiriyorlar.

Hayvanlar, yavruları küçükken vazifeleri gereği onları korumaya çalışmaktan lezzet duyar. Yavrulan büyüdükten sonra o vazife biter, lezzet de gider. Hayvan yavrusunu döver, elinden yemini alır. Yalnız insanlarda annelerin vazifeleri bir derece devam eder. Çünkü insanda zaaf ve acz itibarîyle daima bir tür çocukluk vardır, insan her vakit şefkate muhtaçtır.

 Hizmetin içinde ücret bulunduğuna bir delil de şudur: Bitkiler ve ağaçlar, şevk ve lezzeti hissettiren bir tavırla Fatir-ı Zülcelal’in emirlerine itaat ediyorlar. Çünkü yaydıkları güzel kokular ve müşterileri olan

İnsanların ve hayvanların dikkatini çekecek ziynetlerle süslenmeleri, sümbülleri ve meyveleri için kendilerini çürüyünceye kadar feda etmeleri, onların, ilâhî emirlere uymaktan nefislerini mahvedip çürütecek derecede lezzet aldıklarını dikkat sahiplerine gösterir. Meselâ bak, başında âdeta birçok süt konservesi taşıyan hindistancevizi ve incir gibi meyveli ağaçlar, hal dilleriyle rahmet hazinesinden süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir kendileri ise çamur yer. Nar ağacı saf bir şarabı, rahmet hazinesinden alıp meyvesine yedirir kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder. Hatta hububatta bile sümbülleşme vazifesinde apaçık bir şevk ve arzu görünür. Nasıl ki dar bir yere hapsedilen bir insan, bir bostana, geniş bir yere çıkmayı aşkla ister. Aynen öyle de, hububattaki sümbüllenme vazifesinde öyle bir vaziyet, bir istek görülür.