Home

M. Talât UZUNYAYLALI

İSLAM DÜNYASI VE ÇAĞDAŞ DÜNYA DÜZENİYLE İLGİLİ

AFORİZMALAR

-Aforizmalar (1)
Her ülke bağımsız bir ülke olmak ister ama!..

-Aforizmalar (2)
Nerede bir pakt varsa arkasındaki emperyalizmdir!

-Aforizmalar (3)
Sen bir avsın, toprağın da bir avlık!

-Aforizmalar (4)
Türkiye ABD ilişkileri

-Aforizmalar (5)
Batı dizayn eder, sen de dizayn olursun!

-Aforizmalar (6)
Bizi neden AB’ye almıyorlar?

-Aforizmalar (7)
Medresemiz yok, üniversitemiz var mı peki?

-Aforizmalar (8)
Musul bağlamında terörizme kısa bir bakış!

-Aforizmalar (9)
İSLAMOFOBİ’den ISLAMOPHİLİA’ya ulaşmanın bir yolu var mı?

-Aforizmalar (10)

Milli irade hangi darbeye tekabül eder?!

-Aforizmalar (11)
Yaşasın ilk Meclis’in Kürt Milletvekilleri!

-Aforizmalar (12)
Türkiye’de rejim arayışları ve Kılıçdaroğlu’nun yaklaşımı!

-Aforizmalar (13)
AB ve ABD çapacı! Sen mi, sen de çorbacı!

-Aforizmalar (14)
Joseph Votel kandırıyor!

-Aforizmalar (15)
Türkiye’de “sorunsuz” kalmak balığın susuz kalması gibidir!

-Aforizmalar (16)
Bağımsızlık, misyonerlik ve yeni bir medeniyet arayışı…

-Aforizmalar (17)

ABD Başkanı Trump neden iki İncil üzerine el basıp yemin etti!?

-Aforizmalar (18)

Trump çarpılabilir mi?

-Aforizmalar (19)

Fernand Grenard: Modern Avrupa’nın temelinde Müslümanlar var!

-Aforizmalar (20)

Hangi din!?

-Aforizmalar (21)

Kuran bize ne ifade ediyor?

 -Aforizmalar(22)

‘Yeni liderlik’; ‘Trump Çağı’ ve yeni bir ‘Faşizm Çağı’nın ayak sesleri!

-Aforizmalar (23)
Barzani’nin demecindeki mesaj…

-Aforizmalar (24)

Müslümanlık testi!

-Aforizmalar (25)
Yaratıcı, twitter ve facebook dualarımıza bakıyor mu?

-Aforizmalar (26)

Müslümanların şeytanlaştırılması!

-Aforizmalar (27)

Tasavvuftaki savrulmalar ve savurulan Müslümanlar!

-Aforizmalar (28) 
Sermayem biter diye korkma!

AFORİZMALAR (29)
Güneş ölüler için doğmamaktadır! 

-AFORİZMALAR (30) 

Bugüne inanmak, fakat geleceğe inanmamak!

-AFORİZMALAR (31)

Eleştirme beni yerim seni

-AFORİZMALAR (32)
Rüzgâra direnen ağaç, kırılır!

-AFORİZMALAR (33) 

Eti hazmediyoruz, fakat bilgiyi!..

-AFORİZMALAR (34)
Sosyal medya cehaletleri 

-AFORİZMALAR (35)

İlerleme! Nereye kadar?

-AFORİZMALAR (36)

Seni obez seni!

-AFORİZMALAR (37)
DİN VE DOĞRU HAKKINDA HİÇ DÜŞÜNDÜN MÜ?

-AFORİZMALAR (38)
Siyasetin gölgesinde bırakılan bir ayet: “Lâ gâlibe illallah”

Aforizmalar (39)
-Sancı yoksa çocuk doğmaz!

AFORİZMALAR (40)

-Hamd ne demektir?

 

Aforizmalar (1)

Her ülke bağımsız bir ülke olmak ister ama!..

Bağımsızlık pahalıdır, bu yüzden de değerlidir. Küresel entegrasyon masallarını bir kenara koyarak baktığımızda Batı ülkelerinin bağımsız ülkeler olduklarını kabul edebiliriz. Hıristiyan ABD’nin, AB’nin ve Rusların askeri paktları var; fakat İslam dünyasının yok! Acaba niçin İslam dünyasının askeri bir paktı yoktur? İslam dünyası ülkeleri bağımsız ülkeler değil midir? Askeri paktlar kimin ekonomik, siyasi hatta kültürel çıkarlarını koruyor? Gelişmekte olan ve azgelişmiş durumdaki ülkeler hangi askeri paktların koruması altında! Ve tabii niçin? ABD, Rusya askerleri İslam memleketlerindeki karakollarında kimin ve neyin bekçiliğini yapıyorlar? ABD, AB, Rusya neden Müslümanlara yardım etmek, dost ve müttefik olmak istiyor? Bu bizim postumuzla ilgili olabilir mi? Neden biz balığız  da onlar balıkçı?

Aforizmalar (2)

Nerede bir pakt varsa arkasındaki emperyalizmdir!

Nerede bir pakt varsa pakt dışı kalan ülkeler tehdit altındadır. Emperyalizm çıkarını iyi organize etti doğrusu; küresel düzenini sağlam temeller üzerinde kurdu. İstihbarat, siyaset, ekonomi, medya ve iletişim, bilim ve teknoloji, harp darp, insana ve dünyaya nüfuz eden her sistem, görüyorsun emperyalizmin kontrolünde. İnşa edeni kimse koruyanı da o emperyalizmin. NATO’su, BM’si, İMF’si, Dünya Bankası adaleti tesis için değil, emperyalizm için kuruldu.. Tanrı emperyalistlerden yana mı peki? Emperyalistler adil değildir; Tanrı ise ancak adil olanları sever! Tanrı senin yanında, çünkü sen mazlumsun, zulmü alkışlayamıyorsun, zalimi sevmiyorsun, yüreğin var senin, ondan tütüyorsun zaten, bir ocak gibi ondan! Peki, nasıl baş edeceksin ki emperyalizmle? Küllerin yahut yaş çalı dumanın yeter mi bu işlere? Politik gücün var mı? Yok! İktisadi gücün var mı? Yok! Askeri gücün var mı? Yok! Kültürel gücün var mı? Yok! Bilim ve teknoloji üretebiliyor musun? Yok! Bir Halifen var mı peki? Yok! Görüyorsun cemaatin, şeyhin, hocan da bu işlere yetmiyor! Oysa senin Tanrın sana adaleti emrediyor! “Adaleti ayakta tut!” “Adaletten ayrılma!” “İnsanlar arasında hükmettiğinde adaletle hükmet!” “Adaletten sapma!” “Adalete şahitlik et!” “İnsanların arasını adaletle düzelt!” “Adaleti yerine getir!” Kuran sana böyle diyor… Hayır, demiyor, emrediyor! “Haklısın da, bu işi kim yapacak,” mı diyorsun şimdide? Seni şarklı seni, seni bedavacı seni! Ne bakıyorsun ki etrafına? Emperyalist olma, fakat emperyalist kadar yürekli ol, emperyalist kadar akıllı ol, emperyalist kadar planlı projeli ol! Tanrı’nın sana hitap ettiğini bilmiyor musun? Hiçbir şey yapamıyorsan, bari emperyalizmden nefret et!

Aforizmalar (3)

Sen bir avsın, toprağın da bir avlık!

Bak şu İslam topraklarına, kimin avlığı, kimler avlanıyor bu topraklarda? Kim, ne avlıyor Hz. Muhammed’in, Selahaddin Eyyubi’nin, Fatih Sultan Muhammed Han’ın ülkesinde? Her yanı sarmış şu av kulübeleri kimin? Sürek avını sever emperyalistler, petrolünden girer doğal gazından çıkarlar senin. Onlar mahir avcılardır; senin hangi dağında, hangi bağında, hangi denizinde, hangi ovanda, hangi kasanda ne var, bilirler. Sen ve coğrafyan beyaz adamın avlığıdır, evet; mahir avcıdır beyaz adam! Toprağının, alın terinin ortağıdır; seninle beslenir beyaz adam; etini budunu pek sever, hele şiş kebabın, rakın!.. Fakat öyle utanmazdır ki itoğlu, insan eti yer de, sana yamyam diye, namaz kılan, oruç tutan, İdi Amin’i gösterir! Ah Afrika!.. Ne çektin beyaz adamdan sen, ne acılar yaşadın! Amerika… İngiltere, Fransa, Portekiz, Almanya, İtalya, Belçika ve İspanya… Afrika kıtasını sömürge olarak nasıl da tükettiler! Bitti mi çilen sanıyorsun ey Afrika! Ey Orta Doğu! Ey Türkiye! Lime lime böldüler Afrika’yı, avlıklarını taksim ve tanzim ettiler; pek adildir beyaz adam; bir kıtadan altmış ülke çıkarır o! Tabii dünya barış içinde yaşasın diye yapar bunu! Yoksa ne için cetvelle haritalar çizsinler ki? Tanrı şahittir! Her türlü fedakârlığı yapmıştır beyaz adam! Halen de esirgemez, görüyorsun, şehvetle sana nasıl da kol kanat germektedir; her tarafta karakolları, üstleri, kıyılarında donanmaları, nasıl da korurlar denizlerini düzlerini senin! İslam coğrafyasından beyaz adamın her yıl avladığı petrol 1 trilyon dolara yakınmış! Ya böyle işte!.. Boko Haram’ı, DAEŞ’ı, el-Kaide’si, PKK’sı, PYD’si… Daha niceleri, beyaz adam, her birini avlığın istikrarı için çalıştırıyor; kimine tüfek veriyor, kimine bomba, kimine füze veriyor, kimine tank top; sırf sen rahat edesin diye yapıyor bu fedakârlığı tabii! Bak Kuzey Afrika’nın haline, ümmet coğrafyanda olup bitene iyi bak. Orta Doğu’ya bak, Türkiye’ye bak, yakın dünü unutma; Bosna’ya bak! Irak’a yaptıklarına, Suriye’de olup bitene, Mısır’a, Libya’ya bak! Ülkene bak; teröre, darbe teşebbüslerine!.. Nasılda ülken beyaz adamın bir avlığı sen de bir avsın, anla! Beyaz adam, evet o emperyalizmin kendisidir; senin tabiatından ve senin hayatından beslenir! Tabiatı bozar, insanı kirletir beyaz adam; beyaz adamın emperyalizmi şeytani bir düzendir. Aç kurt sürüleri gibidir onlar; girdikleri hiçbir ülkede geride sefaletten daha başka bir şey kalmamıştır. Kim durduracak kurtların yeryüzü talanını; kim düzeltecek emperyalist yalanları! Çağdaş! Medeni!.. Güvendiğin, hayran olduğun şu beyaz adam seni yiyor; ülkeni, gönül coğrafyanı talan ediyor; terör diyor, oğlunu kızını yiyor; ticaret diyor, petrolünü, gazını ve cebindeki paranı yiyor! Sen ona benzedikçe de o çoğalıyor!.. Beyaz adamın emperyalist düzeni durdurulamaz mı peki? Tüm yeryüzü kurtlaşacak mı sonunda? Biliyorum, evet; Tanrı bizimle. Fakat biz ne yapacağız?

Aforizmalar (4)

Türkiye ABD ilişkileri

Türkiye ABD ilişkileri hakkında ne düşünüyorsun? Hiçbir şey düşünmüyor olabilirsin, çünkü sen bir Türk’sün düşünmek seni yorar! Ooo! Öfkelendin; şimdi fena kızarsın bana! Merak etme, biliyorum psikolojini, çünkü ben de bir Türküm… Köpürmeyi bırak da düşün bakalım hele: 1947’den beri Türkiye ABD ilişkileri bağımsızlığımıza ne katmıştır? Türkiye’yi üstlerle doldururken, şehirlerine NATO havaalanı yapıp dağına ovana nükleer silah stok ederken, gayesi neydi Amerika’nın; yani Batı’nın? 10 bin km. öteden gelen ABD’liler, ülkene üstler kurup yerleşirken, ‘size yardım yapıyoruz, sizi koruyoruz!’ derken sen ne ölçüde bağımsızdın? İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya yeniden dizayn edilirken senin ülkene ABD nasıl bir rol biçti? Ve tabi eski Osmanlı coğrafyana! 1945–1950 yılları arasında Marksist Sovyet talepleriyle seni korkutup ABD’nin kucağına nasıl ittiler? Truman Doktrini ve Marshall Planı ile daha mı özgür bir ülke oldun? Yoksa özgürlüğünü Amerikalılara mı ipotek ettin? 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD sana yaklaşırken ve bu saat olmuş yakanı bırakmazken, niyeti ne idi? ABD senin özgürlüğün üzerinde mi oturuyor, yoksa seni özgür mü kılıyor? Amerika II. Dünya Savaşı sonrasında yeni stratejisi gereği sana nasıl bir rol biçti? Hâlâ o rolün ülkesi misin? Gururun inciniyorsa özgürlük felsefesi yapalım! ‘Dünyada özgür ülke mi var? Bütün ülkeler birbirine bağımlı? Özgürlük göreceli bir kavram? En büyük köle ABD!’ Nasıl? Teselli verici değil mi? Sen avun! Sevr mi, Lozan mı?.. Düşünmüyorsun ki, her ikisini de beyaz adam senin için yazdı? Son iki yüz yılda yaptığın anlaşmaların şehirlerine bir bak: Paris Barış Senedi-Paris Antlaşması (1801-2) Bükreş Antlaşması (1812) Londra Antlaşması (1840-1) Paris Antlaşması (1856) Berlin Antlaşması (1878) Uşi (Ouchy) Antlaşması (1912) Londra Antlaşması (1913) Atina Antlaşması (1913) Brest Litovsk Antlaşması (1917) Mondros Antlaşması (1918) Sevr Antlaşması (1920) Moskova Antlaşması (1921) Lozan Antlaşması (1923) Montrö Boğazlar Sözleşmesi (1936) vb. Bu anlaşmaların her birinde senin bir yanını budadılar; üç kıtadaki toprağından elinde kalan Türkiye’dir. Korkma sorgula; o da gerçekten elinde mi, yoksa vesayet altında mı ülken? “Osmanlı bu kadara büyük toprakları fethetmeseydi, bu anlaşmaları yapmazdı! Türk çocukları yaban ülkelerde yok olup gitmezdi!” diyenler var. ABD dünya kadar ama!!! Amerika askeri her yerde!!! Sen aydınsın, bilim adamısın, politikacısın sen ABD’ye övgü diz, sülalene ise küfret! Mankurttan da ötesin sen… (Terbiyem bu kadarına yetiyor.) Elinde mısak-ı milli’den ibaret bir vatan parçası kaldı; onun da ‘misakı’nı kaç köşeden kemiriyorlar, görüyorsun! Kim kemiriyor misak-ı milli’ni? Haklısın tabii, Amerika koruyor! Görüyor musun ölülerini, şehitlerini; kemik seslerini, hırıltıları duyuyor musun gerçekten? Suriye’yi, Irak’ı bu hale getirenlerin sıradaki ülkesi neresi? Yaklaşan yeni bir anlaşma; tabi yine bir beyaz adamın ülkesinde. Sen efendilerin ayağına gitmeye alıştırıldın bir kere! Gidersin, gidersin! Her dönüşünde de ‘zafer miydi?’, ‘hezimet miydi?’ tartışmalarını, ‘tabi ki zaferdi!’ naralarıyla karşılarsın. Batı senin çocuğundan müstemleke aydınını da çıkardı nasılsa. Merak etme, kalabalık bir koru da bulursun yanında. Bir meczup bir kadına tekme atınca senin basının, aydının, meclisin, bilim adamın, din adamın, yargın bir ay bu ‘dehşet!’ olayı manşetten konuşur! Pardon, konuşturulur! Şimdi lagayı lugayı bırak, koruyabilecek misin misak-ı milli’yi, bozabilecek misin toprağının ve milletinin üzerindeki oyunları? Bilim üretemiyorsun, teknoloji üretemiyorsun, nasıl caydıracaksın beyaz adamı peki? Hani nerede nükleer silahın? Yeyip içmekten, ev ve araba edinmekten başka bir paradigman var mı ki senin? Sen iyisi mi bu işleri bırak, etek boyunun ne kadarının tahrik edici olduğunu, tekmenin açısının ve şiddetini ne olması gerektiğini konuş aslanım! Bir de, kış geliyor, yeni sezonda ne giyeceksin, haydi git çarşı pazarı dolaş! Amerikan bayraklı bir kazak bulursan kendine, oğluna kızına, büyük babana mutlaka ondan bir kaç tane al! Bayraklısı yoksa hiç olmazsa göğsü İngilizce yazılı olanlardan al…

Aforizmalar (5)

Batı dizayn eder, sen de dizayn olursun!

Türkiye kendini Batı’ya anlatamıyor! Yalan! Batı Türkiye’yi anlamak istemiyor… Hakikati mi arıyorsun, işte sana hakikat: Batı Türkiye’yi 200 yıldır dizayn ediyor! Türkiye diyorsam sen bütün İslam dünyası anla. Türk dizaynının araçlarından biri de darbelerdir! Osmanlının son yüzyılları, Türkiye’nin son 60-70 yılı… Bu komplo falan değil, Türkiye Darbeler Tarihi diye bir kitap varsa -ki yoksa olmalıdır-, orada darbelerle Batı’nın ilişkisi mutlaka en geniş şekliyle yer almıştır. 15 Temmuz 2016 darbe kalkışması karşısında Batı Türk demokrasisine niçin sahip çıkmadı? ‘Türkiye’deki Başarısız Darbe Girişiminin Anatomisini” onlar neden bizim gibi görmediler? Darbenin faili olarak gördüğümüz FETÖ’cü arka planı niçin ciddiye almıyorlar? İşin sırrı dizaynda!.. Jön Türkler-Komünist Türkler-FETÖ’cü Türkler… Neden hepsinin alış-verişi Batı’yla? Neden hepsinin sahibi Batı? Dizayn proje demektir; beyaz adam proje adamıdır! “Biz İslam kökten dinciliğini dönüştürmeli, onları liberalleştirmeliyiz.” On yıllarca önce böyle diyordu beyaz adam, bizim için. Bizim gibi ana avrat söverek iş yapmaz onlar; ortaya bir amaç koyar ve o amaca ulaşmak için de proje yaparlar. Tabii sana da bana da projelerinde taşeronluk gibi roller verirler! “Yeşil Kuşak Projesi”; “Ilımlı İslam Projesi”; “Radikal İslam Projesi!”; “IŞİD’cı İslâm Projesi”, “El KAİDE’ci İslam Projesi”; “PKK Projesi-PYD Projesi” vb. Bunların hangisi bizim projemiz? Projelerden kurtulmak mı istiyoruz? Ruhumuzu Batılı adamın projelerine satmayalım o zaman. Müteahhitlikte maharetimiz yok, işimiz taşeronluk! Milli mücadele ruhunu seçelim! Erzurum ve Sivas Kongreleri ruhunu, 1. Meclis ruhunu… Allah’ı dinleyelim; Kuran’a dönelim. Bizim dostumuz Allahtır ve Allah yenilmezdir!

Aforizmalar (6) Bizi neden AB’ye almıyorlar?

Özet Batı: Avrupa Birliği (AB) Batı medeniyetinin öznesi olan ülkelerinin birliğidir

Batı’nın periferisi oldukça geniş; Amerika’sından Rusya’sına, hepsi Batı. Batı, antikomünist; fakat komünizmin de mucidi. (İcadı çok Batı’nın, faşizmden kapitalizme… meczubu yahut mustaribi olduğumuz geniş bir literatür ona ait.)

Göreceli olarak, Batı ‘özgür dünyadır’ ve hakların, özgürlüklerin en geniş şekilde kullanıldığı ve yasal teminat altında olduğu bir medeniyettir denilir.

Batı zengindir; bilim, teknoloji, felsefe ve sanat da ona aittir. Demokrasi, sosyal demokrasi, sağcılık-solculuk; Batı medeniyetine mensup ülkelerin ortak siyasi ve tartışılamaz değerleridir.

Laiklik, ateizm Batı kültürünün bir parçasıdır; fakat sadece AB ülkeleri değil, günümüzde Batı dünyası ülkeleri aynı zamanda Hıristiyan inancına da sahiptirler.

Batı’nın güçlü kökleri vardır; eski Roma, Yunan ve Hristiyanlık; pozitivizm de bu üç öğretinin bir sentezidir.

Batı, kapitalizmin ve küresel sömürünün de mucididir. Emperyalizm, sömürgecilik -dayandığı antik köklerle birlikte- modern Batı medeniyetinin temelleridir. … Cumhuriyetin kurucu ilkeleri Batı değerleridir. Biz, Batı değerlerinin taşıyıcılarız; evet!.. Ne var ki Batı yükü, yükün sırtımızda hamalın sırtında durduğu gibi duruyor! Manzara bu olunca Batılı adam ne demokrasimizi beğeniyor ne de laikliğimizi! Taşımak!.. Eğreti bir sözcük, içselleştiremiyorsan Batı’yı, batılı değilsin! Tanzimat’tan alırsak, neredeyse iki yüz yaşına girecek Batılılaşma maceramız. Yaş kemale ermiş de, özümseyebildik mi Batı’yı? Darbeler tarihi, iç çatışmalar… Ordu ve cemaat vesayeti… ‘Bizi niye AB’ye almıyorlar?’ tiradının cevabını kimden almalıyız? 15 Temmuz darbe girişimini püskürten Türkiye’nin ‘ordu ve cemaat’ vesayetinden kurtulduğunu düşünen ve geçenlerde Hürriyet’e röportaj veren (30 sene siyaset yapmış; 12 sene ANAP genel başkanlığı, 3 defa başbakanlık, muhalefet liderliği ve bağımsız milletvekilliğinde bulunmuş) eski Başbakanımız Mesut Yılmaz’dan dinleyelim o zaman:

“Türkiye’nin artık şu darbe girişiminin izlerini temizleyip, sorumluları ortaya çıkarıp, senaryosunu çözüp yoluna bakması lazım. Türkiye’nin önünde artık ne kendisini içeriden işgal etmiş olan bir cemaatin lekesi var ne üzerinde ordunun vesayeti iddialarını haklı çıkaracak bir zafiyeti var. Türkiye’de şu anda yüzde 50 oy almış meşru olarak seçilmiş bir iktidar var. Yani AB ölçeğinde bir demokrasiye ulaşmamızın önünde yapısal bir siyasal engel kalmadı…

Bana göre bu darbe teşebbüsü Türkiye için hayırlı olmuştur. Maalesef masum çok insan öldü, maalesef Türkiye’nin dünyadaki imajına zarar verildi. Ama bu darbe Türkiye’nin AB süreci açısından büyük bir fırsat olabilir. 1999 yılında biz Helsinki’de AB’ye üyelik için adaylık statüsü aldık. Ecevit başbakanlığında üçlü hükûmet zamanında -2002’de baraj altında kalan 3 partinin kurduğu koalisyonla- AB kriterlerine uygunluğu sağlayacak olan III. paketi Meclis’ten geçirdik. Bütün bu kriterleri yerine getirdikten sonra bir görüşmede Alman Başbakanı Schröder bana ‘Kohl ile kavganızı yakın olarak takip ettim. Kohl benim siyasi rakibim. Ama dürüstçe söylemek gerekirse Kohl’ün Türkiye’nin AB’ye hazır olmadığını söylerken kastettiği mesele sizin anladığınız gibi değil. Sizin söylediğiniz gibi Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması değil. Onun asıl karşı çıktığı legitimacy (meşruiyet). Yani Türkiye’de TSK’nın hükûmete ortak olduğunu ve hükûmetin onların onayını almadan birçok konuda icraat yapamadığını kastediyor’ dedi…

28 Şubat döneminde Genelkurmay’da irtica konusunda brifing yapıp, o brifinge eğer Yargıtay, Sayıştay, Danıştay mensuplarını getirir, hepsini ayağa kaldırıp komutanlara alkışlatırsan dışarıdan bakana onun demokrasi olduğuna inandıramazsın. Nitekim adamların hiçbiri inanmadı…

Ben Tayyip Erdoğan gibi bu darbe teşebbüsünü milat kabul ettiğimi söylemişsem eğer, onun yerinde olsam bunun arkasından atacağım adım Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni 2023 yılına artık içi tam demokrasiyle doldurulmuş bir ülke olarak taşımak olur…

AB benim için Türkiye’yi demokrasiye dönüştürmenin yoludur. Biz 2023’te AB düzeyine çıkalım, onlar bizi referandumda kabul etmeyip rahmetli Erbakan’ı haklı çıkarsınlar. Demokratik bir İslam ülkesini sırf dininden dolayı AB’ye kabul etmemiş olsunlar. Kendi çok kültürlü medeniyet prensipleriyle ters düşsünler. Bunu başaracak Tayyip Erdoğan Türkiye’nin De Gaulle’ü gibi olur. Ama Tayyip Bey öbür yola girerse neler olacağını düşünmek bile istemiyorum.”

“Öbür yol ve öbür yola sapmak!” bir yanda dursun. Sayın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, asker ve cemaat vesayetini Türkiye’nin üzerinden kaldırarak, Türkiye’nin De Gaulle olur mu olmaz mı, bilemem.

Kanaatim bu başarılsa bile, Türkiye’nin AB’ye tam üye yapılmasına yetmeyecektir! Her ne kadar Alman Başbakanı Schröder, Sayın Yılmaz’a, ‘Kohl, Türkiye’nin AB’ye hazır olmadığını söylerken kastettiği mesele sizin anladığınız gibi değil. Sizin söylediğiniz gibi Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması değil,’ dese de sorunun hâlâ Türk halkının Müslümanlığı olduğu bugünlerde Almanya’da kundaklanan camii duvarlarına yazılan sloganlardan bellidir. … Çok uzun sözün eleştirel özeti: Biz; (şarklı Müslümanlar) kendi medeniyet değerlerimizi üretmeye mecburuz; çünkü Batı medeniyetini içselleştirmemiz mümkün değildir.

Dünyanın yeni bir medeniyet tasavvuruna ihtiyacı vardır ve bunun tohumunu da İslâm dini ve onun kutsal kitabı Kuran taşımaktadır. Sırtlanacağımız bir yük, içselleştireceğimiz ve yeşerteceğimiz bir tohum varsa o Kuran olmalıdır.

Batı kaybetmiştir!.. Sırtından Batı yükünü indirip bu şerefli yükün, Kuran yükünün, hamalı olmaya kendilerini adayanlar, işte onlar her iki âlemin bahtiyarlarıdır.

Aforizmalar (7)

Medresemiz yok, üniversitemiz var mı peki?

Önce şunu vurgulamak gerekir; İslam, Hristiyanlık, Yahudilik, üç dinin temelinde de kutsal kitaplar ve buna bağlı bir eğitim vardır. Üç dinin kutsal kitaplarına baktığımızda şunu görmekteyiz: İnsanı yaratan ve insana okur-yazarlığı emreden Allahtır. Medrese yahut üniversite, amacı insanın okur-yazar olması, aklını-fikrini geliştirmesidir. Allah insanların eğitimli olmasını istemektedir; insanlığın daha ilk gününden itibaren sahifeler şeklinde kitap indiren Yaratıcı, insanların cahil kalmasını istemiyor demektir. Haliyle nerede kitabî bir toplum varsa orada bir eğitim de söz konusu olmuştur. Kitap, medresenin yahut üniversitenin temelidir; kitapsız ne medrese ne de üniversite olabilir.

Bir dille iletişime sahip Hz. Âdem ve Hz. Havva insanların ilk atasıdır. Hz. Âdem ilk peygamber olarak Allah’tan yazılı ilk vahyi de o aldı. Tevrat-Zebur, İncil ve Kuran, Rabb’in kitaplarıdır. Bu ilahi kitaplara okuyup yazmaya dair ne var diye bir kere daha baktım. Tevrat ve Zebur’da “okumak ve yazmak” fiilinin bugünkü anlamda bir karşılığı yoktur. Fiilin geçtiği cümleler şu şekildedir: “RAB’be ezgi okumak için eğitilmiş yetenekli Levililer’in…”; “Davut’un koyduğu düzene göre sevinçle ezgiler okumakla görevlendirdi…”

Tevrat ve Zebur’da yine günümüzdeki anlamıyla “bilgi” sözcüğü geçmemektedir. ‘Bilgin’den kasıt şudur: “Kralların Kralı Artahşasta’dan Gökler Tanrısı’nın Yasası’nın bilgini Kâhin Ezra’ya selamlar.”; “Gökler Tanrısının Yasası’nın bilgini Kâhin Ezra’nın sizden her istediğini özenle yerine getirin.”; “Ertesi gün bütün aile başları, kâhinler ve Levililer Kutsal Yasa’nın buyruklarını öğrenmek için Bilgin Ezra’nın çevresine toplandılar.” Yazı ve yazılı metin olarak da şu ifade yer almaktadır: “Musa döndü, elinde antlaşma koşulları yazılı iki taş levhayla dağdan indi. Levhaların ön ve arka iki yüzü de yazılıydı. Onları Tanrı yapmıştı, üzerlerindeki oyma yazılar O’nun yazısıydı.”

Tevrat ve Zebur’da bilgi, dini metinlerin ve dini öykülerin anlaşılıp anlatılmasından ibarettir. “Özdeyişler” bölümünde yer alan en etkili birkaç ifade ise şöyledir: “RAB korkusudur bilginin temeli. Ahmaklarsa bilgeliği ve terbiyeyi küçümser.”; “Gümüş yerine terbiyeyi, saf altın yerine bilgiyi edinin.”; “Bilge kişiyi eğitirsen daha bilge olur, doğru kişiye öğretirsen bilgisini artırır. RAB korkusudur bilgeliğin temeli; akıl kutsal olanı tanımaktır.”; “Akıllı kişi bilgiyi satın alır, bilgenin kulağı da bilgi peşindedir.”; “RAB bilgiyi gözetip korur…”

İncil’de yer alan bazı okur-yazarlık ifadesi şu şekildedir: “İsa, büyüdüğü Nasıra Kenti’ne geldiğinde her zamanki gibi Şabat Günü havraya gitti. Kutsal Yazılar’ı okumak üzere ayağa kalkınca…” “Pavlus bu şekilde savunmasını sürdürürken Festus yüksek sesle, ‘Pavlus, çıldırmışsın sen! Çok okumak seni delirtiyor!’ dedi.” “Yedi gök gürlemesi seslendiğinde yazmak üzereydim ki, gökten, ‘Yedi gök gürlemesinin söylediklerini mühürle, yazma!’ diyen bir ses işittim.”; “Zekeriya bir yazı levhası istedi ve adı Yahya’dır diye yazdı. Herkes şaşakaldı.” Vb.

Kuran’ın insanlara ilk emri okudur: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir. (Alak 1-5) Kuran’ın Ahret’e bakan yüzünde ise insana verilecek son emir şöyledir: “Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (İsrâ 14); Hz. Muhammed (sav) Rabbin kitabının okuyucusudur: “Sana (Kur’an’ı) okutacağız; artık Allah’ın dilediği hariç, sen hiç unutmayacaksın. Şüphesiz Allah, açığı ve gizleneni bilir.” (A’lâ 6-7); “Rabbinin Kitabı’ndan sana vahyedileni oku…” (Kehf 27)

Kuran, insana okuma-yazma, anlama konusunda daima yol göstermiştir. Kişiye sürekli aklını kullanmasını emreder: “Ey akıl sahipleri!…” (Bakara 179) “Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.” (Bakara 269) “Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” (En’âm 32) “O, akıllarını kullanmayanları murdar kılar.” (Yûnus 100) “Kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır.” (Yusuf 111) “…İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır.” (R’ad 4) “…ancak akıl sahipleri anlar.” (R’ad 19) “…akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara (gönderilmiş) bir bildiridir.” (İbrahim 52) “Andolsun, size içinde sizin için öğüt bulunan bir kitap indirdik. Hâlâ akıllanmaz mısınız?” (Enbiya 10) “…Ey akıl sahipleri! İbret alın.” (Haşr 2)

İlmi, kadın ve erkeğe farz kılan dünyada İslam’dan başka bir inanç ve kültür yoktur! Müslümanlar, uzun asırlar boyunca, Allah’ın okuyun ve akledin emrini tutmuş, okumuş ve akletmişlerdir. Müslümanların camilerin yanına ilk yaptıkları sosyal müessese, medreseler olmuştur. Bugün Erzurum’da Anadolu’nun incisi durumundaki Çifte Minareli Medrese’nin yapımı şehrin fethinden kısa süre sonradır! Bizim bir zamanlar medresemiz vardı; medreselerin yetiştirdiği insanlarla İslam dünyası ve İslam medeniyeti göz kamaştırıyordu. (Kaynak: Avrupalı seyyahların kitaplarına göz atınız!) İslam medeniyeti altın çağını yaşarken Avrupa’nın henüz üniversitesi yoktu. Işık nasıl doğudan doğup batıyı aydınlatıyorsa medeniyette Batı’ya önce Doğu’dan gitti. Avrupa’da Rönesans’ı, haliyle üniversiteyi başlatan İslâm medresesidir. (Meraklısı için kaynak: Prof. Dr. Fuat Sezgin ve İslam’ın Dünya Bilimine Katkıları.)

Bir dönem bilim ve teknik üreten İslam medreseleri bir dönemden sonra neden sadece din bilimlerine endeksli kaldı? Bir çak sebebi var; tartışılmış ve cevabı verilmiş bir konu, geçiyorum. Sadece şunu söylemek isterim: İbrahim Hakkı (1703-1780) din eğitimi almış, medresede yetişmiş bir tasavvuf öğretmeni, aynı zamanda alet kullanan, matematik, geometri ve astronomiyle uğraşan, çizimler yapan bugünkü tabirle pozitif bilimlerle uğraşan bir zât. Hocası/şeyhi Fakirullah ve Şeyh İbrahim Hakkı, takipçilerine alet kullanmak, bilimsel gözlem ve deney yapmak, İslam’da yasaktır mı dediler!

Her işte istikrar, gelişme, öz güven geleneğe dayanır. Medreseyi yıktık, bin beş yüz yıllık bir geleneği, tecrübeyi yok ettik. Çünkü bizi geri bırakan medreseydi!!! Yerine ne koyduk peki? Avrupa’dan, dolaylı olarak bizim kurduğumuz yahut kurulmasına büyük emeğimiz geçmiş olan, üniversiteyi aldık! Aldık mı peki? Aldık diyorsak, o zaman şu soruya cevap vermemiz gerekmektedir: Türk üniversitelerinin dünya bilimine katkısı nedir? Hangi bilim ve teknik keşif Türk üniversitelerinin eseridir? Gerçekçi olalım: Türk milletinin ‘ruhunun’ Araf’ta gözükmesinin sebebi eğitimidir.Türk eğitim sistemi gerçekte ne medreseye ne de üniversiteye dayanmaktadır. Temel paradigması ‘Atatürkçülüğü öğretmek!’ olan kendine özgü bir ‘karmaşadır’ Türk eğitim sistemi. Geçmiş eğitim sistemini inkâr eden ve en eski üniversitesi 80-90 yaşındaki bir ülkenin özgün bir medeniyet vücuda getirmesi, bilim ve teknoloji üretmesi, haliyle muhal olmaktadır. Düşünün ki, Türk üniversitelerinin TEKNO Kentlere kavuşması ve AR-GE yapmaları hükumetin birkaç yıl önce başlattığı yahut ‘dayattığı!’ ‘pozitif (!)’ bilim adına önemli bir gelişmedir.

Medrese düşmanlığı, kişinin milli varlığının oturduğu dalı kesmesinden başka bir mana ifade etmemektedir ve meşhur bir cehalettir. Medrese yahut üniversite, biri diğerinin alternatifi değildir; Rabbimiz Âlim’dir; ilim Allah’ın sıfatıdır ve bir hikmetidir; insanlığın ortak paydasıdır. Türkiye medreselerin önünü açmalıdır artık. Geçmişin eğitim tecrübesinden ve eğitim yöntemlerinden istifade etmek, muazzam İslam kütüphanelerinden yararlanmak, Müslümanların ve insanlığın hakkıdır. (Avrupa’nın ve ABD’nin önemli bütün üniversitelerinde İslam kürsüleri vardır ve halen de yenileri kurulmaya devam etmektedir. Batı medeniyeti, bu kürsülerde, İslam medreselerinin o muazzam birikimini kendi kültürüne ilave etmek üzere, samimi ve heyecanlı bir çaba sarf etmektedir.)

Şu, ideolojik yobazlığı bırakalım artık. Medreseler, Türkiye’yi zenginleştirir… Kiliseyi dışlayan pozitivist üniversite, insanın dışına/dünyaya bakarken, İslam medresesi de, bir dönemden sonra, insanın sadece içine/ruhuna bakmıştır. İkisi de eksiktir. İnsanın hem maddi hem de manevi varlığını kuşatan eğitim Allah’ın emrettiği insanlık için yararlı bir eğitim modelidir.

Sonuç itibariyle, Allah insanlığa kitaplar indirmiştir. Kitapların öncelikli gayesi Allah’ı tanıtmak, insanları iman ve ahlak sahibi kılmaktır. Ondan sonra da bakışları varlığa çevirmek yine Rabbimizin bir emridir: Tabir caizse, kâinat kitabından AR-GE’yi emreden Allahtır. Yeter ki saçmalıkları bırakıp gerçekten ilimle hikmetle uğraşalım. O zaman ‘Sünnetullah’*a sarılmış, İslam medeniyeti ve ‘insanlık için’ ayağı kalkmış ve doğru bir yola girmiş olabiliriz.

*Sünnetullah: Allah’ın kâinatta gözlenen yasalarıdır.

Aforizmalar (8)

Musul bağlamında terörizme kısa bir bakış!

Terör örgütlerinin militanları önemli değildir, önemli olan bu örgütleri kuran irade ve o iradenin elde etmek istediği sonuçlardır. Diplomasinin işe yaramadığı, doğrudan savaşın da göze alınamadığı durumlarda terör örgütü kurup piyasaya sürmek, bu yüzyılın bir icadıdır ve sonuç almada en kestirme yollardan biridir.

Batılı adam bu konuda da pek mahirdir; İslam topraklarında onlarca terör örgütü kurmuş, her örgütü bir teoriye, felsefeye ve ideolojiye bağlamıştır. Adı üstünde, terör örgütü; işi terör ve şiddet. Ortada rastgelelik yok, terör örgütü, saldığı dehşet ve korku ile amacı gerçekleştirmeye aracılık eder.

Teröristlerin eylemleri daima Batı’nın menfaatlerine uygun sonuçlanmaktadır. Mesela DEAŞ, niçin kafa kesiyor? Kadınlara, kızlara en ahlaksız davranışlarda bulunuyor? İstediği kitlelere dehşet ve korku salmak; İslam’ın ne kadar kötü bir din olduğunu insanlara göstermek ve İslam’ın engellenmesi için yapılacak her türlü düzenleme ve alınan önlemleri meşru göstermek. Amacı bu! Yoksa ne geleneğinde ne de dini kaynaklarında, terör ve şiddeti tasvip eden bir İslam inancı söz konusu değildir. Teröristlerin eylemleri üzerinden oluşturulan bu İslam algısı, Batılı adamın sömürgelerinde çevirdiği oyunlardan biridir.

Teröre hemen her arazi mümbittir; o öyle bir tohumdur ki, onun bitmeyeceği bir toprak yoktur. Yeter ki ekilsin! Terör, varlığını, sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, dini, kavmî pek çok gerekçeye dayandırabilir. Niyet kötü olunca her konudan pek çok fesat çıkarılabilir. Batılı adam bizim zaafımızı iyi analiz etmiştir; siyaset, siyasi tartışmalar, bizi en hızlı bir şekilde ajite eden bir alandır. Bizim coğrafyamızdaki terör örgütlerinin en büyük fesadı siyasidir. Dini gibi gözükenlerin de hedefi neticede dünyevi iktidarı elde etmektir. FETÖ örgütü de aynı amacın failidir.

Oysa dünyevi iktidar, tüm ülkelerde, Batılı adamın kontrolündedir; küresel kapitalizm her yere hâkimdir. Mesela Irak petrolünün Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletine bırakılacağını yahut DEAŞ varı örgütlerin hâkimiyetine terk edileceğini düşünmek, aptallığın zirvesidir ki, bu tür tek bir örnek yoktur. Dünyadaki tüm enerji kaynakları Batılı adamın uluslararası şirketleri tarafından kontrol edilmektedir.

Terör örgütleri neden hiçbir coğrafyada bizim coğrafyamızda olduğu kadar yoğun değildir? Koca Avrupa’da, Amerika’da, Rusya’da niçin DEAŞ benzeri terör örgütleri bulunmuyor? Çünkü terör, Batılı adamın bir icadıdır; kendi ülkesi için lazım olduğunda onu da kuracağında şüphe yoktur. O, oportünisttir.

Şüphe edilmemelidir ki İslam dünyasındaki terör örgütleri Batılı adamın bir takım ekonomik ve siyasi taleplerinin karşılanmasını sağlamak amacıyla hareket eden gayr-i milli yapılardır. Batılı adam, lehine davranmayan hükumetleri ya da milli reflekslere sahip toplum yapılarını, terör örgütleri marifetiyle, çatışma, cinayet, intihar eylemleri, ekonomik oyunlar vb. yöntemlerle kaotik bir ortama sürükleyip, diplomasiyi tıkayan (!) yapıları korkutarak, hedef ülkeyi yahut bölgeyi, Batılı adamın çıkarını kabul edecek bir kıvama getirmektedir.

İslam ülkesindeki silahlı her hareketin arkasında Batılı adam vardır. Her örgüt bir ideoloji-strateji ekseninde siyasi bir amacı elde etmek gayesiyle hareket ettirilmektedir. İdeolojiyi örgüt mensuplarına benimsetmek işin en zor kısmıdır. Bu sağlandıktan, yani ‘davanın mankurtları’ ortaya çıktıktan sonra, işin silah, para, hedef, eylem vs. kısımları kolaylıkla çözülmektedir.

Yüz yıl boyunca İslam dünyasında gözüken Marksist, Leninist, Maoist ideoloji Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ile Komünist Çin’in siyasi bir faaliyetiydi. Faşizm; Türkçülük-Kürtçülük-Arapçılık-Rumculuk-Ermenicilik vb. kavim üstüncülüğü güden anlayışların kaynağı da yine Avrupa idi. EL-KAİDE, DEAŞ, BOKO HARAM, HİZBULLAH, HAŞDİ ŞABİ, PKK, PYD vb. sözde siyasi ve dini terörist yapıların kaynağı maalesef Batı ülkeleridir.

Bu konuda legal illegal alan diye bir şey de gerçekte yoktur; aynı şey, çıkarına uygun davrandı mı legal, çıkarına aykırı hareket etti mi illegal! Her iki alanın faaliyeti de Batılı adam tarafından ortaya çıkarılmakta, dizayn edilmekte, amaç için kullanılmakta ve miadı dolunca da birden ortadan kaldırılmaktadır.

(Düşün: Bugünlerde neden hiç el-Kaide’den söz edilmemekte ve gittikçe unutturulmaktadır! Düşün: PYD’ye Türkiye niçin terör örgütü demekte ve ABD aksini düşünmektedir! Düşün: Ermeni terör örgütü ASALA nereye gitti? PKK’yı ASALA’nın yerine niçin ikame ettiler? ASALA birinci aşama, PKK ikinci aşama, üçüncü aşama ne? Üçüncü aşamanın örgütü hangisi? Düşün: Batı’nın çıkarlarına hizmet ediyorsa her terör örgütü legal midir?! Düşün: Siyasi hedefi olan her ülkenin neden bir de terör örgütü söz konusudur? Bu bağlamda, Orta Doğu’da cinayetler işleyip durun Şii örgütleri Sünnilerin üzerine salan kimdir? Ya Sünnileri onlara karşı ajite eden? İran’ın ve Batı’nın bu konudaki etkisi nedir?)

Batılı adam; özellikle Amerika, İngiltere, Almanya, Rusya gibi emperyalist güçler, İslam topraklarında kurdukları terör örgütleriyle, sosyal, dini, kavmi, kültürel ve iktisadi fesat çıkarmakta, öte yandan ‘suç ve ceza’ bağlamında da, bir sorumluluk kabul etmemektedirler. Kontrollerindeki BM Güvenlik Konseyi, gelişmiş ülkeleri, teröre verdikleri destek nedeniyle kınayan tek bir karar alamamıştır.

İslam ülkelerinde her sene bir yenisi kurulup parlatılan terör örgütleriyle yapılmak istenen bu ülkelerin siyasi ve ekonomik istikrarını iyice bozmak, ülkeleri daha da parçalamak, şehir devletçiklerine dönüştürmek ve kalplerine derin kin ve nefret tohumları koymak ve daha uzun yıllar boyunca bölgeyi sorunsuzca sömürmek. Tabii, terörün, bu arada İsrail’in bölgedeki varlığını garanti altına almak ve İslam dininin dünyadaki artan itibarını engellemek gibi diğer amaçları da söz konusudur.

Musul’u terör örgütü DEAŞ’e teslim edenler, şimdi Musul’dan DEAŞ’ı çıkarmak için yeni bir dünya ordusu kurdular! Fakat 3-4 bin teröristi öyle kısa sürede Musul’dan söküp atamayacaklarını, temizliğin birkaç ay sürebileceğini söylüyorlar!! Aslında Türkiye ile Irak’ın arasını iyice bozmak için süreyi uzatıyorlar. Terör örgütlerini kurup yönetenler, bölgede bir ABD-Rus çatışması niçin çıkarsınlar? Bu hiç de gerçekçi değil, ancak Irak ile Türkiye arasında büyük bir fitne koparmak, işte bu çok daha gerçekçi.

Türkiye; ‘geliştirilmeye devam edilen olaylarla’ kimin başına çorap örülmeye çalışıldığını bilmektedir ve Türkiye, bu oyunlara gelmeyecek kadar tecrübeli bir ülkedir.

Aforizmalar (9)

İSLAMOFOBİ’den ISLAMOPHİLİA’ya ulaşmanın bir yolu var mı?

Diğer bütün ideolojiler ve kavramlar gibi İSLAMOFOBİ’nin mucidi de Batı. Bir başka Batı icadı olan El-Kaide’ye ‘kötü İslam adına’ prim yaptırılan günlerde, İSLAMOFOBİ, 11 Eylül 2001’de, New York şehrinde, İkiz Kuleler’e yapılan ilginç saldırılardan sonra, ‘İslam kötüdür, İslam terörist yetiştiren bir dindir, Kuran’daki cihat ayetleri terörü besliyor!’ tezlerini desteklemek amacıyla canlandırıldı. Batı medyasında ve politikacıların söyleminde yaygın şekilde kullanılan bu kavram doğrusu iyi iş gördü. Batı, İSLAMOFOBİ çuvalının içini El-Kaide, DEAŞ, Boko Haram, İslami Cihat, HAMAS, Hizbullah vb. örgütler yoluyla doldurdu.

Ta Haçlı seferlerinden alırsak Batı tarihi bir yönüyle Hristiyan-İslam çatışması tarihidir. Batı, düşmansız duramaz! Batı emperyalizmi daima bir düşman algısı üzerinden hareket eder ve sömürgeleştirdiği ülkeleri de bu algı üzerinden avlar. Batı’nın, çıkarı için istismar etmeyeceği bir din, kültür ve milli varlık yoktur. İşte Orta Doğu, işte Suriye ve Irak, halleri ortada! Yaşanan bu facialar tablosunun ressamı Batı’dır.

Neden mi?.. Dağılmadan önce, Sovyetleri engellemek ve kontrol etmek amacıyla Türkiye, İran, Afganistan ekseninde İslam’ı kullanıp ‘Yeşil Kuşak’ projesini hayata geçiren ve bu yolla İslam dinini ve Müslümanları çıkarlarına alet eden ABD ve Avrupa ülkeleri değil miydi? Sovyetler Birliği dağılana kadar İslam, iyi ve barışçıl bir dindi; kötü olan Komünizmdi. Kominizim yıkılınca Batı’ya yeni bir düşman gerekti: Radikal İslam yahut İSLAMOFOBİ!

Daha çok Afganistan’da ve Pakistan’da üstlenen Taliban ve EL Kaide, ilk başlarda, niçin emperyalist ABD’ye karşı değil de, CIA ve ISI ajanlarıyla birlikte ateist Sovyetlere karşı mücadele ettiler? Bu örgütler marifetiyle Rusları Afganistan’dan atan Amerika, niçin bu kez Afganistan’da, Rusların yerini kendi aldı! ABD, Rusya’nın yerine, İslam ülkelerini işgal edip üstler kurdukça, bu terör örgütleri ortaya çıkmadı mı? DEAŞ ne zaman zuhur etti? ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra!

Artık anlamalıyız ki, Amerika, ‘dinci terör örgütleriyle’ mücadeleyi bahane ederek, İslam topraklarını tarımar ettiği gibi iyice kolonileştirdi. ABD ve Rusya İslam coğrafyasını askeri üstleriyle donattı. Niçin? Kime karşı? Artık ateist Sovyetler Birliği yok! Sovyetler yok ama İSLAMOFOBİ var! Dünün iki düşmanı bugün İslam Radikalizmiyle, mucidi oldukları yeni düşmanlarıyla savaşıyorlar! Tarih böyle trajikomik bir kepazelik daha görmüş müdür bilmiyorum.

İslam topraklarının, yer üstü yer altı, ne zenginlikleri varsa, Batılı küresel şirketler marifetiyle soyuluyor. Ticaret ve serbest piyasa adı altında yürütülen bu soyguna karşı çıkan yapılara İSLAMOFOBİ deniliyor. Tabi bu ‘menfur!’ tehdidi engellemek için de İslam topraklarındaki Batı güçleri meşruiyet kazanıyor. Batı,insanlığa karşı işlediği suçları ancak bu şekilde örtmekte, kendi kamuoyuna ve incittiği insanlara karşı yaptıklarını bu yolla meşru göstermeye çalışmaktadır. Hırsız ne kadar mahir olursa olsun, bu minare bu kılıfa sığmıyor!

Doğan Grubu ile Atlantik Konseyi Amerika’da “İslamofobi: Mitlerin üstesinden gelmek ve daha iyi sohbet etmek” başlıklı bir panel düzenledi. Konuşmacıların ne söylediğini Hürriyet geçende yazdı. Panelin açılış konuşmasını yapan ve ‘İSLAMOFOİBİ madem İslam korkusudur, konuşarak bu korkunun üstesinden gelebiliriz’ diyen Hürriyet Yönetim Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı’nın isteğinin şimdilik gerçekleşmeyeceği açıktır. İSLAMOFOBİ’yi Batı ancak yeni bir düşman bulduğunda, mesela Rusya ya da Çin’le çatışma tehlikesi ortaya çıktığında, kısa sürede ‘ISLAMOPHİLİA/ İslam sevgi ve kardeşlik dinidir’ diye yeniden tanımlayabilir…. Evet, Batılı adama yeni bir düşman bulana kadar İslam’ın ve Müslümanların işi zordur!

Aforizmalar (10)

Milli irade hangi darbeye tekabül eder?!

Türkiye’nin son iki yüz yıllık tarihi devrim ve darbeler tarihidir. Hangi ülkede yapılırsa yapılsın devrimin gayesi milli olanı devirmek ve gayri milli olanı almaktır. Devrim iktidar olduktan sonra meşruiyet sorunu yaşar ve ‘devrime karşı hain kalkışmalar(!!!)’ daima darbeyle engellenir.

Toplum tabii gelişmeyi içine sindirir, fakat devrimler ve darbeler gayri tabiidir, bir sel gibi, bir deprem gibi, tahrip eder. Tarihi devrim ve darbeler üzerinden okunabilen ülkelerde ‘milli iradeden’ ve ‘topluma saygıdan’ söz edilemez. Bilmem kaçıncısından sonra bir yenisine teşebbüs edilen ve püskürtülen 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin bıraktığı da sadece tahriptir.

Darbelerin sonuçlarına göre her defasında yeniden biçimlendirilen bir ülkede milli iradenin neye tekabül ettiğini kestirmek oldukça zordur. Türkiye siyasi istikrarı sağlayacak bir siyaset kulvarına girip şöyle kırk elli yıl darbe ve devrim baskısına maruz kalmadan tabii bir şekilde kendi yatağında akıp kendi ovasını kendi suyuyla sulayarak gelişebilirse ‘milli irade’ ve onun iktidarı milli bir devleti mümkün kılabilecektir.

 

Aforizmalar (11)

Yaşasın ilk Meclis’in Kürt Milletvekilleri!

Aşağıda bir belge okuyacaksınız. Erzurum ve Sivas Kongrelerini müteakip Ankara’da toplanan Milli Meclis’in ‘Kürt Meselesi”yle ilgili oturumu ve bu oturumda Kürt Mebusların meseleyi ortaya koyma biçimleri fevkalade dikkat çekicidir. Bugün Türkiye’nin hemen her siyasi partisinin çatısı altında Kürt milletvekilleri yahut siyasetçileri vardır. HDP’li siyasetçiler Şerif Paşa’nın peşinden gitmektedirler. Diğer partilerdeki Kürt siyasetçiler ise, Şefik Bey’in izinde müstakimler. Günümüzde halen devam eden Kürt sorununun kökenlerini ortaya koyması bakımından aydınlatıcı olduğunu düşündüğüm Meclis’teki bu ‘özel oturumu’ aynen sunuyorum. Bu metnin değerlendirilmesini yapmak her Kürdün ve Türkün görevidir. Birinci Meclis hangi umdelerin etrafında milli birliğini tahakkuk ettirmişse bugün de o zemin geçerlidir; geçerli olmak zorundadır!

 

“Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi (İçtimâ-ı Fevkalâde) On dördüncü İnikad 26 Şubat 1936 (1920)-Perşembe

  1. — Kürtlerin Camia-i Islâmiyye ve Osmaniyyeden ayrılmak fikrinde olmadıklarına ve bu babta Şerif Paşa ve emsali tarafından vâki teşebbüsatı red ettiklerine dair Erzincan ve Diyarbekır’dan mevrud telgraflar.

REİS — Kürtlerin Camia-i İslâmiyye ve Osmaniyyeden hiç bir zaman ayrılmak fikrinde olmadıklarından bahs ile bu babta Şerif Paşa ve emsali tarafından vuku bulan teşebbüsatı red ettiklerine dair, Ulemadan Şeyh Saffet ve müteaddid rüfekası imzası ile Erzincan’dan çekilen bir telgraf name var.

HACI TEVFİK EFENDİ (Kengiri) — Yaşasın Müslümanlar!

REİS — Bir de kendini Kürtlerin vekili gibi gösteren Şerif Paşa’nın teşebbüsatını kemâl-i şiddetle protesto ettiklerini ve Hilâfet-i îslâmiyye ve Saltanat-ı Osmâniyyeden iftirakı asla kabul etmeyeceklerini mutazammın Diyarbekir Müdafaa-i Hukuk-u Miliiyye Cemiyetinden çekilen telgrafname vardır. Kâtip Bey okuyacaktır. (Okunsun sadaları)

Meclis-i Mebusan Riyaset-i Celilesine: Vatan haini, din düşmanı Şerifnâm şahsın Boğos Nobar ile teşrif-i mesaî ederek Kürtlerin mukadderat-ı âtiyyesi hakkında beyan-ı mütalâa ettiğini istihbar ettik. Kürtlük ve Türklük birliktir. Yekdiğerinin öz kardeşi ve din kardeşidir, her iki Millet için vatan müşterektir. Tarihi işhâd ederek Muhterem Vekillerimize şurasını arz ederiz ki Kürtler, Vatanlarının istihlâsı uğrunda şimdiye kadar Türklerle ilk saf-ı harbte kanlarını akıtmışlar ve âtiyen de Hükümetimizin beka ve saadeti için aynı suretle hareket edeceklerdir.

Camia-i Osmaniyye ve İslâmiyyeden hiç bir zaman ayrılmak, fikir ve hayallerinden geçmez. Dünyanın sonuna kadar bu Camia-i islâmiyye ve Osmaniyye dâhilinde yaşamak azmindedirler. Binaenaleyh gerek mahüd Şerif ve gerek bunun amaline hizmet edecek herhangi bir herifin azm-ı mâruzumuz hilâfındaki müracaat ve teşebbüsatını kemâl-i nefretle red ve Hükümet-i Mukaddesemize tevdi-i mukadderat eylediğimizi bütün âlem-i insaniyete ilân eyleriz, icab eden mahallere de müracaat edilmiştir.

( İmzalar: Ulemadan Şeyh Saffet, Belediye Reisi Ali Rıza, Ulemadan Şeyh Hacı Fevzi, Ulemadan Müftü Osman Fevzi, Tüccardan Arap Zade Ahmed, Keçel Aşireti Reisi Yusuf, Abbasi Aşireti Reisi Seyyid Ali, Ahaliden Hacı Zade Veli, Tüccardan Ruh Zade Halis, Kelâni Aşireti Reisi Hüseyin, Eşraftan Hacı Mehmet Bey Zâde Sami, Eşraftan Çapık Zâde Münir, Eşraftan Ahmed Paşa Zade Şemsi, Tüccardan Tavşan Zade Recep, Hacı Eşbah Zade Şükrü, Mütfüzade Hakkı, Aşuranlı Aşireti Reisi Yusuf, Demanlı Aşireti Reisi Seyyid Yusuf, Balabanlı Aşireti Reisi Paşa Bey, Beratlı Aşireti Reisi Çiçek.)

HÜSREV BEY (Trabzon) — Aynı meseleye dair Diyarbekir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti de bir telgraf veriyor. (Bayazıt Mebusu Şerik Bey kürsü-i hitabete gelir)

TUNALI HİLMİ BEY (Bolu) — Arkadaşlar Kürt kahramanları mümessili olmak sıfatı ile Şefik Beyi alkışlayalım. (Alkışlar)

ŞEFİK BEY (Bayazıt) — Efendiler, Paris’te Boğos Nobar Paşa ile Şerif Paşa ittifak ediyorlar ve aralarında bir itilâfname tanzim ve teati ediyorlar. Bu itilâfnamelerinde Kürt Kavm-i Necibinin Ermeni ile müşterek ve kardeş bir kavm ve cinsten olduklarından bahs ile Kürdün Ermenilerle beraber tabiiyyet-i Osmaniyyeden ayrılarak bir hükümet teşkiline karar veriyorlar.

Bunların imzası tahtında bulunan mukavele ve taahhütnamelerini gazeteler aynen neşr ve ilân etti. İşte, bu kararnameleridir ki Ekrad-ı aşâirin istihbar eylemesi üzerine, bugün Erzincan Livası ona bir rüesa-yı aşâirden ve aynı surette Diyarbekir Vilayeti aşâirinden iki telgrafname manzur-u âlileri oldu. Bu haber memul ederim ki Memalikin ve Kürt ile meskûn mahallerin herhangi tarafına sirayet etse – ki henüz Memalik-i baidenin bir kısmına vâsıl olmamış oluyor – Meclis-i Âliniz binlerce bu misillu telgrafı görecek ve okuyacaktır. («Şüphesiz» sadaları)

Şerif Paşa ekrad nazarında ne kıymeti, ne de Ekrad- ı aşairin bunu tanıyacak ve kendisine itimat edecek bir reyi vardır. (Alkışlar) Salabet-i diniyye ve şecaat-ı fıtrıyyesiyle maruf ve mümtaz olan o kavm-i necib Ekrad (Alkışlar) Devlet-i Aliyye-i Osmaniyyenin teşekkülünden itibaren bütün mevcudiyetiyle Saltanat-ı Osmaniyyenin bir rükn-ü rekini olarak Türk Kardeşleriyle el ele vermiş ve bugüne kadar yekdiğerinden kat’iyyen ayrılmamak suretiyle yaşamışlardır Kendilerini bu rabıta-i diniyye tamamiyle yekdiğerine rapt ve bent ettiği gibi karabet, sihriyyet dahi kendilerini memzuc bir halde bırakmıştır. Her tarafın ve hususiyle vilayet-i şarkiyyemizin nüfus- u umumisinden yüzde doksan beşini teşkil eden bu kütle-i muazzama-i İslâmiyye içinde Türk, Kürt farkı ve tebayünü ve hiç ayrı gayrisi yoktur. İslamiyet, kavmiyet ve milletin pek çok fevkindedir.

TUNALI HİLMİ BEY (Bolu) — Amenna ve saddakna.

ŞEFİK BEY (Devamla) — Bu şerif Paşa kimdir?

CELÂL NURİ BEY (Gelibolu) — Herze Vekilin biri… (Handeler)

ŞEFİK BEY (Devamla) — Kimden mezuniyyet almıştır, hangi bir kürdün vekâletini haizdir? Şerif Paşa Ermenilerin, Kürtlerin bir kavm olduğu iddiasında bulunuyor. Evet, Ermeni kavmi vardır, fakat hiçbir Kürt, Ermeni, olamaz. Hiçbir Ermeni de Kürt olamaz. Her iki milletin ayrı ayrı milletler ol duğu bedihiyat-ı tarihiyedendir. Şerif Paşa emin olmalıdır ki kendisinin verdiği bu kararını herhangi bir Kürt lanetle, nefretle yüzüne çarpar.

TUNALI HİLMİ BEY (Bolu) — Yaşa Şefik Bey!…

ŞEFİK BEY (Devamla) — Şerif Paşa sırf kendi nam ve hesabına bir mukavelenameye vaz’ı imza ediyor. Fakat bendeniz aşair ve Ekrad namına söz söylüyorum, mümessil vekilleri olduğum Bayazıt Sancağında meskûn bulunan Celali, Adamanlı, Zilanlı, Sibkanlı, Haydaranlı, Atmanlı, Sarahlı, Cemadanlı Aşairi ve bunlara mensup olan binlerce kabail ve yüz binlerce Ekradın mümessili sıfatıyla söylüyorum ki, Şerif Paşanın bu kararını kabul edecek hiçbir Kürt yoktur. Şerif Paşanın bu kararı celâdet ve hamiyyetieri, diyanetleri dağlar kadar muazzam olan Kürtlerin lanetiyle reddedilecekleri bir sözdür. Yine bu Kavm-i Necibe izafeten diyorum ki; eğer o aşairin Hilafet ve Saltanattan kat’iyyen iftirak etmeyeceklerini ve öyle bir şeyin hatır ve hayallerine bile tebadür etmediğini size beyan ve temin ediyorum. (Alkışlar)

MEHMET EFENDİ (Bolu) — Bu, bizce malûm olan bir hakikattir.

SIRRI BEY (İzmit) — Teminat istemiyoruz. Bu zaten malûmumuzdur.

ŞEFİK BEY (Devamla) — O kavm-i Necip ki, Rus Çarlığının dünyayı tedhiş ettiği zamanlarda, Rus Hükümeti fiilî olarak kendilerine birçok mevaid, her türlü fedakârlık gösterdiği halde nefretle reddederek Cihet-i Camia-i İslamiyyeden Saltanat ve Hilafetten kat’iyyen ayrılmadılar. O dalavereler ki, harb-i ahirde yine Rusların her türlü İltifat ve iğfalatına kapılmayarak Vatanlarını hatve ve hatve müdafaa ederek, destan, olacak şecaatler göstererek ve toprakları üzerine kanlarını akıtarak milyonlarla mevaşi ve milyarlarla servetlerini feda ederek Dâhil-i Memalik-i Osmaniyyeye hicrete mecbur ve bin türlü sefalet ve zarurete duçar oldular.

Yine o arslanlardır ki, mesken ve mevaları olan Ararat Dağında tahassun ederek ve «Zeylan» Deresini tutarak Rusya’nın izmihlaline kadar Rus ordularına teslim olmadılar. Müdafaada sebat ettiler. Evet, Kürt aşair ve akvamının bazı metalibi olabilir. Kürt ne ister? Bulundukları muhitte Türk kardeşleriyle beraber medrese, mektep ister, yol ister, adalet ve muaveneti maliye ister, bu da hakkıdır. Fakat bunu başka taraftan Makamı Muallayı Saltanat ve Hilafetten ve Meclisi Alinizden ister. («Bravo» sadaları) Bu metalibin zamanını da bilir. Bugün yegâne istediği şey bütün mevcudiyetleriyle Saltanat ve Hilafete merbutiyetleri ve bu merbutiyetlerinin hiçbir tesir ve kuvvetle bir veçhile ihlal edilemeyeceğidir. (Alkışlar)

CELALETTİN ARİF BEY (Erzurum) — Nice senelerden ve hatta diyeceğim ki asırlardan beri serhatlerimizde vatanın ikinci bekçiliğini, Rus Çarlığına karşı sinesini bir siperi âhenîn ittihaz eyleyen ve birbirlerine karşı habli metin-i İslam ile merbut olan Türk ile Kürd’ü birtakım menfaatperestan – ve hatta müsaadenizle söyleyeceğim – birtakım vatansızlar bu iki öz kardeşi birbirinden ayırmak istiyorlar.

Vakıa «Makyolvel» in bir prensibi vardır, «icrayı ahkâm etmek için tefrik ediniz» diyor. Bu prensibi tetkik eylemek arzu eyleyenler, demin bahseylediğim birtakım hodkâmları, vatansızları kendilerine alet ittihaz etmişler, onları bu vadiye sevk eylemek istiyorlar. Bu saiklar meyanında da, bittabi hepimizin bildiğimiz küçük, fakat gözü aç ve seffak büyük emperyalist bir unsur da tabiidir ki bunun neticesini bekleyip ondan müstefit olmak istiyor. Hâlbuki onlar bilmiyorlar ki Türklerle Kürtler pek yakın zamanlarda acı bir dersi ibret aldılar. O dersi ibret, gözlerinin önünde bulunduktan sonra hiçbir Türk ile Kürd’ü hiçbir vakit bu suretle tefrik etmek mümkün değildir. Evet, gazetelerde bizler de gördük, Şerif Paşa ile Nobar Paşa müşterek bir tebligatta bulunmuşlar ve orada Kürtler de tıpkı Ermeniler gibi «zalim Türklerin elinden kurtarılmalarını» istiyorlarmış. Bunu başkası söyleyebilir, fakat Şerif Paşa gibi…

CELAL NURİ BEY (Gelibolu) — Paşa değil, boş herif!

CELALETTİN ARİF BEY (Devamla) — Şerif gibi bu Devletin sefiri olmuş, bu Devletin nan ve nimeti ile perverde olmuş bir adam bu suretle memleketine hıyanet edemez. Kürt olan pederi Sait Paşa bu memleketin en büyük mevkiini işgal eyledi. Hariciye Nezaretinde Devletin umur ve siyasiyatını bir hayli zaman idare eyledi. Fakat ne talihsiz adammış ki oğlu Kürdistan’ı Ermenilere ve kardeşi de İzmir’i Yunanlılara peşkeş çekmek azminde bulundular. («Allah Kahretsin» sadaları)

Şerif Paşanın vekâleti nedir? Gelen telgrafnamelerde görüyoruz. Kürt Teali Cemiyeti namı tahtında İstanbul’da birtakım menfaati hususiye arkasında dolaşanların teşkil eyleyip Avrupa’ya, Şerif Paşaya göndermiş oldukları vekâletname ile bunların Kürdistan ile Ermenistan’ın ittihadını temin etmek istiyorlar.

TUNALI HİLMİ BEY (Bolu) — Hükümet uyuyor mu?

CELALETTİN ARİF BEY (Devamla) — Hâlbuki aynı zamanda bu vekâlet Şerif Paşaya verilmemiştir. Şerif Paşa ile beraber Lütfi Fikri Beye de aynı vekâleti göndermişlerdi. Fakat Kürt olan Lütfi Fikri Bey böyle bir talebi kabul eylemedi. Ve böyle bir vekâleti kabul eylemek tenezzülünde bile bulunmadı ve bu böyle bir ihaneti kabul etmeyeceğini de alenen söylemek lütfunda bulundu. («Teşekkür olunur» sadaları)

Bugün Kürdistan, şu okunan telgraflarla bize ilan ediyorlar ki, biz Osmanlı kalmak isteriz ve hiçbir zaman da Camiai Osmaniye ve İslamiyyeden ayrılmak istemeyiz. Refiki Muhterememiz Bayazıt Mebusu Şefik Bey yine kendi vatandaşları hakkında aynı meseleyi izah eyledi. Bu bahta bendeniz de daha ziyade bastı makal ederek Meclisi Alinizin vaktini izaa etmek istemem.

Yalnız şurasını ilaveme müsaade buyurunuz ki vekili olmakla müftehir bulunduğum Erzurum Livası dâhilinde de birçok Kürtler vardır ki bendenize vekâletlerini vermişlerdir. Bendeniz, bütün müntehiplerim ve orada bulunan Kürtler namına Şerif Paşanın bu teşebbüsünü kemali nefret ve lanetle yad ederim. (Alkışlar)

HÜSEYİN AVNI BEY (Erzurum) — Efendiler, bir şeye memnun oluyorum ki Şerif, Bogos Nobar’la ittifak etmiş.

ALİ ŞÜKRÜ BEY (Trabzon) — Ali Kemal gibi.

HÜSEYİN AVNİ BEY (Devamla) — Artık bunun mahiyeti hakkında söz söylemeye lüzum yoktur ve şurasını da arz edeyim ki bugün Kürtlerle Ermeniler «Ararat» dağlarında hali harptedirler. Hem altı aydan beri hali harptedirler. Her gün beynlerinde kıtal var. Onlar kardeş olamaz. Sonra Kürtler, Müslümanlık dolayısıyla Türklerle kardeş olduklarını söylüyor. Bunu fiilen «Antranik» de söylemiştir. Muvakkaten Ermeni hâkimiyeti altında kalan Erzurum ve havalisi, vilayatı şarkiye ve elviyei selaseden geçerken Ermeniler isim sorarak ahaliyi kesmişlerdir, yani Kürt, Türk aramamışlardı. Müslüman olmak dolayısıyla hepsini doğramışlardı ve Avrupa’ya karşı bilirsiniz ki Ermeniler daima Kürtlerden şikâyet ederlerdi.

Halbuki Kürtlerin nan ve nimetiyle perverde oldukları halde onlardan şikâyet eder, arazilerini almak için bir arazi kavgası filan yapar ve nihayet vilayatı şarkiyenin hâkimiyetini nez edecek birçok vakayi ihdas ederek hükümeti müşkilat karşısında bulundururlardı. Binaenaleyh böyle ırken düşman olan ve yekdiğerine karşı irsen nefretperverde edenler birbirleriyle kardeş olmazlar ve olamayacaklardır.

Bunu arzdan maksadım, olabilir ki Ermeni fecayiini bihakkın neşredemediğimiz yerlerdeki Kürtler de bilsinler ki Ermeniler Kürtlerle kardeş olmak değil, daima birbirlerinin kanını içerler. Ermenilerin bunlara yapmadıkları şenaat kalmadı, Ermeniler, Kürtlerin ırzını payimal etmişlerdir. Ermeniler Kürtlerin kanına girmiştir. Binaenaleyh, bunların şu halde kardeş olmak ihtimali kalmamıştır.

BEKİR SITKI EFENDİ (Siverek) — Efendiler, gerek rüfekayı kiramın tarafından vuku bulan beyanattan, gerek deminki telgrafnamelerden anlaşıldığı üzere Kürtlerin gayesi, maksadı, kat’iyyen camiai İslamiyyeden ayrılmamak ve Vahdeti Osmaniyyeden çıkmamaktır. Diyarbekir Mebusu olmak dolayısıyla arz ediyorum ki, Memaliki Osmaniyyenin bir cüzü mütemmimi ve mühimmi olup ekseriyeti kahiresi Kürt ve Türk olan Diyarbekir ahalisi katiyyen camiai İslamiyyeden ve Vahdeti Osmaniyyeden çıkmayı hatırlarına bile getirmezler.

CELADETTİN ARİF BEY (Erzurum) — Yaşasınlar!

BEKİR SITKI EFENDİ (Devamla) — Ve sadakatlarını daima ispat ederler. Şerif Paşa namındaki şahsı katiyyen tanımazlar ve o şahıs Kürtleri katiyyen temsil etmez. Bu, katidir. (Alkışlar)

TUTMALI HİLMİ BEY (Bolu) — Koskoca karnı var. O adam nasıl tanınmaz, görülmez?

ZİYA BEY (Erzurum) — Muhterem refiklerim, şimdi okunan telgrafnameler, Kürtlerin hissiyatını tamamiyle teşrih ettiği için bir kelime daha zam etmeyeceğim. Yalnız Heyeti Aliyenizden şunu rica edeceğim ki, Trakya’nın telgrafnameleri hakkında ne karar verildi ise aynı kararların bu telgraf namelere de teşmilini teklif ediyorum; bu telgrafnameler hakkında aynı muamele icra edilsin, bu teklifimin kabulünü rica ederim. («Hay, hay» sadaları)

REİS — Peki efendim.

FERİT BEY (İstanbul) — Müzakere kâfi.

REİS — Rıza Nur Bey, söz sizin.

SIRRI BEY (İzmit) — Adaleti tatbik ediniz. (Rıza Nur Beye hitaben) Sözüm Zatıâlinize karşı değil, Makamı Riyasete karşıdır. Ben daha evvel söz istemiştim.

REİS — Buyurunuz, teşekkür ederim.

SIRRI BEY (İzmit) — Kürtlerin hissiyatını tasvir hususunda Kürt Mebusları tarafından söylenen sözlere ilave edecek sözüm yoktur. Yalnız nazar-ı âlinize bir şey arz edeceğim. Meclis-i Mebusan Kürtlerle Türklerin râbıta-i diniyyesini, aralarındaki zeval nâpezir ittihadı tamamiyle gösterdi. Ümit ederim ki Ayan azası arasında bulunan Abdul Kadir Efendi Hazretleri de aynı hissiyatı orada göstererek Kürtlerin efkârına o suretle tercüman olacaktır… («Temenni ederiz» sadaları..)

RIZA NUR BEY (Sinop) — Efendim; son zamanlarda bir mesele-i mühimme olmak üzere Kürt meselesi ihdas edildi. Bu mesele ötede beride bir müddet mevzubahis oluyor. Meselâ, burada bir Kürt Cemiyyeti yapılıyor, bu babta bazı mutalipte, iddiada bulunuyor. Sonra Paris’te birisi çıkıyor; Kürtler şunu ister diyor. Bendeniz de bir tanesini biliyorum. Harp esnasında Mısır’da bulundum. Orada da Bedirhanilerden Süreyya Bey isminde birisi «Kürdistan» namında bir gazete çıkarıyordu ve o gazete de Türkler aleyhine her şeyi söylüyor ve bütün meştum galizeyi da ibzal buyuruyordu! Şimdi bir defa bir cihetten bakıyorum: Gayet fena bir hal, ahlâkî cihetten sukut hali var.

Bunu yapanların, bu iddiada bulunanların hepsi Türklerin mekteplerinde okumuşlar, camia-i Osmaniyye içinde yaşamışlar, kendilerinde bir parça düşünebilmek hasleti, meziyeti hâsıl olmuşsa bütün bunları yine Türklerle beraber aynı mekteplerde hâsıl etmişler ve Devletin, hiç tefrik görmeksizin asırlardan beri en mühim Makamatına geçmişler, ricalı-i devletten de olmuşlar, orduları idare eden kumandanlardan olmuşlar, hiç Türklerin gönlüne, Kürtler aleyhine ne bir bugz ve adavet, ne hiss-i rekabet gelmemiş, ona karşı şimdi tutuyorlar bu davada bulunuyorlar. Bu eşhas demek ki, birincisi ahlaken sukut ediyorlar. Küfran-ı nimet ediyorlar. İkincisi bazı davalarda bulunuyorlar, Paris’te verdikleri muhtırada, Kürtler Ermenilerle bir ve aynı kavimdir; diyorlar. Hâlbuki bu o kadar vahi bir hatadır ki tarihi biraz bilenler nezdinde tamamiyle malumdur. Bu iki kavim de eskidir, fakat ayrıdır.

Ermeniler ahali-i asliyyeden değildir. «Ararat» civarında Tasalya’dan gelme bir millettir. Yani ecnebi millettir, yerli millet değildir. «Ari»lerdendir. Kürtler ise eski tarihler onu «Kardotlar» diye yad eder. Ahali-i asliyye ve kadimedendir. Tarihin kayıd edemediği bir zamandan beri orada mevcut ve mütemekkindirler.

Hâlbuki Ermeniler, büsbütün «Ari» neslindendir. Berikiler «Ari» neslinden değildir. Ermeniler Tasalya’dan gelmişlerdir. Kafkasya ve Anadolu ahalisinden değildirler. Bu iki millet ayrıdır. (Alkışlar.) Şimdi ben hakayıkı bilmiyordum ve benim gibileri de tabiî birçokları var idi ki bilmiyorlardı.

Böyle Mısır’da bir şahsın «Kürdistan» gazetesi çıkarmasıyla veyahut burada «Kürt Teali Cemiyyeti» deyip de bir muhtıra yazmakla yahut birisini tevkil etmekle veyahut Paris’te bir muhtıra yazıp gazetelerde beyanatta bulunmakla, zannediyordum ki Türkler aleyhine bir bugz ve adavet var. Kürtler, Türklerden ayrılmak istiyorlar.

BEKİR SITKI BEY (Siverek) — Haşa, katiyyen!

RIZA NUR BEY (Devamla) — İşte Elhamdülillah şimdi bu gün oranın Mebuslarını görüyorum. Tamamıyla müteselli ve müsterih oluyorum ki ve hakikat de böyledir ve çok teşekkür ediyorum ki, bu beyanat herkeste de bu zannı tevlit ve takviye edecek ve efkâr-ı umumiyyeyi düzeltecektir.

Bunun bir diğer tesiri de vardır ki o da şudur: Her halde Paris’te muhtıra verenden, Mısır’da «Kürdistan » gazetesi çıkartandan çok ziyade bu zevat, oralar ahalisinin mebusları oldukları cihetle, onlar namına söz söylemeye daha ziyade salahiyettardırlar. O halde Avrupa’da hiçbir devlet onların sözüne zerre kadar ehemmiyet, vermeyecektir.

Hakikat meydandadır: İşte Mebusları!.. İşte ondan sonra da yığın yığın telgrafları yağıp duruyor. Hepsi de aşairin, kabailin rüesasıdır. Kürtler namına söylemek lazım gelirse, bu Mebuslarla o rüesa söyleyecek. Demek ki, ötekiler keenlemyekûn hükmündedir.

BEKİR SITKI BEY (Siverek) — Onlar menafi-i şahsiyyeîerini düşünüyorlar.

RIZA NUR BEY (Devamla) — Evet, menafi-i şahsiyye dolayısıyla bu yola sülük etmişlerdir ve sırf kendi şahsî menfaatlerinden dolayı böyle iki millet arasına nifak sokmak ve bütün dünyada hakikate tamamen mugayir bir zan tevlit etmek vebal-i azimini boyunlarına alıyorlar. Demek ki onlar dedikleri gibi hakikaten lanete lâyıktır. (Alkışlar.)

MEHMET EFENDİ (Bolu) — Efendim, Kürtlerle Ermenilerin ittifakı aleyhinde rüfeka-yı muhteremenin vaki olan beyanatına Meclisle beraber bendeniz de iştirak ederim. Yalnız bir cihet var ki; nazar nazar-ı dikkatimi celbediyor, bunu tashihe lüzum görüyorum. Demin, rüfekamdan biri saika-i tehevvürle Kürtlerle Ermeniler birbirlerinin kanını içer gibi bir ta’bir kullanmıştır.

ZİYA BEY (Lazistan) — O sürc-ü lisandır.

MEHMET EFENDİ (Bolu) — Ben bunu tashih etmek isterim. Sürc-ü lisan olduğunu kabul ediyorum. Yalnız isterim ki bu söz o zat tarafından şu kürsüden tashih edilsin. Alel-umum Müslümanlar tecavüze uğramadan hiç bir şahsa tecavüz etmekle öç almazlar.

HÜSEYİN AVNİ BEY (Erzurum) — «Ararat» Dağında hâlâ harbediyorlar.

MEHMET EFENDİ (Bolu) — Müsaade buyurun. Bu kürsünün nezaketi itibariyle bu sözü ben şayan-ı tefsir görüyorum. Kürtler değil, bilumum Müslümanlar kendilerine tecavüz edilmedikçe ahere tecavüzden lezzet almazlar. Kendilerine tecavüz edildiği gün bütün mevcudiyyetlerini unuturlar, o hakkı ihkak ederler. (Alkışlar.)

HÜSEYİN AVNİ BEY (Erzurum) — Kelâmımın evveli vardı ki bu cihet nazar-ı dikkate alınmıyor. Ben söze başladığım zaman hal-i harbte olduklarını söylemiştim. Yalnız bu kin, bu garaz Ermenilerin mukaddema vukubulan tecavüzlerinin intikamıdır, demiş, sonra Kürtlerle Ermenilerin el’an hal-i harbte olduklarını arz etmiştim, yoksa bizde onlara karşı husumet görmüyorum. Onlar hakka riayet ederlerse biz zulüm yapmayız, esasen zulüm yaptığımız yoktur. Müslümanlar hiç bir zaman zulüm yapmazlar, tarihte yoktur. Fakat intikamlarını da kimseye bırakmazlar. Bunu da kemal-i fahr ile söylüyorum. El’an Ermenilerin irtikâb etmekte oldukları cinayetlerin intikamını almak için onlarla harb ediyorlar…”  Kaynak: *Meclisi Mebusan İ: 14 26 Şubat 1336 (1920) C: 1

Aforizmalar (12)

Türkiye’de rejim arayışları ve Kılıçdaroğlu’nun yaklaşımı!

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, başkanlık sistemi tartışmalarıyla ilgili bir açıklamada şu değerlendirmeyi yaptı: “Bir ülkenin rejimini bir kişi belirleyemez. Bir kişinin arzusu üzerine rejim değişmez. Bir ülkenin rejimini, o ülkenin tarihsel koşulları belirler. Türkiye’nin en temel sorunu, Türkiye’nin tarihini bilmeyen, sığ bir kültüre sahip kişiler tarafından yönetilmiş olmasıdır.”

Peki, bu yargı ne ölçüde gerçektir? Ta Tanzimat’tan ve ilk Meclis’ten günümüze kadarki çizgiye baktığımızda Türkiye’deki hiçbir değişimin arkasında gerçek anlamda halkın olmadığını görmekteyiz. Midhat Paşa, II. Abdülhamit’e, Kanuni Esasiyi kabul etmesi ve Meclisi Mebusanı açması koşuluyla Padişahlık yolunu açmıştı.

Türk siyasi değişim tarihi, kabul etmek gerekir ki, halkla devlet arasında değil, devletin içindeki güçlerin çatışmasının bir sonucudur. Ne Tanzimat, ne Meşrutiyet ve Cumhuriyet ne de Demokrasi dönemlerini hazırlayan halk değildir. Bu yüzden yakın dönem Türk siyasi tarihi halktan oldukça bağımsız bir şekilde ele alınıp değerlendirilebilir.

Osmanlıdaki yenilikçi hareketler bir halk saray çatışmasının sonucu mu? Hayır. Genç Osmanlılar, Türkçüler, İslamcılar, Osmanlıcılar, Kuvayı Milliyeciler birer halk örgütlenmesi mi, hayır! Tüm bu yenilikçi ya da devrimci hareketler Osmanlı bürokrasisine, kışlalarına ve aydınlarına dayanmaktadır.

Son dönem Osmanlı modernleşmesi ve onun bir devamı olarak doğan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, devletin dayandığı siyasi rejim, bir kişinin yahut bir gurubun iradesine dayanmaktadır. Mustafa Kemal Paşa, devrimleri yaparken halka mı sordu? Yahut İsmet Paşa hangi anlaşmayı ya da değişimi halka danışarak yaptı. Türkiye’de darbeleri yapan generaller, halk istediği için mi halkın meclisini kapattı. Türkiye’de halkın siyasette rol oynaması DP iktidarı ile gerçekleşti. Kamu gücünün, seçkinlerin, üst düzey bürokratların ve zenginlerin elinden halkın çocuklarının eline geçmesi şurada 30-40 yıllık bir geçmişe sahiptir.

Başkanlık sistemi de Hükumetin bir talebidir, evet. Yani geleneğe uygun gözüküyor! Fakat bir fark var ki o da şu: Hükumet, bu kararını halkın iradesini yansıtan Meclis’ten geçirirse, ayrıca onay için halka götüreceğini söylemektedir. Eğer referandum sonucu Türkiye Başkanlık sistemine geçerse, yakın dönem Türk siyasi tarihinde halkın oyuyla ilk kez siyasi bir değişim gerçekleşmiş olacaktır.

Kılıçdaroğlu’nun “Bir ülkenin rejimini, o ülkenin tarihsel koşulları belirler” ifadesi de halka rağmen yapılan işlerin CHP zihninde bir meşruiyet kazandığını göstermektedir. Geçmiş bir tarafta dursun. Türkiye’de şu an bir demokrasi varsa ve demokrasi de halkın iradesinin geçerli olması demekse o zaman ‘tarihsel koşullar’ gibi muğlak ifadelerin arkasına gizlenerek siyaset yapmak, hâlâ halka güvenilmediğinin bir kanıtı olmaktadır.

Kılıçdaroğlu’nun, “Türkiye’nin en temel sorunu, Türkiye’nin tarihini bilmeyen, sığ bir kültüre sahip kişiler tarafından yönetilmiş olmasıdır” sözlerine gelince: Türkiye’nin en temel sorunu ta en baştan, yapılan siyasi değişimin halka tekabül etmemesidir. Türkiye’nin son iki yüz yılı rejim tartışmaları ve darbelerle geçmiştir. Düşünmeli ki, mevcut Hükumet bile, başarısız bir darbe yemiş durumdadır. Yani bu ülkede hâlâ halkın iradesini sembolik gören bir kafa derinden derine iş görmeye çalışmaktadır.

Sonuç itibariyle Türkiye’de halk demokrasisinin önü açılmıştır. Darbecilerin yaptığı Anayasa değişince halk demokrasisini engelleyecek hukuki engel de ortadan kalkacaktır. Daha önce pasif bir durumda gelişmeleri izleyen ve daima faturayı ödeyen halk, demokrasiyle birlikte organize olmuş ve aktifleşmiştir. 15 Temmuz darbe girişimi karşısında sokağa çıkan ve tankların önüne yatan bu halk artık iradesine saygı istemektedir. Demokrasi özgürlükse herkes halkın özgür iradesiyle vereceği karara razı olmak durumundadır. Eğer demokrasi eşitlikse Türkiye’nin elitleri, zenginleri, seçkinleri, halkla eşit olduklarını içlerine sindirmeleri gerekir.

Aforizmalar (13)

AB, ABD çapacı! Sen mi, sen de çorbacı!

Prof. Dr. Kamer Daron Acemoğlu’nun, 27 Kasım 2016 tarihli Hürriyet’in Pazar ekinde, bir röportajı yayınlandı. Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile üyelik müzakerelerini geçici olarak dondurma kararını değerlendiren Acemoğlu, “Avrupa Birliği, Türkiye’nin kurumları için önemli bir çapadır. Bu çapayı elimizden kaçırmak üzereydik. Şimdi tamamen kaçırdık. Türkiye için iyi bir sonuç olmadı. Ayrımın büyümesi, hem ekonomik hem siyasi anlamda çok kötü” değerlendirmesini yaptı.

Merakıma mucip oldu? Acemoğlu, acaba neden Avrupa Birliği’nin, Türkiye’nin kurumları için önemli bir çapa olduğu benzetmesini yaptı? Sözlüğe baktım, çapa için şu anlamlar verilmiş: Çapalamak eylemi, tarlada, bahçelerde toprağı işlemek, kazmak için kullanılan, ağaç saplı, keskin ağızlı, demirden yapılmış kazı aracı.

Avrupa çapası Türkiye’nin kurumlarını Avrupa Uyum Yasaları bağlamında büyük ölçüde değiştirdi. Çapa, bizi bir Avrupa tarlası yapabilmek için ilerleme raporlarıyla yakından takip etti. AB, hangi parsel için bir başlık açtıysa Hükûmet o noktada gerekli düzenlemeyi yaptı. Ekonomiden, siyasete, kültürden sanata kadar her konuda çapanın gösterdiği yerler kazıldı.

Ama nafile? Onlar bizi daima öteki olarak gördüler. Bir kapı bekçisi! Kendi tarlasında bir maraba! Soğuk Savaş yıllarında Türkiye’ye biçilen rol, NATO üyesi bir ülke olarak, Avrupa’nın güvenliğine katkı sağlamaktı. Bu amaca uygun olarak, Türkiye’de nükleer silahlara sahip üsler kurdular. Bu üsler, gerektiğinde Sovyetlerin Avrupa’ya yönelik askeri bir harekâtında kullanılacaktı. Türk toprakları belki de bir nükleer harp cehenneminde mezarlığa dönüverecekti! İslam’a hizmet etmiş bu milleti Allah korudu, Sovyetler dağıldı, Soğuk Savaş bitti. Fakat NATO üsleri hâlâ Türkiye’de!

Peki, bir çapa olarak, bu askeri üsler ne yapıyor? Nereyi kazıyor? Nereyi kazdıkları açık! İslam topraklarının petrolünü, doğal gazını, su rezervlerini, bereketli topraklarını, Batı’nın çıkarlarına hizmet edecek şekilde çapalıyorlar. Tarlaya yeni evlekler açıyorlar, yeni evleklere yeni marabalar buluyorlar! Türkiye’yi, Suriye’yi, Irak’ı kazmalayıp duruyor! Tarla daha tam kıvama gelmedi; fakat gayretleri çok, bu adamların üstesinden gelemeyeceği bir tarla da yok! Pek mahir çiftçiler kendileri!

“Avrupa Birliği, Türkiye’nin kurumları için önemli bir çapadır. Bu çapayı elimizden kaçırmak üzereydik. Şimdi tamamen kaçırdık. Türkiye için iyi bir sonuç olmadı. Ayrımın büyümesi, hem ekonomik hem siyasi anlamda çok kötü” diyen Acemoğlu kanaatimce yanılıyor. Çapayı elimizden kaçırmadık, her gün tarlamızda çocuklarımıza mezarlar kazıp duruyor…

Netice itibariyle Hürriyet’in Nobel’e aday gösterdiği koca profesörün yalan yanlış beyanda bulunacak hâli yok. Çapa teorisinin ihsas ettiği derin manadan yola çıkarak söylüyorum: Türkiye ve diğer İslam toprakları verimli bir tarladır; AB ve ABD ise bu tarlanın çapacısıdır! Son zamanlarda Ruslar da çapalarını alıp tarlanın bir ucundan altın aramaya başladılar!

Sen mi, sen de bu toprakların çorbacısı!

 

Aforizmalar (14)

Joseph Votel kandırıyor!

Joseph Votel Ortadoğu’daki Amerikan operasyonlarını yöneten komutan. FETÖ Darbe girişimini değerlendirirken,’darbe girişimi sonrası tutuklanan darbeci generaller ABD ordusunun yakın müttefikidir’ demişti. Şimdi yine bir şeyler demiş!

ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı Joseph Votel’in, Washington merkezli muhafazakâr düşünce kuruluşu Dış Politika İnisiyatifi’nde, kendi komutanlığının görev yaptığı Ortadoğu ülkelerine ilişkin değerlendirmesi ajans haberleri arasında yer aldı.

Votel, özetle şunları söylemiş: “İran’ın Irak üzerindeki etkisi arttı. Irak hükumeti Haşdi Şabi güçlerini Irak güvenlik güçlerine dâhil etmeye çalışıyor. Bu durum açık bir şekilde Şii İran’ın Irak hükumeti üzerindeki etkisini artıracak. Biz bu konuya ilişkin endişe duymalıyız.”

Irak’ta bu tabloyu hazırlayan Votel, acaba neden endişe ediyor! Komik! Votel,Türkiye’yi de çocuk yerine koyup, ‘onun da bölgede çıkarları var, onu da anlıyoruz!’ gibi yavelerle, kendince Türkiye’nin de sırtını sıvazlamış! Bizim medyamız da bu övgüyü manşetten görmüş!

Oysa kazık gittikçe derine iniyor! Bir düşünelim; ne olacak şimdi? ABD, AB, Rusya, Türkiye, Irak, Suriye ve İran, Sünni İŞID’ın işini bitirdikten sonra, Irak’ı ve Suriye’yi kime teslim edecekler? Bağdat’ın Şii yönetimi tamamen İran’ın kontrolünde ve Haşdi Şabi de, milis gücü adı altında, fanatik Şii milislerden oluşuyor ve yakında Şii Irak milli ordusunun bir parçası olarak ilan edilecek! Şu anda Musul’da etkin bir rol üstlenmiş durumalar. Halep Müslümanları sokak sokak ev ev katlediliyor, haneleri yakılıp yıkılıyor. Şeytansa katillerin ihtiyacını temin ediyor ve seyredip gülüyor!

Bu, Haşdi Şabi denilen örgütün Irak’taki Sünni grupların başına ördüğü felaketlerin ise haddi hesabı yok! Neticede eğer, bölgede bir sulh olursa, iki tablo netleşecek:

Birincisi: Şii İran, hem Irak’ın hem de Suriye’nin üzerinde belki de belirleyici tek güç olacak; bu iki ülke, Şiileştirilecek. Irk ve Suriye topraklarının bir kısmı ‘Kürdistan’ ve bir kısmı da ‘Şiiistan’ ilan edilecek. Suriye ve Irak Sünnileriyse kaybedecek yahut kaybolacak!

İkincisi; bu proje, Rus ve AB destekli bir Amerikan projesi olarak, İslam dünyasını, tarihinde görülmemiş ölçüde bir Sünni-Şii blokuna bölmüş olacak. Sünni potansiyeli olan, fakat laik bir ülke olarak, Türkiye ise sınırlarını koruyabilirse bu büyük fitneden başarılı çıkmış olacak!

Asıl felaket ise; Şii karakterdeki İran, Irak ve Suriye blokunu Türkiye ile kapıştırmak… ABD’nin ve Batı’nın bütün çabası, nihayette budur. Türkiye’nin AB süreçlerinden çıkarılarak yalnızlaştırılması çalışılması da Batı’nın bu hesabının bir ön adımı olabilir.

Bu dalavereyi bozacak olan ise, Şii-Sünni demeden, tüm Müslümanların kardeş olduğunu, kardeşlerin arasında gezen ve durmadan fitne tohumları eken şeytanın, Amerika ve yandaşları/paydaşları olduğunu görmek ve her Müslüman inanç kesimine bu şeytanları göstermek olmalıdır.

Eğer bu yapılabilirse, Müslümanlar, Allaha güvenip O’na dayandıklarından, bu fitneden kurtulabileceklerdir. Şeytan, onları Allah’tan uzaklaştırmak ve bir bir işlerini bitirmek istiyor. Sünni, Şii, Vahhabi demeden Müslümanlar birlik olabilirse şeytanetten kurtuluş da mümkün olabilecektir.

Aforizmalar (15)

Türkiye’de “sorunsuz” kalmak balığın susuz kalması gibidir!

Devrim yapmış bir ülke olarak devirdiğinin yerine ne tam olarak bütüncül bir sistem koyabilmiş ne de halkı, hiç olmazsa milli menfaatler konusunda olsun, istikamete sokabilmiş değiliz. Türk toplumu hâlâ çatal kazık bir toplumdur ve Türk atasözüdür: Çatal kazık yere girmez! İşbaşına gelen hükumetler bu kazığı sabitleyebilmek için toprağa gömmeye gayret etmişlerdir. Siyasetçileri beğenmeyen generallerimiz ise pek çok başarılı darbeyle netice almak istemişler, ancak neticede hatice varlığını daima korumuş ve darbeler sonrası tesis edilen demokratik ortamda görülmüştür ki, zorbalık çatalları iyice bilemekten öte bir işe yaramamıştır! Çatalın bir ucu din ise bir ucu da laikliktir; bir ucu sağcılıksa bir ucu solculuktur; bir ucu Cumhuriyetçilikse bir ucu Osmanlıcılıktır! Vb. İki uç, iki zihniyet… Türk siyasi tarihinde hemen her ‘vazgeçilmez sorunun’ temelinde, aslında çatalın bu iki ucu sırıtır durur! Hâl böyle olunca ne yaptığımız, nereye gittiğimiz, nasıl bir ülke olduğumuz pek de anlaşılamamaktadır. Sorunlar denizinde istikametsiz gemi gibiyizdir.

Evet, bu bir sorun! Sağcımız Solcumuz, Laikimiz İslamcımız için bu bir sorun; Alevimiz Sünnimiz için bu bir sorun; Türkümüz Kürdümüz için bu bir sorun!.. Hiziplerimiz şunca zamandır, sorun çözmekte değil, sorun üretmekte maharet kazanmışlardır. Şunu keşfetmişlerdir: ‘İdeolojinden, politikandan vaz geçme, sürekli sorun üreterek muhalif kal ki varlığın devam edebilsin!’

Bir düşünelim: Atatürkçülük sorunumuz yok, Laiklik sorunumuz yok, İslamcılık sorunumuz yok, Türkçülük sorunumuz yok, Kürtçülük sorunumuz yok, AB sorunumuz yok, Suriye sorunumuz yok, dolar sorunumuz yok! Gruplar bir araya gelmiş ve sorunlarını çözmüştür. Birileri şöyle diyecektir:

-‘Hoppala! E, şimdi biz bir sorunumuz olmadan nasıl var olacağız!’ Haklılar tabii, sorunları çözülmüş ve sorunsuz kalmış adamlar şimdi işsiz güçsüz ne yapacaklar! -Kardeşim! İnsan dediğin adamın bir işi gücü olur. Solculuktan sağcılıktan, şuculuktan buculuktan iş mi olur! Bırakalım bunları da bilim üretelim, teknoloji üretelim, milli bir paradigmamız olsun, çoluk çocuğumuzu yüksek ahlakı değerlerle donatalım, dünya üzerinde adalet ve iyilik üzere hareket eden bir devlet olmaya bakalım; Anadoluyu yeni bir medeniyet adası yapalım. Gemimizi bu rotada götürelim, biz de kazanalım insanlık da kazansın! Hemen kıyameti koparırlar: -Hayır! Sizin önerileriniz ütopyadır! Böyle öneri mi olur? İdeolojisizlik, sorunsuzluk önermek ne demektir? Hayır, bu bir tuzaktır! Sorunlarımızı çözüp nasıl sorunsuz kalırız. Amaç bizim varlığımızı ortadan kaldırmaktır…’ -Ne yapalım peki? -Biz hendek kazmaya, mitingler yapmaya, muhalif söyleme, çözümsüzlüğe, darbe teşebbüslerine devam edeceğiz!..

Zihniyetimiz bu olunca ayağımız da çamurdan çıkmıyor. Mesela PKK/HDP eksenine bakalım: Hükumet çözüm için ciddi adımlar attı, ama ne oldu, çözümsüzlükten beslenenler köprüleri atıp her yanı hendeklerle donattılar ve terörü şehirlere yaydılar. Bir başka örnek: 15 Temmuz başarısız darbe girişimi sonrası Hükumet, partiler Yenikapı’daki dev mitingde bir araya geldiler ve millete ‘Yenikapı Ruhunu’ deklere ettiler. Bu ruhla hareket edildiğinde Türkiye sorunlarından kurutulacak ve yeni bir Türkiye’ye doğru el ele gönül gönüle yürünecekti. CHP bir iki hafta sonra kendi ruhunu geri çekti ve muhalefetine (çözüm kabul etmeyen sorunlarına) avdet etti. MHP, ruhunu şartlı olarak Yenikapı’ya bağlı bıraktı. PKK/HDP çizgisi uzaktan gazel okudu.

Bunu her fırsatta görüyoruz: Türkiye’de sorunları çözmek istemeyen ve sorunlardan beslenen kesimler çoğunluktadır ve bunlar sorunsuz kaldıklarında yok olacaklarını düşünmektedirler. Bu yüzden sorunlarını aynı zamanda kutsalları hâline getirmişlerdir. Sorunları çözülse ve sorunsuz kalsalar, manevi tatminsizlikten hastalanacak belki de ölçeklerdir!

Aforizmalar (16)

Bağımsızlık, misyonerlik ve yeni bir medeniyet arayışı…

Devletlerin bir toprağının ve direklerde asılı bir bayraklarının olması bağımsızlık göstergesiyse evet tabii ki bir bağımsızlıktan söz edilebilir ve dünyada iki yüze yakın bağımsız ülke vardır. Ama bir millet bilim, teknoloji ve kendi medeniyet değerlerini üretemiyorsa nasıl gerçekten bağımsız bir ülke kabul edilebilir?

Şu anda yöneten ve sömüren küresel büyük sermaye (küresel kapitalizm) dünyanın gerçek hâkimidir. Küresel büyük sermaye (Ortadoğu hariç) bayraklara, topraklara pek dokunmadan, dünyayı siyasi, ekonomik, kültürel bakımdan tek tipleştirmiş durumdadır. Türkiye de küresel büyük sermayenin, sırtı birazcık palazlanan, bir pazar ülkesidir. Göreceli olarak her ülkede belli ölçülerde bir ilerlemeden söz edilebilir. Ne var ki, resmi tahminlere göre, 3 milyar insanın payına düşen günlük gelir 2 dolardan daha azdır! Bu, kapitalist sömürgeciliğin gerçek yüzünü gösteren somut bir kanıttır.

Küresel büyük sermayenin merkez ülkesi Amerika Birleşik Devletleridir; onun çevresinde Avrupa Birliği ülkeleri yer almaktadır; diğer büyük ekonomiler (Çin, Japon, Rus vb.) daha dış bir halka olarak, merkezin yarattığı anaforun etrafında dönüp durmaktadırlar. O zaman şöyle bir manzara hayal edilebilir: Her devletin milli bayrağının yanında daha uzun bir gönder vardır ve o gönderde asılı olan da Amerikan bayrağıdır; küresel büyük sermayenin bayrağı! Bir ülkede Amerikan üsleri, NATO üsleri, Rus üsleri varsa, bir ülke insanının cebindeki telefondan bindiği otomobile, uçtuğu uçağa, kullandığı ilaca, kafasının görüntüsünü çeken röntgen cihazına, izlediği filme, okuduğu romana kadar, hepsi küresel büyük sermayenin ürettiği bir değerse, bu değerleri dolar üzerinden tüketen bir ülkeye nasıl bağımsız bir ülkedir denilebilir? Bu, psikolojik bir övünmedir; içi tamamen boştur.

Kapitalizm her yerdedir; ulusal ekonomiler, ulusal niteliklerden çok küresel şirketlerin niteliklerini yansıtır özelliklere sahiptir. Haliyle ekonomik bağımsızlık diye bir şey yoktur; ekonomik bağımlılık vardır. Bu da küresel büyük şirketlerin sömürüsü demektir ve bu sömürü her yerdedir. Hak, adalet, eşitlik, hürriyet, demokrasi tamamen göreceli kavramlardır. Bu kavramların altını ulusların kendileri değil şirketlerin küresel hâkimiyetini sağlayan kuruluşlar doldurmaktadır. (BM, NATO, AB, İMF, Dünya Bankası vb.)

Bağımsız bir ülke olmak isteyen her milletin yapacağı öncelikli bir konu şu olabilir: İleri bilim ve teknoloji üretmek; kendi kültüründen yola çıkıp medeniyet değerleri geliştirmek. Batı kültürünün üstünlüğüne inanmış birçok insan kendi kültürünü değersiz görmekte ve kendi kültüründen yola çıkarak medeniyet değerleri üretmeyi ‘komik’ bulmaktadır. Bu, bilgiye dayanan bir tutum ve davranış değildir, bir ön yargıdır, oluşturulmuş imajlar üzerinden yapılan yanlış bir okumadır. Maalesef kültür emperyalizmine tabi tutulmuş her millette aşağılık kompleksi geliştirilmiştir.

Türkiye bağımsız bir devlet olmaya çalışmaktadır. Ne var ki Türkiye’nin sadece bilim ve teknoloji üretme çabası sonuçta ihracat rakamlarını artıracak ve Türk halkını biraz daha zengin kılacaktır. Fakat bu gerçek bir bağımsızlık için yeterli midir? Bilim ve teknoloji üretmek yegâne gaye olmamalıdır; dünya insanının ruhunu, bedenini, toprağını sömüren uluslararası şirketlerin modern medeniyetine (küresel kapitalizme) karşı insanı merkeze alan, açgözlü olmayan, yeni ileri bir medeniyet tasavvuruna ihtiyaç vardır. Türkiye, bu misyonu yüklenebilecek potansiyele sahip bir ülkedir. Ülkenin sağcısı solcusu, Türkü Kürdü, laiki İslamcısı bu tür yüksek bir değerler dizisi etrafında birleşmez ve aynı hedefe doğru yürümezlerse, sadece bir bayrak altında ve bir coğrafyada, psikolojik avuntular içinde yaşayan, gerçekte her biri, küresel şirketlerin tüketim nesnesine dönüşmüş kuru kalabalıktan öte bir mana ifade etmeyeceklerdir.

 

Aforizmalar (17)

ABD Başkanı Trump neden iki İncil üzerine el basıp yemin etti!?

ABD’nin 45’inci Başkanı Trump, 20 Ocak’ta Amerikan Kongre binasının bahçesinde düzenlenen törende Yüksek Mahkeme Başyargıcı John Roberts’ın huzurunda yemin ederek göreve resmen başladı. Trump biri annesinden yadigâr, diğeri de ABD’nin ünlü eski başkanlarından Abraham Lincoln’ün olmak üzere iki İncil üzerine Tanrı’nın adını anarak yemin etti. (Neden iki İncil üzerine yemin etti? Bu yazıda bu soruya bir cevap aranmayacaktır!) Trump’un törende yaptığı konuşmaya da değinilmeyecektir. Sadece büyük devletlerin dine atfettikleri büyük değere ve en önemli görevlere kişilerin kutsal kitaplar üzerine yemin ederek başlamaları geleneğine dikkat çekerek ‘laik yemin’ tuhaflığına ve hafifliğine vurgu yapacağız.

Şimdi lafı uzatmadan hemen soralım: Halkı Hıristiyan olan ülkelerin liderleri seçildiklerinde, yeni kabineleri göreve başladığında Hıristiyan din adamlarının önünde neden İncil üzerine yemin ederler de halkı Müslüman olan Türkiye Cumhuriyeti Meclisi’ne seçilenler Kuran üzerine yemin etmezler? Hıristiyan ülkeler de laik, Türkiye’de laik! Laik Avrupa’da, Amerika’da İncil bir bakıma siyasi meşruiyetin bir unsuru. Türkiye’de Kuran tam aksi yönde bir muamele görüyor! Neden?

Bu nedeni bulmak için birlikte düşünelim. Bu arada Hıristiyan dünyasındaki bu uygulamaya biraz daha yakından bakalım: Sadece Başkanlar ve Hükümet üyeleri değil, mesela Amerika’da seçilen senatörler de Meclisteki görevlerine İncil’e el basarak başlıyor. Parlamentoya seçilen farklı dinlere mensup kişiler yine kendi kutsal kitaplarını el basmaya mecbur. (Trump Tel-Aviv’deki ABD elçiliğini Kudüs’e taşıyacağını açıklamıştı. Bu da büyük sorunları beraberinde getirecek, çünkü böylece Kudüs Müslümanların elinden tamamen alınmış olacak.) Büyük Amerika mı küçük Amerika mı artık her ne zıkkımsa, şu İsrail’de de milletvekilleri Tevrat’a el basarak görevlerine başlıyor. İrlanda koyu Katolik. Onlar da İncil’e el basarak göreve başlıyor. Anayasa’larının birinci maddesiyse şöyledir: “İrlanda halkı Tanrı’nın gözetimindedir…” Alman anayasasının önsözünde yer alan Tanrı vurgusu ise şu şekildedir: “Tanrı ve insanlar karşısındaki sorumluluğunun bilincinde olan…”

Birçok ülke, mesela Ortodoks Hıristiyan Yunanistan’da da Hıristiyan, İslam ve Seküler olmak üzere üç ayrı yemin şekli vardır. Hıristiyan vekillerin yemin törenini Atina Başpiskoposu yönetmektedir. Yunan meclisine seçilen Müslüman milletvekilleriyse Kuran-i Kerim’e el basarak yemin ediyorlar. İran da benzer bir uygulama var: Müslüman vekiller, Kuran’a el basıp yemin ederken İncil yahut Tevrat mensubu seçilmiş bir vekil varsa, onlar da kendi kutsal kitapları üzerine yemin ederek görevlerine başlıyor.

Kuran’dan Kuran’sızlığı doğru evrilirken!…

Osmanlı’da ilk yemin metni 1876’da ortaya çıktı. I. Meşrûtiyet Âyân ve Mebûsân Meclislerine seçilenler Kurân’a el basarak şu şekilde yemin ettiler: “Zât–ı Hazret–i Padişahîye ve vatana sadakat ve Kànun–i Esâsî ahkâmına ve uhdeme tevdi olunan vazifeye riayetle, hilâfından mücanebet eyleyeceğime kasem ederim.” “Meşrûtiyete sadâkatten ayrılmama” ilavesiyle aynı yemin metni II. Meşrûtiyet meclislerinde de okundu. 1909’da yapılan bir değişiklikle, tahta yeni geçen padişah Meclis’e gelerek vekillerin huzurunda yemini etti. Padişahların okumakla yükümlü oldukları yemin metni ise şu şekildedir: “Şer–i Şerif’e ve Kànûn–i Esâsî ahkâmına riâyet edeceğime, vatan ve millete sadakatten ayrılmayacağıma nâmus ve şerefim üzerine kasem ederim.”

Her iki metindeki ‘kasem/yemin’ manasındadır. Allah’ın adını anmak ve Kuran’a bağlılık manası da taşımaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk meclisinde vekiller Kuran-i Kerim üzerine el basıp şu şekilde yemin ettiler: “Vatan ve milletin saadet ve selametine ve milletin bilâ kaydü şart hâkimiyetine mugayir bir gaye takip etmeyeceğime ve Cumhuriyet esaslarına sadakatten ayrılmayacağıma Vallahi” 11 Ağustos 1923 tarihinde TBMM’nin 2. devresine mensup mebusların kabul ettiği ‘1 Numaralı karara göre, milletvekilleri Kuran-i Kerim üzerine ‘Vallahi’ diyerek, yani ‘Allah adına yemin ederek’ vazifeye başlamak zorundaydı.

1924 Anayasası’nın milletvekili andını düzenleyen 16. maddesi ise şu şekildedir: “Vatan ve milletin saadet ve selâmetine ve milletin bilâ kaydı şart hâkimiyetine mugayir bir gaye takip etmeyeceğime ve Cumhuriyet esaslarına sadakatten ayrılmayacağıma vallahi.” 1928’de Anayasa’dan “Türkiye Devletinin dini, dini İslam’dır” maddesiyle birlikte “vallahi” ibaresi de çıkarıldı. Yerine “namus” kavramı konuldu. Şu şekli aldı: “Vatan ve milletin saadet ve selâmetine ve milletin bilâ kaydüşart hâkimiyetine mugayir bir gaye takip etmeyeceğime ve cumhuriyet esaslarına sadakatten ayrılmayacağıma namusum üzerine söz veririm.” 1961 Anayasası konu üzerinde durmaya devam etti: Milletvekili yemini 77. Maddede “Andiçme” başlığı altında İslam’dan ve Kuran’dan tamamen uzaklaştırıldı: “Devletin bağımsızlığını, vatanın ve milletin bütünlüğünü koruyacağıma; Milletin kayıtsız şartsız egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma ve halkın mutluluğu için çalışacağıma namusum üzerine söz veririm.” 1982 darbe Anayasa’sının 81. Maddesinde, TBMM üyelerinin göreve başlarken aşağıdaki şekilde andiçmeleri kararlaştırıldı: “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine andiçerim.”

İster kabul edelim ister kabul etmeyelim; inancı bozulmuş yahut inancından uzaklaştırılmış ve kafası karışmış bir milletiz. Resmen hiç komünist olmadık ancak kuvvetli bir lâdini zihniyet geliştirdik. Bu zihniyet dine ve tarihe karışı bir duruşu da ifade ediyor. Yani her bakımdan reddi mirasçı! Oysa aklı başında her ülke yemini kendi kutsalı üzerine yapmaktadır. Bizim ilk meclisimizde de Vallahi sözcüğüyle kutsala atıf yapılmıştır. Ancak daha sonraki dönemlerde yemin metnine yapılan namus, and, bölünmez bütünlük, toplum huzuru, milli dayanışma, sosyal adalet, insan haklarına ve temel özgürlüklerden yararlanma ülküsü, hukukun üstünlüğü prensibi ilaveleriyle de yetinilmeyerek ‘Atatürk inkılaplarına’ bağlılık yemin metnine eklenmiştir. Bunun gerekçesini dönemin Milli Güvenlik Kurulu şu şekilde metinleştirmiştir: “Atatürk’ün benimsediği ve uyguladığı ilkelere de yer verilmek ve bu ilkelere bağlı kılınmayı sağlamak amacıyla ‘Atatürk ilke ve inkılaplarına’ şeklinde değiştirilmek suretiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin göreve başlarken yapacakları andiçmeye daha etkin bir anlam verilmiştir.”

Büyük millet büyük devlet bir dini ve tarihi geçmişi olan devlet ve millet demektir. Her büyük milletin baş tacı ettiği bir kutsalı vardır; atıf yaptığı ve şeref duyduğu tarihi geçmişi… Kutsalı olmayan toplumlar ise bir milletten çok siyasi bir topluluk görünümündedir.

Maalesef ‘Kuran’dan ve vallahi’den koparılan ve çelişkilerle dolu Türk “Andiçmeleri” bu şekliyle ‘ideolojik bile değil’ zayıf bir zihnin ürünü gözükmektedir. Mesela milletvekili yemin metninde bir yanda ‘ilke ve inkılâplar’ın korunması istenirken diğer yanda demokrasiden, adâletten ve hukukun üstünlüğünden, temel insan hakları ve hürriyetlerin korunmasından söz edilmektedir! Hem devrimler korunacaktır hem de hürriyetler! Peki demokrasi Atatürkçülüğün hangi ilkesine tekabül edecektir?

Halkı Müslüman bir ülkenin Müslüman vekilleri Kuran’a el basıp Allah’ın adını anarak yemin ederlerse çağdaş medeniyet seviyesine erişebilirler; çünkü çağdaş devletlerin meclislerinde seçilmiş insanlar ruhanilerin huzurunda İncil’in, Tevrat’ın üzerine yemin ederek görevlerine başlamaktadırlar!

 

Aforizmalar (18)

Trump çarpılabilir mi?

Bir önceki yazıda ABD Başkanı Donald Trump’un çift İncil üzerine yaptığı yeminden yola çıkıp ülkemizdeki yemin anlayışı üzerinde durmuştuk. Bu yazıda ise Trump’un çift İncil üzerine yaptığı yemini analiz etmeye çalışacağız.

Öncelikle şunu anlamamız gerekir: Hıristiyanlar, İncil üzerine yemin ederken yeminlerine nasıl bir anlam yüklüyor? (www.hristiyanforum.com) sitesinde yer alan bir yazıda “Hıristiyanlıkta yemin” konusu ele alınıp değerlendirilmiş. Buna göre; ister gerçekleşmesini sağlamak istediği bir vaat söz konusu olsun, ister gerçekliğini desteklemek arzusunda olduğu bir iddia söz konusu olsun, insan, sözünün değerini resmen teminat altına almak için, ulûhiyete başvurmaktadır.  Dini yemin; günlük ilişkilerde, hukuki soruşturmalarda, peygamberlerin vaazlarında, bir iddianın gerçekliğini temin için kullanılagelmiştir…

Tanrı’nın garantisine başvurup sonra da yeminin tutulmaması halinde ne olacaktır? İşte o zaman da yeminini bozanın üzerine, ‘Tanrı’nın gazabı, laneti, çarpması!’ inecektir.

Çift İncil üzerin el basıp yemin eden Başkan Trump, Amerika’yı İncil’in ilkeleri doğrultusunda değil, Amerika’nın geleneksel çıkarları doğrultusunda yöneteceğine yemin etti. Peki, Trump’un Tanrı huzurunda, koruyacağına dair yemin ettiği Amerikan çıkarları nelerdir? Bu soruya cevap olarak, koca bir ‘Amerikan sömürge tarihi ansiklopedisini’ eklemek gerekir. Çok kısaca söylersek: Amerikan çıkarları demek, birçok güçsüz ülkenin sömürülmesi ve kargaşa içine sürüklenerek mahvedilmesi demektir. (Yakın örnekler: Irak, Suriye ve Mağrip ülkeleri.)

İncil’i okumuş biri olarak söylüyorum. İncillerde, “İnsanları sömürün, ülkeleri yağmalayın, insanların eline silah verip birbirlerini öldürmelerini sağlayın, onlara hükmetmek için birliklerini ve topraklarını parça parça edin, gerekirse evlerini yakın yıkın, çocuklarını öldüren, tecavüz edin, mallarını yağmalayın!..” diyen  bir ayet yoktur. Bir Hıristiyan’ın İncillere uymadan, İnciller üzerine el basıp iddialarında Tanrısal teminata başvurması, insanları İncil ve Tanrı ile aldatmak olacaktır. İnsanları aldatmak mümkündür; fakat Tanrı’yı kim aldatabilir!

Amerika, dört İncil’de de kınanan, ‘tamah’ sahibi insanların yaşadığı ülkenin adıdır. Başkan Trump’un celalli yüzü ve öfkeli sözleri maalesef İsa’yı ve İncil’i hatırlatmıyor!  Kalpleri soğuk, gözleri tamah ve ihtirasla yanan Trump liderliğindeki Amerikalılar, dünyayı sömürmeye devam edecek. Tamah ve ego şişkinliğine bürünmüş Amerikalılar, sadece kendilerini sevecek ve dünyanın kalanına öteki muamelesi yapmayı sürdürecek. Hele Müslümanlar! Onlar, Amerika’nın küresel zencileri olmaya devam edecek.

Ne var ki ülkeler ve halkları Amerika gerçeğini biliyorlar. Hangi ülkede Amerika yoksa orada huzur ve güven var. Amerika hangi ülkenin içişlerine karıştı da ardında büyük bir insanlık dramı bırakmadı? İslam ülkelerini bu hale getiren Batı zihniyeti ve Amerikan emperyalizminden başkası mı?..  Trump’un, çift İncil üzerine yaptığı yemin, Tanrı’yı ve O’nun kullarını aldatabilir mi? Artık pek öyle gözükmüyor. Öyle ise, bu sahte yemin Trump’u ve ülkesini çarpabilir mi? Bekleyip göreceğiz!

 

Aforizmalar (19)

Fernand Grenard: Modern Avrupa’nın temelinde Müslümanlar var!

“Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü”[1] kitabında Fernand Grenard[2], modern Avrupa’nın temellerini Yunan ve Roma’da görmüyor. Bu konudaki yargısı şu: Modern Avrupa’nın temelinde Müslümanlar var! Grenard, bu eserinde, Osmanlı ve Türk tarihiyle ilgili de önemli bilgiler vermektedir, fakat biz tüm bunlardan söz etmeyeceğiz. Grenard, İspanya’daki Endülüs Emevi Devleti’nin bilim, sanat, tıp, mimari, ticaret vb. konularda Avrupa’ya yaptığı etkiyi onun kelimeleriyle göstereceğiz.

Grenard’ın, Müslümanların bugünkü Avrupa’nın ortaya çıkmasında oynadığı rolü gösteren bazı paragrafları bize aynı zamanda İslam medresesinde yetişen bilim insanlarının ve devlet yöneticilerinin seviyesini, ufkunu, etkisini ve değerini de öğretmektedir.

Ülkemizde Avrupa medeniyetinden söz edilirken kadim Yunan ve Roma bu bağlamda mutlaka zikredilir ve önem atfedilir. İslam dininin ve Müslümanların Avrupa medeniyetinin ortaya çıkmasında oynadığı muazzam rolden ise ya zayıf bir iki kelimeyle söz edilir ya da tamamen inkâr edilir.

Grenard inkâr etmiyor!.. İşte onun, İslam’ın ve Müslümanların Avrupa medeniyetine yaptığı katkıyı anlatan bazı ifadeleri:

“Roma, hiçbir zaman Barbar Garb’ı terbiye edebilecek bir fikir ocağı olamadı. Garb’a ancak pek sathî olarak tesir edebildi. Garb’ı sadece siyasî ve askeri bir iskeletin içine kapatmıştı ki, o da sonradan hayal kırıklığı yarattı… Daha III. Asırdan itibaren ilim, sanat, edebiyat namına bir şey kalmamıştı. Zihinleri sadece kaba bir sihir idare ediyordu. İnsanlık dışı bir esaret, cemiyetin temeliydi…

“XIII. Asırda Paris ve Venedik sayılmazsa, Garp’ta hiçbir şehrin nüfusu 100 bini geçmiyordu. En mühimlerinden çoğunun mesela Cenova, Milano, Floransa, Gand, Bruge’ün nüfusları 50 bin civarındaydı. Buna mukabil büyük Müslüman şehirlerinin mesela Bağdat, Kahire, Şam, Antakya, İskenderiye, Kurtuba’nın nüfusları yüz binlerle ifade ediliyor, bazılarının nüfusu ise yarım milyonu buluyordu. Harunürreşid’in 380 milyon franklık bir geliri vardı; 1300’lere doğru Cengiz’in yerine geçen İran hanı yılda 700 milyonu kasaya koyuyordu; X. Asırda Kurtuba’daki halife senede 8 milyon altın para topluyor, hazinesindeki servet ise 250 milyonu geçiyordu. Şimdi Fransa kralının XV. Asrın ortalarında 12 milyondan biraz fazla olan varidatını teraziye koyunuz. Harunürreşid’in karısı Mekke’de yapılacak bir su kemeri için kendi kesesinden 23 milyon veriyor, Charles Quint, hanedanına mensup erkek çocukların mülklerini 12 bin lira olarak tespit ediyordu. Aynı Charles-Quint’in 900 ciltlik kütüphanesiyle iftihar edilir; hâlbuki daha dört asır önce İspanya’daki halifenin kütüphanesinde 400 bin kitap vardı… bu rakamlar yine de iki dünya arasındaki inanılmaz fark hakkında oldukça doğru bir fikir edinmeye yardımcı olacaktır.

Müslümanların talebesi: Avrupa

“Bugünkü modern Avrupa’yı meydana getiren şey, birbirine tamamen zıt temayülün terkibidir: İslam’a mukavemet ve İslam’ı taklit. Araplar düşmandır, ama aynı zamanda örnektir, hocadır, öğreticidir. Harp bile ruhların yaklaşmasına yarıyor, her iki tarafın süvarisi de aralarındaki kardeşçe bağların varlığını keşfediyor ve Haçlı derebeyleri, zarafet, incelik ve terbiyede asil rakiplerine benzemeye çalışıyorlar…

…II. Sylvestre olarak papalık tahtına çıkan Gerbert, İspanya’da, Arap ulemasının nezaretinde üç yıl tahsil görmüştü. Rahipler eserlerini Kurtuba halifesine ithaf ediyorlardı. Almanya, Fransa ve İtalya’daki rahip namzetlerinin İspanya’daki Müslüman mekteplerine hücum etmişilerdi…”

Arap dili ve edebiyatı öğrenen Hıristiyan İspanyollar Kurtuba saraylarında çalışıyor… Fransız derebeyleri Arap usulü bir hayat yaşıyor… Hıristiyan prens ve asilzadeleri tedavi olmak için Kurtubalı doktorlara müracaat ediyor, kral ve emirlerin saraylarına girip çıkıyor, kızlarını onlara veriyor…

Asırda, İtalya’daki Amalfi şehri, Sicilyalı Müslümanlarla müttefikti. İmparator II. Louis, Napoli’yi, Palermo kadar Müslüman olduğu için takdir ediyordu. Sicilyalı Norman prensleri Arap idare teşkilatının mühim bir kısmını muhafaza etmişlerdi. Bu idare şekli Avrupa’da hayranlık uyandırıyor ve bir dereceye kadar numune oluyordu. Onlar da Müslüman tab’alarına cami ve kadılarıyla beraber dini hürriyetlerini veriyor, onları en mühim mevkilere getiriyor, âlimlerini getirtiyor, koruyor, onların mimarlarına muhteşem saraylar yaptırıyorlar, Arapça okuyup yazmayı öğreniyorlardı. XIII. Asrın ortalarında Hohenstaufenler’den II Frederic, Arapça konuşuyor ve Palermo’daki sarayına sayısız Arap doktorları girip çıkıyordu. Hacı olarak Kudüs’e gittiği zaman, Sultan Melikü’l-Kâmil onu dostça karşıladı, iki hükümdar Ömer camiinin taraçasında astronomi ve matematik üzerine sohbet ettiler. Frederic bir ara: ‘Ah, dedi, Papa nedir bilmeyen mesut Sultan!’

Yunan edebiyatının köhne muhafaza yeri olan Bizans… Hakikatte, Garp Ortaçağı Bizans’ın değil Müslümanların talebesiydi; istikbalin bereketli tohumlarını onlardan aldı. Eski Yunan ilim ve tefekkürünü, ilave ettikleriyle beraber, onlar vasıtasıyla tanıdı… IX. Asırdan beri Hıristiyan rahipleri, İspanya’da Müslüman ilahiyatçıları tetkik ediyorlardı. XII. Asrın ilk üçtü birinde Toledo başpiskoposu bir tercüme heyeti kurarak Müslüman ilim ve felsefe üstatlarının olduğu kadar Eski Yunan eserlerinin Arapça nüshalarını da Latince’ye tercüme ettirmeye başladı. Abelard ve Büyük Albert, Platon ve Porphye’in neoplatonizmini Aristo’nunkiyle telif etmeye çalışan Farabi ve İbni Sina’yı okumuştu. Hıristiyan ilahiyatçıları Müslüman meslektaşlarının izinde yürüyordu.

Meşhur külliyat meselesi Paris’ten yüz sene önce Şam’da münakaşa edilmişti. Aristo Araplar vasıtasıyla tanındı. Bizim Averroes diye tanıdığımız Kurtubalı İbnü’r-Rüşd, Aristo’nun bütün eserlerini Avrupa’ya aktardı. Thomas d’Aquin, abide eserinin bütün malzemesini ondan almış… Robert Guiscard tarafından kurulan yahut yeniden teşkilatlandırılan meşhur Salerno tıbbiyesi doğrudan doğruya Arapça tedrisat yapıyordu.  İdrisî, Sicilya’daki II. Roger’in sarayında Batlamyos’tan çok daha doğru olarak coğrafya öğretti. Garp, biraz topallayarak da olsa Müslüman âlimlerin eserlerini takip etti. Bu âlimler, matematik, cebir, trigonometri, astronomi, optik, kimya, tıp, cerrahi, eczacılık sahasında Yunan üstatlarının sahalarını inanılmaz bir şekilde genişletmişlerdi.

İslam medeniyeti, Barbar Avrupa’nın terbiye edilmesinde en hâkim rolü oynamıştır. Fransa’nın Marsilya, Montpellier, Narbone, Barselona limanlarını olduğu gibi İtalya limanlarını da canlandıran, Müslümanların yaptığı ticaret olmuştur. Dinar, uzun zaman Garb’ın başlıca parasıydı. Avrupa, pamuklu, kadife, halı ve nakışlı diba dokuma usulünü Araplardan öğrendi. İpek dokumacılığı Palermo yoluyla geldi; cenubî Fransa ve İtalya, Sicilya ve İspanya’dan şeker endüstrisini öğrendi. Venedik, Antakya cam işlerini taklit etti. Şövalyeler, Müslüman miğferleri ve örme zırhlarını giydi, Şam ve Toledo kılıçlarıyla silahlandı. Ayin sırasında rahiplerin giydikleri kaftanların üzerinde işlemeli ayetler görülmeye başlandı. Kadınlar Müslüman modasını takip ederek Arap gömleği, Arap eteği, giydiler. İran tacı ve Suriye başlıklarıyla süslendiler. Şark kokularının zevkini tattılar; Şark kumaşları, Trablus’un krepi, muslini, tülü, Şam’ın canfes ve atlası onlara yeni güzellikler getirdi.

Şarklı kardeşlerini takip ederek musiki ve şiir müsabakalarına katıldılar. Trubadurlar onlar için âşıkane şiirlerini, eğlenceli mısralarını, anlaşılması son derece güç ifadelerini, yine onların karışık ve bilgili şekillerini taklit ettiler. Onlar gibi zalim, mahzun esirleri olan âşıkları ve hakikat aşkını ilâhî ideale götürecek mecazî bir köprü olan tasavvufî aşkı dile getirdiler.  Ve bir gün, bu vasatın içinde Dante yetişti. Arap muhayyilesi Aristo’ya kadar uzandı ve Aristo şövalye romanlarını, sihirbazlar, büyücüler ve hayalî hayvanlarla süslemek için elinden geleni yaptı…

Garb’ın Şark’tan aldığı âdetler, teknik usuller ve muhtelif kolaylıklar üzerinde daha fazla durmaya lüzum olduğunu sanmıyorum. Yalnız dikkatimizi, Avrupa’nın, maddî ve manevî iktidarının temelini teşkil eden bilgi ve icatlarından bazılarını Müslümanlardan aldığı noktasında toplamamız lâzımdır. Bu cihetten son derece büyük neticeler doğuran iki ilmi, matematik ve kimyayı Müslümanlar öğretmiş, muhafaza etmiş ve geliştirmişti. Avrupa’ya barut ve topu veren, en iyi çelik imalını öğreten, pusulayı, pamuktan, ucuz kâğıt yapımını ve matbaacılığı öğretenler Müslümanlardır.Asya böylece Avrupa’yı kendisine karşı, silahlandırdı, kaderin dönüşünü kendi elleriyle hazırladı; ama bunun neticelerini hissedebilmesi için aradan asırlar geçmesi lâzım geldi.” (s 29-35)

Fernand Grenard’ın altını çizdiğim son cümlesi derin bir özet ve ders niteliği taşımaktadır. Kaderin bir cilvesi olarak İspanya üzerinden Avrupa’ya geçen İslam medeniyeti kendi değerlerini Avrupa’ya ilave ederek modern Avrupa’yı ortaya çıkarmıştır. Anahtar sözcükler bilim, teknik, ticaret gibi temel kavramlardır. İslam milletleri bu değerlerini Avrupa’ya kaptırmış ve kendileri de sonunda Avrupa’nın bir sömürge coğrafyası oluvermişlerdir.

İbretlik bir durumdur… İslam milletlerinin kaliteli eğitim alması, bilim ve teknik üretmesi, ticaretini geliştirmesi Batı’nın bir politikası olarak, engellene gelmektedir. Engelleme araçları ise iç karışıklıklar, savaşlar, bölgesel çatışmalar, baskı, şiddet, aşağılama, tarihini ve kültürünü unutturma, paradigma değişimine tabi tutma vb.dir.

Gerçeğin bu olmasına rağmen onlar nasıl bizden öğrenip bugünkü gelişmeyi elde ettilerse biz de kimliğimizi koruyarak, onlardan öğrenmekten çekinmemeliyiz. Dün onlar, Hıristiyan kalarak, bizim talebemizdi, bugün de biz Müslüman kalarak onların talebesi olmaya devam etmeliyiz. Köhne Garp güneşin altındaki Şark’tan aldığı değerlerle kendi karanlığını yırttı. Bugün de Şark köhnedir, Garp’tan alacağı vardır.

[1] Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü, Fernand Grenard, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Tarih Dizisi, İst, 1992

[2] Fransız seyyahı ve elçisi. Orta Asya tarih ve coğrafya mütehassısı.

 

-Aforizmalar (20)

Hangi din!?

Tarihçilerin ve sosyal bilimcilerin tespit ettiği yüzlerce dini inanış gelip geçmiştir ve bugün de yüzlercesi dünyanın şu bu köşesinde yaşamaya devam etmektedir. Onların her birinin din olma iddiaları vardır; fakat hakikat şudur: İslam hariç, hiçbiri ‘Hak Din’ olamamıştır. Hristiyanlık ve Yahudilik gibi, hak din olmaktan çıkan itikatlar, insan duygularının ve aklının tabiat karşısındaki bir tutum ve davranıştan ibarettir.

‘Allah indinde Hak Din İslam’dır’ demek, Rabbimizin İslam öncesi dinleri kaldırdığı anlamına gelmektedir. Eğer dört kitap; Zebur, Tevrat ve İncil onlar da Kuran gibidir, kutsaldır, denilirse o zaman dört kitaba da uymak gerekir; çünkü dördü de Hak Din’dir. Oysa Kutsal olan kitap Kuran’dır; diğerleri, Kuran’ın ifadesiyle, tahrif edilmiş ve Hak Din’in önünü kesen birer fitne kaynağı özelliği kazanmıştır; Hak Din olmaktan çıkmışlardır.

Allah’ın indinde Hak Din olan İslam’ın ‘amentü’sü bellidir. Bu amentünün temel özelliğiyse şudur: Allah ezeli ve ebedidir; tek’tir. Ailesi yoktur. Hayatı yaratan O’dur. Peygamberleri, kitaplarla O göndermiştir. Melekleri O yaratmıştır. Hayır ve Şer olanı yaratan O’dur. Ebedî bir gelecek ve öteki dünya yaratmıştır. Nasıl kâinatta bir düzen yaratmışsa insanlar için Hak Din göndererek, onların his ve akıl dünyalarını Hak Din’le bir düzen altına almıştır.

Hak Din; bireysel ve toplumsal hayatımız için indirilmiş ilahî düzen demektir. (Diğer hiçbir inanç, ideoloji, felsefe… insanı yaratılış amacına uygun düzenleyemez; bu yüzden onlar din değildir.) Ahlak, sosyal hayat, ekonomi, siyaset, kültür İslamî düzenlemede bağımsız alanlar değildir, aksine Hak Din’in var olma, gözükme alanlarıdır. Diğer inançlarda bunların her biri bağımsız birer alan gibi gözükürler. Fakat İslam, bireye ve topluma bütüncül bakar; bu yüzden İslam yegâne Hak Din’dir.

Hristiyanlık ve Yahudilik, orijinal halleriyle, Hak Din’di. İlk baştan beri gerçek Hak Din olan İslam’ın bu inanışlarda gözüken şeklinin bozulması, saflığını yitirmesi ve İlahî mahiyetinden uzaklaştırılması onları Hak Din olmaktan çıkarmıştır.

Bugün bu inançlara mensup kimi insanlar, inançlarından kaynaklanan ahlaki değerlere ve sosyal davranış biçimlerine sahiptirler. Mesela her iki inanışın da Tanrı inancı vardır; ama Hristiyan tanrısının ‘oğlu ve ailesi’ vardır; oğul da baba gibi tanrıdır. Hıristiyan inanışı sadece teslis inanışıyla Hak Din’i bozmamış, aynı zamanda ‘günah’ kavramıyla da insanı doğuştan ‘suçlu’ saymış ve bu ‘suçun affedilmesi’ bağlamında bir çıkar örgütlenmesi ihdas etmiştir. Kilise, bu uygulamadan çok para kazanmıştır. Tanrı ve Kutsal kitap (İncil) insanı suçlamış, kilise tanrıyı ‘baba’, İsa’yı ‘babanın oğlu’ yaparak, günahkâr Hristiyan ruhunu ‘oğulla’ kurtarmıştır! Bugün bu inanç kiliselerde ‘günah çıkarma’ ve ‘papazın kişiyi günahtan’ kurtarması şeklinde sürüp gitmektedir. İsrail’in tanrısı ise sadece İsrail halkına ait bir tanrıdır; Yahudi ırkçılığını savunur.

Bu iddialardan münezzeh olan Hak Din’in kaynağı ilahidir; Hristiyanlık ve Yahudilik bu kaynağı ‘beşerileştirmiştir.’ Bu yüzden her iki inanış Allah indinde artık Hak Din değildir; ‘Allah’ın indinde Hak Din, İslam’dır.’

İnsan avunmayı sever; avutulmaya bayılır, kadim inanışlar, felsefe ve ideoloji, insanın ruhundaki din duygusunu his ve akılla kendi doldurmaya çalışır. Hanif olanı bozma ve ihdas, bu gayretin bir ürünüdür. Ne var ki, bozma ve ihdas, hangi temele dayanırsa dayansın, bir din seviyesine çıkamaz; çıkamamıştır. Rabbimiz insanı sayıklamalarından kurtarıp ‘hakikat sistemi olan’ Kuran’la muhatap etmiş ve buyurmuştur: ‘Allah’ın indinde Hak Din İslam’dır.’

Yunanın, Romanın, Mısırın, diğer kadim milletlerin çoktanrıcılığı ve günümüzdeki Çin, Hint vb. Asya ülkelerinin inanışları olan Hinduizm, Budizm gibi itikatlar, insan aklına ve tabiata dayanan birer felsefe mahiyetindedir; bir din değildir; aksine Hak Din’den bir uzaklaşmadır. Netice itibariyle yeryüzünde ta ilk baştan beri tek bir Din vardır; İslam. Bugün de yarın da tek gerçek bir Hak Din olacaktır: İslam…

İslam haricindeki toplulukların kendi inanışlarını din görmeleri tabiidir. Burada önemli olan husus şudur: Allah, hangi inanışa ‘benim gönderdiğim Hak Din’ demektedir? Allah’ın insanlığa gönderdiği Hak Din İslam’dır ve bu Din’in kitabı Kuran’dır. Diğerleri din iddiasıdır.

Din konusunda söz sahibi Allahü Teâlâ’dır. O, İslam öncesi dinlerin ilahî özlerini yitirdiğini ve din olma özelliklerini kaybettiklerini bildirmekte ve doğru dinin özelliklerini Kuran’da açıklamış bulunmaktadır. Aşağıya aldığımız bazı ayetler bu noktayı açıklamaktadır:

Âl-i İmrân on dokuz: “Allah nezdinde Hak Din İslam’dır…”

Tevbe otuz üç: “O, müşrikler hoşlanmasalar da dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resûlünü hidayet ve Hak Din ile gönderendir.”

Âl-i İmrân seksen beş: “Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek…”

Bakara yüz doksan üç: “Bir fitne kalmayıncaya, din tamamıyla Allah’ın dini oluncaya dek onlarla çarpışın…”

Mâide üç: “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.”

En’âm yüz yirmi altı: “Bu din, Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz, öğüt alacak bir kavim için âyetleri ayrıntılı olarak açıkladık.”

Tevbe yirmi dokuz: “Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve Hak Dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”

Yûsuf kırk: “Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”

Nahl elli iki: “Göklerde ve yerde ne varsa, O’nundur, din de yalnız O’nundur. O halde Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?”

Rûm otuz: “Resûlüm! Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”

Zümer üç: “Dikkat et, hâlis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.”

Zuhruf yirmi üç, yirmi dört: “Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız, derlerdi. Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)? deyince, dediler ki: Doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.”

Fetih yirmi sekiz: “Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve Hak Din ile gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter.” Beyyine beş: “Hâlbuki onlara ancak, dini yalnız O’na has kılarak ve Hanifler olarak Allah’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur.”

Batıl duruma düşmüş, fitne kaynağına dönüşmüş beşeri dinler, insanlara hükmetsinler diye Allah, Hak Din olan İslam’ı indirdi. Dünya din için yaratıldığından kıyamete kadar da Hak Din İslam olarak devam edecektir.

 

Aforizmalar (21)

Kuran bize ne ifade ediyor?

Kuranla iletişim ve onun hayata intikali en önemli mesele olmak zorundadır. Müslümanlar olarak Kuran evimizdedir; İlahi Kitap evden dışarı çıkıyorsa çarşı pazarda, iktisadi, siyasi ve kültürel hayatta kişiye ve topluma ne yapıyor; ne yaşatıyor; insanlarla nasıl iletişim kuruyor? Bu soruları Kuran’a sormak ve dürüst cevaplar elde etmek gerekir ki, dünyanın nereye doğru gittiği ve kişinin ‘ahret fiyatı’ hakkında bir bilgisi olabilsin!

Allahü Teâlâ Kuran’ı hayata merkez yapmıştır; insanı da Kuran’la iş görecek bir üst varlık olarak yaratmış ve Halife tayin etmiştir. “Hani Rabbin meleklere, ben yeryüzünde mutlaka bir halife yaratacağım demişti…” (Bakara 30) İnsan, eğer Halife ve merkezde olup olmadığını bilmeden yaşıyorsa kalbi, gözü, kulağı çalışmıyor demektir. Oysa o, gördüğünü, işittiğini ve akıl sahibi olduğunu düşünmektedir!

Kuran öğretileri demek olan Hak Din, kâinattaki tek külli gerçekliktir; vahye dayalı yegâne din Kuran dinidir. Kâinat, ilahi bir network ağı gibi, tek bir sistem olarak çalışmaktadır; kâinattaki nizam (ilahi kanunlar) bu fıtri dine tabidir. İnsan da, Kuran’la eğitilen iradesiyle, bu ağa bilinçli bir şekilde bağlı kalarak varoluşunu gerçekleştirmelidir.

Merkezde olmak, ‘Allah’la birlikte olmak’ demektir. İnsan ruhu bu merkezi kaybettiğinde elinde bilim ve teknoloji kalacaktır (insani network sistemi); fakat insan bilim ve teknolojiyle değil, ancak Kuran’la olgunlaşabilecek bir özellikte yaratılmıştır. İnsan ruhu, Kuran merkezinden koptuğunda o ruh artık ilahi ağdan kopmuş bir Araf ruhudur.

Yaratılış her an gerçekleşen, mukaddes ve muazzam ilahi bir faaliyettir. Kuran, bu faaliyetin zahiri ve batını iç yüzünü izah etmiştir. Hak Din, hayata merkez olmayınca bireylerin ve sosyal yapıların düzeni bozulmakta ve kaotik manzara derinleşmektedir.

İşin vahametiyse anlaşılmamaktadır: Kuran, artık insan faaliyetlerinin çok az bir alanında gözükmektedir; haliyle insan duracağı merkezi ve Halife sıfatını kaybetmiş sayılabilir. Kuran dışarıda tutularak ve saf dışı edilerek, insan ruhu ‘tevhid’in kuşatıcı atmosferinden nihaî bir biçimde çıktığında (kendi network sistemini kemale erdirdiğinde -ki bu, insani küfrün son haddi olacaktır) kıyamet kaçınılmaz olacaktır.

AFORİZMALAR (22)

‘Yeni liderlik’; ‘Trump Çağı’ ve yeni bir ‘Faşizm Çağı’nın ayak sesleri!

Trump’la birlikte dünya yeni bir liderlik örneği izlemeye başladı. Biz buna ‘Trump Çağı’ demek istiyoruz. Bu yeni liderlik önderliğindeki ABD’nin eski ABD olamayacağı artık daha net görülüyor. ‘Trump Çağı’ tam olarak nasıl şekillenecek, bu çağ dünyayı nasıl şekillendirecek, bunları yaşayarak göreceğiz. Ancak ortaya çıkan emareler, ‘Trump Çağı’nın huzur, güven ve barış çağı olamayacağını gösteriyor! Peki, nasıl oldu da Amerikan halkı Trump gibi bir lideri seçti?

Amerika ve Avrupa medyasında yazan Ortadoğu analizleriyle tanınan gazeteci Hüseyin-Abdül Hüseyin’in, Başkan Trump’la ilgili bir makalesini Anadolu Ajansı yayınladı. Hüseyin yazısında, ‘Amerikalılar, Trump’u -halkın aklından geçenlere göre konuştuğu için sevdi-‘ diyor. Seçmen onu, ‘her şeyi olduğu gibi söyleyen’ dürüst bir adam olarak gördü. Kendisine bağışçılardan bağımsız hareket imkânı veren bir servete sahip olması ayrıca Trump’un bir artısı. Böylece Trump güç odaklarına boyun eğmiyor görüntüsü verdi. ‘Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerden oluşan siyasi nizama -en sonunda- kafa tutabilen bir başkan’ olarak yıldızı parladı; parlatıldı!

Halkın aklından geçeni siyasi söyleme dönüştüren ve bu metotla iktidara gelen Trump ‘halkın kurtarıcısı’ rolünü sonunu kadar oynayacak gözüküyor. Trump’un, halka yönelttiği, ‘siz ne diyorsanız o olacak?’ söylemi elbette kitlelerin hoşuna gitti. Hele, ‘Başkanlık makamı, iktidarın ait olduğu yere, yani halka iade edilecek!’ türü çıkışları, pratikte neye indirgeneceği pek anlaşılmasa da, kitleleri etkiledi.

Trump’un, güç odaklarının kontrolündeki basını ‘iplemeyip’ Amerikalılarla Twitter üzerinden iletişim kurması da, ‘halka doğrudan hitap eden başkan’ olarak lanse edildi ve bu imaj, karizmasını daha da parlattı. Trump’un, medyayla ilgi kavgasını bilinçli olarak sürdürdüğü anlaşılıyor. Böylece halka şu mesaj verilmiş oluyor: “Ey Amerikalılar! Bu medya, çıkar çevrelerinin kontrolünde. Bunlar sizin lehinize yazıp çizmiyor, temsil ettikleri çevrelerin çıkarına göre hareket ediyor!” Tez bu şekilde temellendirilince Trump’un, kendi sözünden kendisinin çıkardığı sonuç da şu oluyor: “Medya Amerikan halkının düşmanıdır!”

Peki, diğer milletler ‘Trump Çağı’ndan nasıl etkilenecek? Hüseyin’in bu konuda ortaya koyduğu analiz umut verici değil. O, faşizmden söz ediyor! ‘Trump Çağı’ yeni bir faşizm çağının başlangıcı olabilir, diyor. Hüseyin, bu yargısını faşizmin yükselişinden önceki dönemde bazı Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan durumla bugünü karşılaştırarak temellendiriyor. Siyaset bilimci Hannah Arendt’ten şu alıntıyı yapıyor: “Haddinden fazla zengin olanlarla haddinden fazla fakir olanların arasında teessüs eden bir ittifakın, pan-hareketlere dönüşerek, etkin bir hale geldiğini ve bu hareketlerin amacının iç ve dış siyaseti, ulusu, yabancı toprakların yağmalanması ve yabancı halkların daimi bir alçalmaya/yozlaşmaya mahkûm edilmesi için örgütleyebilecek şekilde birleştirmek.”

“Arendt’in teorik bakış açısı, yankılarını Trump’ın söyleminde buluyor. ABD başkanı, daha şimdiden iç ve dış siyaseti defaatle karıştırmış bulunuyor!” diyen Hüseyin, Muhafazakâr Siyasal Eylem Konferansında (CPAC) yaptığı konuşmada Trump’un, ‘Ortadoğu’da verilen savaşların ABD’ye tam 6 trilyon dolara mal olduğunu söylediğini, kendi ‘katkı paylarını’ ödemedikleri için, NATO üyeleri de dâhil olmak üzere, Amerika’nın müttefiklerini azarladığını ve açıktan Irak petrolünün alınması çağrısında bulunduğunu’ hatırlatarak, niyetinin ne olduğunu bize gösteriyor. O zaman artık şundan emin olabiliriz: Trump, devleti ve onun şiddet enstrümanlarını kendi ekonomik maksatları için kullanabilecektir.

Hüseyin, ‘Avrupa’da faşizmin yükselişiyle birlikte anti-semitizmin tavan yapması gibi, ABD’de de Trump’un yükselişiyle birlikte nefret suçlarında büyük bir artış yaşandığını’ vurguluyor. Ekim ayından buyana Amerika genelinde işlenen nefret suçlarında yüzde 6’lık bir artış söz konusu. Amerika’da camileri kundaklamak ve Müslümanlara yönelik nefret suçlarındaki artış yüzde 89’la tavan yapmış durumda. Amerika’da ötekileştirilenler sadece Müslümanlar değil, bazı Asyalılar, Afrikalılar, Yahudi grupları ve gazeteciler de bu saldırılardan nasibini alıyor. Kesin olan şu: Trump Çağı, şimdiden Amerika’da nefret suçlarını patlatmış durumda. Korkunç olan ise, bu akım dünyaya yayılıp Amerikan savaş makinesiyle hareket ettiğinde, özellikle Müslümanlara ne olacağıdır?

 

AFORİZMALAR (23)

Barzani’nin demecindeki mesaj…

İtalyan La Stampa gazetesine konuşan Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani, Orta Doğu’daki mevcut durumu “Çekoslovakya ve Yugoslavya’nın dağılmasına” benzetmiş ve “Doğu Avrupa halkları nasıl kendi devletlerine sahip olduysa Kürtlerin de kendi devletlerine sahip olma hakkı vardır” demiş.

“Irak birleşik bir devlet olarak kalacak mı yoksa birden çok ulusa mı bölünecek?” sorusuna Barzani, “Irak artık bitti, biz Kürtler kendi devletimize sahip olacağız,” cevabını vermiş. Şu yorum da Barzani’ye ait: “Irak’ın bütünlüğünü koruma isteği mevcut, fakat gerçekler Irak’ın aslında halihazırda çözülmesi imkânsız problemler yüzünden bölündüğünü gösteriyor. Sünniler ile Şiiler 1400 yıldır çatışıyor ve bu savaşın kurbanları biz Kürtleriz…”

Barzani tarihe atıf yapıyor; Orta Doğu’da çatışan iki ana eksenin varlığına dikkat çekiyor: Sünniler ve Şiiler. Bu noktada ilginç olan Barzani’nin Orta Doğu’daki Sünni-Şii çatışmasının mağduru olarak Kürtleri göstermesi. Barzani’nin bu cümlesini analiz etmeye çalıştığımızda karşımıza öncelikle şu husus çıkıyor: ‘Kürtler ne Sünni’dir ne de Şii; fakat bu bölgenin tarihsel eski bir halkı olarak, bu iki kesimin çatışma alanında kalmış ve tarihi süreçler boyunca da, ezilmiştir!..’

Oysa bu yaklaşım doğru değil; Orta Doğu Kürtleri büyük ölçüde Sünni inanışa sahiptir. Ne var ki 19. yy’dan itibaren Kürt ulusçu hareketleri, Kürt kimliğini tanımlarken, dini referans olarak kullanmaktan kaçınmaktadır. Özelikle PKK ve onun Orta Doğu’daki uzantıları, Kürtlerin İslam diniyle olan ilgisini eleştirel açıdan ele alıp değerlendirmekte, İslam’ın Kürt kimliğini baskıladığını ileri sürmektedirler. Bu bakış açısı PKK ve benzeri hareketleri Marksist-ateist bir bağlama oturtmuş durumdadır. Bir kısım Kürt milliyetçileri de Zerdüştlük gibi kimi arkaik inanışlarda köklerini gösterme çabasında…

Barzani, din konusunda, bitaraf bir duruş sergiliyor; Kuzey Irak Kürt bölgesinin temsilcisi sıfatıyla, ‘laik’ denilebilecek bir siyaset takip ediyor. Nitekim Barzani, Orta Doğu’nun kaotik yapısındaki çatışmayı Sünni-Şii çatışması şeklinde göstererek Kuzey Irak Kürtlerinin bu çatışmanın dışında olduğunu vurguluyor. Barzani bu mesajını Batı ülkelerine veriyor. Mesajın anlamıysa açık: ‘Orta Doğu’da Sünni ve Şii alanı bloke edecek ikinci bir İsrail’e ihtiyaç vardır, Sünni ya da Şiilikten hareket etmeyen Kuzey Irak Kürtleri, bu rolü oynamaya hazırdır. Orta Doğu’da ilan edilecek ve Batı’nın tanıyacağı bir Kürt devleti bölgede İsrail gibi, yeni bir istikrar alanı yaratacaktır!..’

Oysa Orta Doğu’da krizlerin ve çatışmaların gerçek kaynağı ne Sünnilik ne de Şiiliktir; Batı’dır. Bir zamanlar, el Kaide’yle son zamanlarda da IŞİD’le iş gören Batı, Orta Doğu’da ne yaptığını ve kiminle dost/arkadaş olacağını elbette çok iyi bilmektedir. Bu bağlamda İsrail, Barzani ve tüm türevleriyle PKK, Batı’nın Orta Doğu’daki gerçek dostudur; zaten fiili durumda bu şekildedir.

Barzani, röportajında “Kürdistan’ın bağımsızlığı bu bölgede bir istikrar alanı yaratır. Yeteri kadar kan ve adaletsizlik gördük. Bizim toplumumuz, hukukun üstünlüğü, demokratik kurallara saygı, farklı kimliklerin bir arada yaşaması ve çok partililik esasına dayanır. Ortadoğu’da krizlerin ve çatışmaların azaltılmasına katkıda bulunabiliriz. Bu herkesin çıkarına,” diyor. Barzani’nin gerçeklerle örtüşmeyen bu sözlerinin de sadece Batı kamuoyuna yönelik bir ‘propaganda’ tiradı’ olduğunu söylemekle yetinelim.

Sonuç olarak şunu anlamak gerekiyor: Orta Doğu’daki dağılma süreci Batı’nın yerli işbirlikçileriyle yürüttüğü siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel bir çalışmadır. Orta Doğu, yüz yılın başında olduğu gibi, yüz yılın sonunda da yine Batı’nın çıkarlarına göre parçalanıp düzenlenmeye devam ediliyor. Orta Doğu’daki en güçlü ülkeler; Batı’nın ağır baskısı altındaki Türkiye, İran, Suudi Arabistan ise bu süreci durduramadığı gibi, varlıklarını ve sınırlarını korumak en büyük başarıları olarak görülüyor.

Bugün Müslümanların en büyük sorunu şu soruya bir cevap bulmaları olmalıdır: Batı’nın Orta Doğu’daki faaliyetleri nasıl durdurulabilir?

 

AFORİZMALAR (24)

Müslümanlık testi!

Dindar bir Müslüman’a, bir Hristiyan’a, bir Yahudi’ye, bir Budist’e rastlamak nadirattan sayılmaz. Dini, felsefi ve ideolojik görüşün ‘dindarı’ kimse, dinini içselleştirdiğinde zorunlu olarak değişir ve değiştirir. Yaşayan yaşatır; inanan inandırır; öğrenen öğretir; gören gösterir…

Bir şeyin yarımı yahut yarımdan da azı ne sahibine ne de başkasına tam bir tatmin sağlamaz. Bir yudum suyla susuzluk gitmez, bir lokmayla açlık ortadan kalkmaz! Din ya da din gibi inanılan fikirler de bunun gibidir: Arada sırada dinin yahut ideolojinin bir emrini yerine getirmek, kulluk hissini, ideolojik taraftarlığı temsil etmeye yetmeyecektir. Zengin birinin komünizmi savunması, oruç tutmayan birinin orucun yararlarını sayması, karşısındaki insanları en fazla tebessüm ettirecektir. İnandığı din ya da fikir, kişinin dört mevsiminde gözükmediğinde, kişi gerçekte dindar olmadığı gibi, savunduğu fikre de inanmıyor, demektir.  Din yahut bir fikir, içi dolu bir küpse; o küpe ait olduğunu söyleyen kişi küpün tadını, rengini, lezzetini almadığı takdirde, dili olmasa da, hâli ‘sen bir yalancısın!’ demekten çekinmeyecektir.

Hz. Âdem’den Hazreti Muhammed (sav)’e kadar, peygamberler, aşağıya alacağım evrensel ilkeleri, Hak Din’in ilkeleri olarak her çağın insanına tebliğ ettiler. Peygamberler, çağlar boyunca şu ortak ilkeleri iman ilkeleri olarak insanlara bildirmişlerdir. Bu ilkeler toplu halde Kuran’da yer almaktadır. Kişi bu ilkeleri öğrenip yaşadığında Müslüman bir kişi olacaktır.

Birinci ilke: Tanımak

-Dünyadan maksat Allah’ı, Peygamberlerini, indirilen kitapları, melekleri, kâinatı ve ahreti tanımaktır. Allah’ı tanımak için de Kuran’ı anlayarak okumak, Peygamberin Sünnetine uymak, irşat makamındaki kimseleri dinlemek, nasihatçilere kulak vermek zorunludur.

İkinci ilke: İtaat etmek

Varlık, Allah’ı tanımakta ve O’na itaat etmektedir. Kişi kâinattaki itaati görüp kendi de Allah’a itaat etmelidir. Namaz başta olmak üzere emredilen ibadetleri yapmak ve mutlaka kurban kesmek itaatin göstergesidir.

Üçüncü ilke:  Hayrı-Şerri (İyiliği-Kötülüğü) bilmek

  • Kişi, kendini günahtan korumalıdır. Hayır-şer, iyi-kötü ayrımını yapan Allah’tır. Kaynağı Kuran ve Sünnettir. İyi olanı yapmak, kötü olanı yapmamak Müslümana emredilmiştir.

Dördüncü ilke: Hükümeti zorunlu bilmek

-İnsan sosyal bir varlık olarak yaratılmıştır. Hükümet sosyal organizasyonun bir gereğidir. Allah’a itaat eden hükümete ve yöneticilere itaat etmek zorunludur.

Beşinci ilke: Anneye ve babaya iyi davranmak

-Son nefeslerine kadar, anneyi-babayı, eş ve çocuklar gibi, hatta onlardan daha aziz tutmak; maddi ve manevi ihtiyaçlarıyla ilgilenmek gerekmektedir.

Altıncı ilke: İyilik de bulunmak

-Allah’ı tanıyanlar iyilik yapmanın anlamını da kaynağını da kavramış kimselerdir. İyilik; maddi ve manevidir ve kişinin yaşantısında açık bir şekilde gözükmelidir. Bu âlemde kiminin paraya ihtiyacı vardır, kiminin yürekten gelen bir tebessüme; kiminin başını okşayacak şefkatli bir ele ihtiyacı vardır, kiminin bir sıla ziyaretine…

Yedinci ilke: Sabır göstermek, hamt etmek

-İnsan hayatı musibetlerden bağımsız değildir. Her türlü musibetin ilacı da sabırdır. Sabrın sonu gerçekten selamettir; dünya imtihan yeri olduğundan, sabırla cevaplandırılacak soru da çoktur. Üzerine düşeni yaptıktan sonra Allah’a teslim olup sonucu sabırla beklemek ve ortaya çıkan sonuca razı olmak gerekir. Olana rıza gösterilmeden sabır tahakkuk etmez.

Sekizinci ilke: Doğru konuşmak

-Cennet doğruluk üzere yaşayan insanlar için yaratıldı. Doğru iş yapmak, doğru söz söylemek Allah’ın emridir. İster aleyhe ister lehe, konuşunca doğruyu konuşmak esastır; kişinin, mahiyetini tam olarak bilmediği şeylerde fiil ve kanaatini doğru gibi sunması ve savunması, yanlıştır.

Dokuzuncu ilke: Adil davranmak

-Allahü teâlâ adaletlidir; kullarından da adaletli iş bekler. Adalet sadece mülkün değil, kişinin de temelidir. Adaletsiz mülkün beka sorunu olduğu gibi adaletsiz kişinin de beka sorunu vardır. İşleri daima adalet mihenginden geçirmek gerekir. Adalet terazisi ilahi emirlerle ameli tartar; kişinin vicdanı da adalet terazisinin miyarını sağlar.

Onuncu ilke: Dünyaya hak ettiği kadar değer vermek

Bitki, hayvan ve insan dünyaya olgunlaşmak ve kemale ermek için gelirler. Gaye hâsıl olunca her birinin hayatı sona erer. Dünyanın geçici olduğunu bilmeyen yoktur; o halde bu geçici yerden kalıcı yere gidildiğini bilip kalıcı yerde insana lazım olacak şeyleri burada hazırlamak gerekir. Dünya, din için yaratıldı; değerli olan dünya değil, dindir; bu sebeple dünyayı ahret için kullanmak bize emredildi. Dünyaya değer veren ahrete değersiz biri olarak geçer.

On birinci ilke: Hayâ sahibi olmak

-Allah ve melekleri sürekli insanla beraberdir; insan içten ve dıştan kontrol altında tutulmaktadır. Bunun farkında olup tek kalındığında da ayıp ve günah işleri yapmamak gerekir.

On ikinci ilke: Yumuşak huyluluk

-Esma-ı İlahi’yle kendini terbiye eden kişi ilahi huyla vasıflanmıştır. Bu mertebede kendini terbiye edebilen Müslümanın duyguları Allah’ın rızasına uygun hareket edecektir. Söz ve fiil de yumuşak huyluluk ve öfke kontrolü emredilmiştir. Kavga, öfke cihat zamanına ait bir emirdir.

İşte daha da çoğaltabileceğimiz bu Kuran ilkeleri, Hz. Âdem’den Efendimize kadar gelen Hak Din’in bazı temel ilkeleridir. Bu ilkelere inananlara müslüman denir. Her müslüman bu ilkelerin kendinde ne ölçüde tahakkuk ettiğini bakarak, inancındaki yerini ve değerini tayin edebilir. İlklerin biri ikisi kişide gözükebilir; fakat bu, kişiyi değiştirmeye ve değerli yapmaya yetmeyecektir. İlkeler bir bütündür; ilkelerle içten ve dıştan boyanmayan kişiler, kendilerine ve çevrelerine tesir etmeyecek ve kelek bir meyve gibi ahrete intikal edeceklerdir. Kelek bir meyvenin yerinin çöplük olacağı unutulmamalıdır.

 

AFORİZMALAR (25)

Yaratıcı, twitter ve facebook dualarımıza bakıyor mu?

Başlık tuhaf, farkındayım! Ama acele etmeyin… Teknoloji ekmek su gibi hayatımızın bir parçası artık; teknoloji olmadan modern hayatı yaşamak nerdeyse imkânsız. TV, bilgisayar, akıllı cep telefonları vb. aletler yediden yetmişe, belli yoğunluklara sahip olarak, günlük hayatın bir vazgeçilmezi. Hele cep telefonunun, bilgisayarın şarjı bittiğinde ya da TV izlerken elektrik gittiğinde, nasıl agresifleştiğimizi hatırlayınca teknolojiye olan bağımlılığımız daha iyi anlaşılıyor. Yoksunluğuna tahammül edemeyeceğimiz şey artık ekmek su değil, sanki de teknolojidir.

Bir ağa bağlı bilgisayar, twitter ve facebook, sosyal medyanın en etkili adresleri; her gün tüm dünyada milyonlarca belki de milyarlarca insan bu ortamları çeşitli amaçlarla kullanıyor. Özellikle twitter ve facebook; politika, din ve kültürel amaçlı en yaygın kullanılan ortamlar. Her millet, her kültür bu ortamlarda boy gösteriyor. Bu yönüyle sosyal medya aslında etkili ve iyi de bir öğretmen…

Google, Yahoo, Yandex, Bing, Altavista vb. arama motorları devletlerin, şirketlerin, vatandaşların resmi işlemlerinden kişisel işlerine kadar, milyonlarca siteye çalışma imkânı sağlıyor ve adeta sınırsız bir veri akışını gerçekleştiriyorlar.

Müslümanlar da sosyal medyayı etkili bir şekilde kullanıyor. Ayet, hadis, tarih, tasavvuf, tefsir, fıkıh, hikmetli söz, dini öykü, şiir vb. din bilimi ve kültürüyle ilgili binlerce sitede her gün binlerce paylaşım yapılıyor.

Bunlar işin iyi yanı; çünkü sonuçta bir bilgi aktarımı söz konusu; yararı inkâr edilemez. Fakat şu twitter ve facebook ortamında ‘Yaratıcıya dua etmek!’, işte sanki burada bir sorun var! Özellikle Cuma günleri sosyal medyada bir dua sağanağı başlıyor: Sosyal medya dualarına bir de güzel zeminler, güllü çiçekli çerçeveler, estetik fontlar kullanılıyor; hele fotoshop kullanan arkadaşlar, dualarını âdeta birer tablo güzelliğinde hazırlayıp gönderiyorlar.

İşte kafam bu noktan sonra karışıyor! Kime gönderiyorlar bu sosyal medya dualarını? Yaratıcıya mı, sosyal medya vatandaşlarına mı? Haşa! Yaratıcı ve melekleri bir de günlük dua taraması mı yapıyor; kim hangi duayı etmiş, kimin duası kabul edilecek, edilmeyecek!..

Haşa! Bu sosyal medya sanal bir ilah sanki! Herkes her şeyini ona söylüyor artık!!! Hani siz Yaratıcıyla kulu arasına kimse giremez; bu, şirktir diyordunuz. Twitter ve facebook dualara aracılık edince bir mahsur yok mu diyorsunuz!

Dua; Allah ile kulu arasındaki birebir ilişkidir. Kişi her an her yerde Allah’a dua edebilir, ancak müslümanlar beş vakit namazlarını müteakip ellerini açıp Yaratıcıya doğrudan dua ederler ki, Hz. Muhammed (sav)’in, dua öğretimi de bu şekildedir.

Kuran’da görüyoruz; dua, bir diyalogdur; duanın iki tarafı vardır: Allah ve kulu… Twitter ve facebook duaları ise aslında bir monolog; modern olanın aşkın olanla ilişkisinin teknolojik ve zavallı bir düzeyi.

Kuran’da, nasıl dua etmemiz gerektiğini Rabbimiz açıklamıştır:

“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez.” (A’râf 55)

“Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.” (Bakara 186) vb. ayetler…

Sonuç olarak demeye çalışıyorum ki, dua bizim özelimizdir; duamızı twitter ve facebooka yansıtmazsak daha bilinçli bir davranış sergilemiş olabiliriz.

 

AFORİZMALAR (26)

-Müslümanların şeytanlaştırılması!

Avrupa kıtasını kapsayan ‘2016 Avrupa İslamofobi Raporu’ ürkütücü sonuçlar içeriyor. Salzburg Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim Üyesi Dr. Farid Hafez ve Türk-Alman Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Enes Bayraklı’nın imzasını taşıyan raporu Anadolu Ajansı yayınladı.

2016 Avrupa İslamofobi Raporu, Rusya’dan Portekiz’e, Yunanistan’dan Letonya’ya kadar tüm Avrupa kıtasını kapsıyor. Raporda önce çıkan bulgulara göre eğitim, istihdam, medya, siyaset, yargı ve internet gibi farklı alanların tamamında İslamofobi ciddi ve gözle görülür bir artış gösteriyor.

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) 2016 Avrupa İslamofobi Raporu’ndaki bulguların kısa bir özet şu şekildedir:

– İslamofobi artık Müslümanlara yönelik sadece retorik düzeyde bir nefret söylemi olma eşiğini çoktan aştı ve okul, iş yeri, cami, toplu taşıma araçları ve sokakta Müslümanlara yönelik fiziki saldırılarda kendini gösteren somut bir düşmanlık halini aldı.

– Batı toplumlarında Müslümanların kendileriyle eşit haklara sahip vatandaşlar olmadıklarına dair geniş bir kabul var. Ötekileştirme ve ayrımcı muameleye tabi tutmak, Müslümanların ‘şeytanlaştırılması’ ile beraber yürüyor.

– İslamofobik tutum ve davranışlar hiçbir şekilde İslam ve Müslümanlar hakkında yanlış bilgilendirilen ve ekonomik durumu kötüye giden işçi sınıfı veya orta sınıf ile sınırlı değil. Kavram bilhassa eğitimli elitler ve seçkinler için de geçerli.

– Müslüman kadınların İslamofobinin en savunmasız mağduru oldukları görülüyor. Verilere göre Müslüman bir kadının sokakta saldırıya uğrama oranı Müslüman erkeklere göre yüzde 70 civarında daha yüksek.

-Müslümanlar bir güvenlik sorunu haline getirilerek kriminalize edilmekte ve diğer dini ve siyasi gruplara sunulan en temel haklardan yararlanabilmeleri engellenmeye çalışılmaktadır.

-Avrupa’nın kendisini ırkçılık sorununu aşmış bir topluluk olarak lanse etme yanılgısı, birçok Avrupa toplumunun İslamofobinin yerel düzeydeki etkilerinin boyutunu anlamasını engelliyor.

-Müslümanların dinlerini özgürce yaşamalarının, toplantı ve seyahat özgürlüklerinin engellenmesi Avrupa’daki demokratik güçler tarafından sorgulanmıyor!..

Trump yönetimi Müslümanların Amerika’ya girişini yasaklarken Avrupa katısında ise Avusturya, Belçika, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İtalya, Polonya, İspanya ve Birleşik Krallık, “Müslüman göçmenler başta olmak üzere yeni göç dalgaları engellenmeli” argümanını en üst seviyede desteklemeye başladı.

Rapordu, Avrupa’da demokrasi ve insan haklarının gün geçtikçe daha da kötüye gittiği, 2015 yılında hızlanan Avrupa’ya yönelik mülteci hareketinin ve bunun Avrupa’da yarattığı kargaşanın, aşırı sağ partilerin Avrupa kıtasında daha önce eşi benzeri görülmemiş yükselişini başlattığı değerlendirmesine yer verildi.

Avrupa genelindeki İslamofobik olaylar, saldırılar, ötekileştirici tutumlar ve kıta genelinde iktidar odaklarının İslamofobik tavırları Müslümanları hem içeride hem de dışarıda düşman olarak görülmesi sonucunu getirmiş durumda. Rapor, derin bir güvensizlik ve düşmanlık ortamında Müslümanlara yönelik fiziksel saldırıların ve siyasi kısıtlamaların yapılmasına imkân sağlanmakla kalınmadığını normalleştirerek savunulur kıldığına da dikkat çekiyor.

Bu ayrımcı zihniyet 2017’nin ilk çeyreğinde hızla yayılarak, tesettürün ve bazı Avrupa şehirlerinde minarelerin yasaklanması ya da Müslümanların ifade özgürlüğünü kısıtlayan diğer düzenlemelere kadar gelip dayanmış durumda.

Avrupa İslamofobi Raporu’nun en temel önerisi İslamofobinin ya da Müslüman düşmanlığının Avrupa ülkelerinde nefret suçları kapsamında ayrı bir suç kategorisi olarak değerlendirilmesi ve bununla ilgili istatistiklerin tutulmasıdır.

Ancak, Avrupa’da bu tür istatistiklerin bilinçli olarak tutulmadığı anlaşılıyor. Özellikle AGİT gibi kurumların Müslümanlara yönelik ayrımcılık, nefret suçları ve nefret söylemleri için güçlü izleme ve kayıt mekanizmaları kurmaları gerekiyor. Güvenilir veriler elde edebilmek için bu mekanizmalar cinsiyet ve ön yargı temelli farklı kategorileri kapsamalı. Ne var ki ortada böyle bir niyet gözükmüyor.

Bu gidişat nasıl önlenebilir? Raporda bu konuda da bazı önermelerde bulunulmuş:

Avrupa kamuoyunun büyük kesimi İslam ve Müslümanlar hakkında temel bilgilere bile sahip değil. Resmi ve gayri resmi eğitim ortamlarında karşılaştırmalı din dersleri veya eğitimlerinin sayısının arttırılması gerekiyor.

-Avrupa sadece aşırı sağcı ve popülist partilerin nefret söylemlerine meydan okuyan siyasetçilere değil, istihdam, eğitim, bürokrasi ve medya alanında Müslümanları hedef alan İslamofobik kurumsallaşmış ırkçılığa karşı da mücadele eden daha cesur siyasetçilere ihtiyaç duyuyor…

Raporun ortaya koyduğu değerlendirmeler gidişatın iyi olmadığını açıkça gözler önüne seriyor. Başta Türkiye olmak üzere diğer Müslüman ülkeler bu gidişatı gürültü-patırtıyla geçiştiremezler. Herkesin daha sorumlu ve dikkatli olması gereken bir sürecin içinde olduğumuz görülmelidir. Bu bağlamda;

-Avrupa ve Amerika’daki Müslümanların varlığını korumak öncelikli bir mesele görülmeli ve bu konuda radikal çıkışlardan kaçınılmalıdır.

-Türkiye’deki Müslüman mültecileri Avrupa’ya göndermek onlara yapılacak en büyük kötülük olacaktır.

-Avrupa’daki Türk vatandaşlarının ve diğer Müslümanların uğradığı saldırılar ve her türlü ötekileştirme ve kısıtlama Türk devletinin ilgili kurumları tarafından Avrupa genelinde izlenerek yıllık raporlar olarak yayınlanmalıdır.

-İslam ülkelerinin, Avrupa ve Amerika’daki Müslümanların varlığına yönelik tehditleri merkezi bir ofis aracılığıyla takip etmesi ve ortak bir tavır geliştirilmesi gerekir.

-Diyanet işleri Başkanlığı Avrupa’nın büyük yayınevleriyle anlaşarak Avrupa dillerinde İslami anlatan eserler çıkarmalı ve bunların dağıtımını gerekirse kendi kuruluşları aracılığıyla da yapmaya çalışmalıdır.

-Kuran’ın başta cihat ayetleri olmak üzere istismar edilen ve yanlış değerlendirilen kimi ayetleri izah edilerek Kuran’ın istismarı önlenmeye çalışılmalıdır.

 

AFORİZMALAR (27)

Tasavvuftaki savrulmalar ve savurulan Müslümanlar!

İslam, Allahü Teâlâ’nın açtığı doğru yoldur; doğru yolun kılavuzları Kuran ve Sünnettir. Çeşitli dini hareketler, mezhepler, cemaat, tarikat vb. yapılar, bu ana yola çıktığını iddia ettikleri kimi paralel yollar açmışlardır. Bu yolların en masumu mezheplerdir. Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve Hambelilik gibi mezhepler, Kuran ve Sünnete istinat etiklerinden, hak yol sayılmış ve günümüze kadar gelmiştir. Özellikle tasavvuf hareketleri, yürütücülerine istinat ettirilen, çeşitli adlarla İslam dünyasının şu bu beldesinde zuhur etmiş, güçlü temsilcileri geniş kitleleri etkilemeyi başarmıştır. Tesirli mutasavvıflar, şahsi varidatlarını kitaplaştırdıklarından, muazzam bir ‘tasavvufî din görüşü’ meydana gelmiştir. Veli, şeyh, pir, dede-baba vb. sıfatlarla anılan şahsiyetlerin kaleme aldığı divanlar, adap ve yol kitapları, Kuran ve Hadis yorumları âdeta kütüphaneler dolusudur. Bu eserler, asırlar boyunca Müslümanların İslam algılarının oluşmasında etkili olmuştur. Günümüzde de İslam dünyasındaki en derin dini iz tasavvufi hareketlerin açtığı izdir, denilebilir.

Tasavvufi hareketlerin lehinde aleyhinde çeşitli cereyanlar daima olagelmiştir. Osmanlı Devleti’nde bir dönem medrese-tekke çatışması diyebileceğim yoğun tartışmaların varlığına da şahit oluyoruz. Ne var ki, ister lehinde olunsun isterse aleyhinde, tasavvuf, İslam toplumunun güçlü bir beslenme damarı kabul edilmiştir. Toplumun manevi dünyasını etkileyen, şekillendiren, ruhu kuvvetlendiren tasavvufî retorik, belli bir değere ve saygınlığa sahip olmuştur.

İlk dönem tasavvuf okullarında Kuran ve Sünnete bağlılık, -tabir caizse- ‘farz’ hükmünde görülmüş, ancak ilerleyen yüzyıllar, bu farziyeti, sağından solundan girerek, aşındırmış ve günümüzde ise çok tuhaf, Kuran ve Sünnetle açıklanması mümkün olmayan, söylem ve uygulamalar zuhur etmiştir. Sosyal medyada yer alan kimi tarikatların ve cemaatlerin web sitelerinde yayınlanan tasavvufî metinler, bu metinlerin istinat ettirildiği veli denilen şahsiyetlerin tanıtımında kullanılan dil, bu velilerin yönettiği ve zikir ayini denilen görsel örnekler, Kuran ve Sünnetle izahı mümkün olmayan bir mahiyete kavuşmuş gözükmektedir.

Aşağıya bir sosyal medya hesabındaki bir tarikatın ve onun önderinin görüşlerini içeren alıntılardan vereceğimiz örneklerde görüleceği üzere, klasik tasavvuf öğretisi günümüzde artık tanınamaz bir hale gelmiştir. Müntesiplerinin müzik eşliğinde, zikrederken hareketli danslar ettikleri, genç çocuklara bu zikir halkalarında, Batı müziğinin kimi hızlı parçalarının da kullanıldığı müziklerle, zikir ediyorlar denilerek, oynatıldığı, daha başka utanç verici hallerin zuhur ettirildiği bir yapı ortaya çıkmıştır ve bu yapı yayılma eğilimi göstermektedir. Tasavvuf kullanılarak, insanların, bastırılmış kimi hislerini, bu şekilde tatmin ettikleri açık bir gerçeklik haline gelmiştir.

Aşağıdaki alıntılarda görüleceği üzere, öğretisi Kuran ve Sünnete aykırı gözüken, bu tür tarikatların temel söylemi şeyh/mürşit denilen kimsenin, tabiri caizse, ilahlaştırılmasından ibarettir. Bütün retorik şeyhin, haşa tanrı gibi, bir merkez yapılmaya çalışıldığı bu telkinlere kanan Müslümanların itikatlarının bozulacağı kuşkusuz olduğu gibi, mürit denilen kimselerin, maddi ve manevi bir sömürü nesnesine dönüştükleri de kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır. Mahiyetlerini Kuran’a ve Sünnete dayadıklarını iddia eden ve haliyle Yüce İslam Dinini kullanan bu tür hareketlere karşı Müslümanların dikkatli davranması, prim vermemesi, Kuran’a ve Sünnete uygunluk araması ve Hak Dini koruması zorunludur.

İsmini anmak istemediğim, Cumhuriyet dönemindeki bir şeyhe atfedilen ve bir internet sitesinde yayınlanan, aşağıda alıntı yaptığım tasavvufî görüşlerin dikkatlice incelenmesi durumunda şirk söyleminin ulaştığı dereceyi her aklı başında insan, yoruma gerek kalmadan, görebilecektir.

(X) ŞEYHİ VE MÜRİDLERİNİN TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİNDEN KESİTLER:

İlgili kitapta müridin şeyhini takdimi:

“Kâinatı aydınlatacak bir ihlas, bütün âlemleri ısıtacak bir aşk ve yaratıkların tamamını rikkat ve muhabbete gark edecek bir teslimiyet! Öyle bir yokluk sahasına ulaşmış ki, Miraçta peygamberimizin Cenab-ı Hakk’a takdim ettiği makbul hediyesine eş olan bir mahviyetin kemaline kavuşmuş. Ahir kelam ve kelamın ahiri budur… Sadakati onu sireten olduğu gibi sureten de Hazreti Sıddık’a benzetmiş, her hal ve davranışı O’nu Sıddık-ı Ekber Efendimize eş etmiş… ” ; ““Kutbul irşat, gavsı azam ve kutbul aktab makamlarının üçü de zatının tapusudur. Bu sebeple de, bu en büyük üç makamı uhdesinde bulundurduğundan ‘müceddid’ gelecek idi, ama hikmetullah, müceddid zahirden zuhur etti. Hazreti Pir’in saye ve kemali öyle bir hadde ulaşmıştı ki, insan ve cinlerin mürşidi olduğundan ‘mürşidi sakaleyn’ ve bütün mahlûkatın rızıklarının taksim edeni bulunduğundan da ‘kasım-ül erzak’ unvanlarının sahibi idi. Süleyman aleyhiselamın tasarruf ve saltanatına batında ulaşmış bir Allah eri idi.

Şeyhin görüşleri:

Şimdi şu zamanda zahir adabı kaldırılmıştır. Zahir adabının takat tahammülü çok zordur beylerim. Şimdi şu zamanda hal yoktur amma meşakkat mihneti de yoktur.

Rabıta nuru olan yere şeytan yaklaşamaz. Mürşid i kâmil, müridin iki küreği arasındaki şeytanın hulul yeri, üfürme yerini kapatır…

Mürşidi kâmil kendi reyiyle halife olmaz. Bu Allah’ın emri, Peygamberin emridir. Onların emri ile oldu ise, kudret ve salahiyetleri de lütfedilmiştir. İnsanlara Allah’ın en büyük lütfu şüphesiz, mürşidi kâmildir. Allah’a ulaşmak için böyle bir lütfa uymaktan başka çare yoktur…

Şeyhin tarikatının esaslarını anlattığı bölümden:

MUHABBET: Kâinat, Cenab-ı Allah’ın Habibine olan muhabbetinden yaratılmıştır. Tarikatın alet saydığı muhabbet, Allah’a ulaşmanın basamakları, vasıtaları olan mürşide muhabbet ile başlayıp Peygamber Efendimize muhabbet ile büyüyerek Cenab-ı Allah’ı sevme şekli ile kemale erer. Bu üç muhabbetin birbirine ziyanı yoktur. Ancak, hikmet icabı seyri bu sıraya göredir. Mürşidin muhabbeti üzerine muhabbetin olmasın. Onun emrinin ve hizmetinin itaatçısı ol.

Mürşid-i Kamil seni ayrılmış olduğun âlemi ulyaya götürecek. Bu sebeple Âdem aleyhiselamın ilk oğlu olsan da dünyanın sonuna kadar ömrün olsa, bu zamanın tamamında şeyh efendin ve ailesine kölelik yapsan, yine şeyh efendinin hakkını ödeyemezsin. Bu hakkın dünyada bahası, karşılığı yoktur. Çünkü Allah’ın bahası olamaz. Evladını severken de ki : “Bu şeyhimin torunu”.. Malını severken de ki: “bunu bana şeyhim himmet etmiş”.. Hâsılı neyi seversen şeyhinin ismiyle sev…”

İHLAS: Tarikatın ihlası, şeyhini ilim ve kemalde büyük görmektir. Şeyhini ne kadar büyük görürsen o kadar fazla feyiz alırsın… Şeyhini ilimde İmam-ı Azam, velayette de kutbul aktab bilmek, tarikat ihlasının adabıdır…

EDEP: Meşayih, insanların evveline, ahirine, zahirine, batınına sahiptir… Baba ve ana hakkı şeriatın emridir. Anan baban seni yüksek âlemlerden bu aşağılık dünyaya getirmeye sebep olmuş ise de, burada seni kendi başına terk etmiş, tekrar Allah’a kavuşturmaya iktidarları olmadan bu berzah âlemine bırakmışlardır. Lakin mürşid hakkı böyle değildir. Mürşid ise ruhun, kalbin, nefsin ve anasırın (vücudu teşkil eden su, ateş, hava ve toprak maddelerinin) amiridir. Onların noksanını giderip Allah indinde makbul etmeye kadirdir.

Daima mürşidine hürmetli ol. Mürşidinin memleketine karşı ayağını uzatma. Oraya karşı tükürme. Arkanı dönme. Kıbleye karşı tazim ettiğin gibi şeyhine tazim etmek, adapta bulunmak edebin hulasa kelamıdır.

TESLİMİYET: Mürşid-i kâmilin hakikati; Cenab-ı Hak azametiyle ete kemiğe bürünüp, mesela mürşid şeklinde sana görünür. Hâlbuki hakikati Cenabı Allah’ın azameti kudretidir.

ŞERİAT: Mecaz olan şeriat şerre götürür. Amma mürşidi olanların hali güzel olduğundan, bu güzellik seni Allah’ın hâkikatında olan güzelliğe götürür… Bu devirde şeriatı ve sünneti layıkıyla tamamlayıp Peygamber Efendimize ve Cenab-ı Allah’a makbul olmanın imkânı yoktur. Tarikatın tavassutu ile bu noksan ikmal edilir…

Şeriat, velayet makamıdır. Onun için, mürşid-i kâmil şeriattır.. Mürşid-i kâmilin kalbinde şeriatın ve Kuran-ı Mübin’in hem zahir, hem de batın manası mevcuttur.. Cenabı Hazreti Allah’ın lütfu şeriatın nimetine tarikatsız malik olunmaz…  

SOHBET: Kalp Allah’ın harika sarayıdır. Kalpten zuhur eden sohbeti Cenabı Allah’ın zatı yapar… Mürşid-i Kâmil’in ruhu Risaletpenah Efendimizin sohbetini celbeder… Mürşid-i kâmil şeriat sohbetini herkese, umuma yapar. Amma tarikat sohbetini iki, üç, nihayet dört müride yapar. Cüz akıl, tarikat sohbetini kavrayamaz. Mürşid-i kâmilin sohbeti Kur’an-ı Mübin’in asıl tefsiridir. Hakikat tefsiri budur.

HATME: Bizim tarikatımızın sıhhati hatme’dir. Bizim tarikatımızın nimeti hatme ile tamamlanır. Hatme, sohbet ve rabıtanın da aletidir. Büyük hatmemizde 360, küçük hatmemizde ise 333 hatim sevabı vardır. Bizim tarikatımızın zikir meclisi hatmedir. Hatmede zikir, fikir, rabıta, sohbet ve türlü nimet mevcuttur.

RABITA: Rabıta Rab’dandır… Kurtuluş, işte mürşidin, rabıtandır… Gaflet, rabıtanı unutmak; sadakat ise rabıtanı unutmamaktır… Mürşidi kâmilin hatırlandığı yerde zerre miktarı, zahir ve batınında, muhalif olmaz. Çünkü onlara Allah, zahir ve bâtınını bildirmiştir.

Mürşidi kâmilin vücudu Rasulullah Efendimizin kabri şerifidir. Hem de bu vücut beytullahtır. Onun için mürşidi kâmilin elinden tutan bir Müslümanın günahı, kul hakkı dâhil affolur

Eğer bir müridin mukadderatı, tarikata hakikaten bağlı ise onun guslünden sonra, o vücutta zamanıyla işlemiş olduğu masiyetten (günahlardan) hâsıl olan zulmeti o su ile birlikte akıp gider. Allah o vücudu temiz, tahir eder. Göbekten yukarısını da Allah boyası ile o vücudu boyarlar (sıbgatullah). Artık o vücut boyandıktan sonra ona hariçten hiçbir şeyin tesiri olmaz. Dâhili de öyle bir hale gelir ki, hariçten iktidar alamaz. El tuttuğun andan itibaren de geçmiş günahların, kul hakkı dâhil, affolmuştur.

Rabıtaya oturduğun zaman da de ki, Şeyh Efendimizin vücudu Ravza-i mutahharadır: de ki Beyt-i Hakikattir. Çünkü insanların zannı nasılsa Cenab-ı Allah nimetini öyle verir. Çünkü bize Allah’ın lütfu mürşidi kâmildir.

Zamana tabi olalım. Sen kendi derununda olan İslamiyet’ini sakla, unutma, Tarikatının şerefini unutma. Her nerede darda kalırsan, düşman karşısına gidersen korkma. Kalbinden , böyle usulca, “Medet ya hazreti pir, medet ya hazreti pir” de.. Onun yüzüne karşı, kalben, “Medet ya hazreti pir” de, ona hiç duyurma. Bu şekilde nefes et onun gözüne. Bu onun gözünü kör eder mutlaka.. Siz Hazreti Pir’i unutmayın, O elini değil, başını uzatır benim sultanım.

Kalbinde bir muhalif hal zuhur ederse yahut senin için zahirde seni fesada verecek bir muhalif hal zuhur ederse efendim, sahibine dayan.. Medet ya hazreti pir, de; aman ya Rasulullah, de; yahut, aman ya Rabbi, de. Bunların hangisi kolay gelirse, gönlünden onu söylemeye devam et. Bunların üçünün de birbirine farkı yoktur.

Mürşidi kâmil müridin miraç merdivenidir… Mürşitsiz müşkül hallolmaz. Bizim bu yürümemiz ile de Allah’a ulaşılmaz. Mürşidin varsa, o senin koluna girip yürümeye iktidarın olmasa da, seni menziline ulaştırır.

Himmet, hizmete rabtolunmuştur. Hizmet şarttır. Hizmet amelen de hizmettir, bedenen de hizmettir, malen de hizmettir, hangisi olsa hizmettir. Hizmet rüyettir.

Evliyaullah daima Allah ile beraberdir. Çünkü Allah, onda calis olmuştur. Cebrail, İsrafil, Mikail, Azrail ve Hızır aleyhiselam evliyaullahın emrindedir. Evliyaullah müridin zahirini, batınını, evvelini, ahirini, derdini, dermanını, vücudunda kaç kıl olduğunu bilir. Allah onlara bildirmiştir. Ona göre halimizi idare edelim şehzadelerim..

Mürşidin bir milyar müridi olsa, hepsi de ayrı ayrı yerlerde bulunsa, mürşid onların her birinin her halini bilir.

Evliyaullah vefat etse yine o nispeti, feyzi müridine adalet buyurur. Mürid ölse de, yine feyzi alır. Müridin terakki, terfii feyiz iledir.

Rabıtası olmayan, rabıtaya münkir olan, ten mezbeleliğine mağlup olan Müslümanlar da zannederler ki, ben de Cenabı Hazreti Allah’ın emir buyurmuş olduğu, vaat buyurmuş olduğu nimetlerine malik olacağım. Hakikat sahipleri buna buyurur ki: Heyhaaat!..

Emin olun, rabıtası olan, Cenabı Allah öyle buyurur, rabıtası olan her halinde felaha dâhildir. Evet, mürşid ile görülen hizmet- bu biraz zahire muhaliftir amma- mürşid ile görülen hizmet insanı irşat eder, şadan eder. İhvanın birisi yemin etti ki “Evet her cigara içende feyz alırım, rabıtayla içerim, hikmetullah, o tütün bana, vücuduma bir safa getirir. Acayip bir muhabbetim olur. Öyle halim olur ki, zannederim ki karşımda hazreti mürşidim cigara içiyor, dahası ben kendimi unuturum benim sultanım.

Yani mürşidi kâmile ettiğin rica Allah’tan başka bir yere gitmez, Allah’ın zatına gider. Çünkü mürşidi kâmil Allah kapısıdır. Biz cemalullahı mürşidi kâmilin yüzünden göreceğiz. Her bir Allah’ın rızasını mürşidi kâmilin rızasıyla kazanacağız beylerim. Mürşidi kâmil, müridin yiyip içtiğine nazar buyurmadan yedirip içirmezmiş. Bazen de müridin damağına lezzet veren bir yemeğe de bir himmetleri olurmuş: O yemeği yemek bir meşakkat olurmuş ki, o yemeğin lezzetinden nefs gıda almasın diye benim sultanım.

Mürşidi kâmil, rabıta nuru ile müridin maneviyatını ihata edince, daha dünyadan, yani topraktan, afaktan, şeytandan, yaramazlar şerrinden bir kötülük aksetmez.

Bir evliyaullahın bir günlük ameli, bir milyar müridi olsa, her biri ömrünün sonuna kadar hep günah işlese, hepsini tartar. Bir evliyaullah, bir nefeste bu mahlûkatın nefesinin adedince Allah der. Onların hiç huzursuz hali olmaz. Onların huzuru bu âleme yeter. Onların nuru, feyzi altı ciheti ihata eder. Onlar göğün direği, yerin mıhıdır. Ama Allah, her şeyi vasıta ile halk eder. Evliyaullahın iktidarı, bu devirde kendinde değil.. Rasulullah Efendimiz ne emrederse onlar o hizmeti görürler.”

“- Müceddid zahirden gelince, dini hükümleri yıkar.

Her şey zamana göredir, bu zamanda zahir adabı kaldırılmıştır.

Seyri süluk kaldırılmış, esasında, ayrı ve özel bir usule tabi tutularak zahir gözünden gizlenmiştir.

Bu zamanda hal gizlenmiştir. Hal idaresi pek çetin olduğundan, pek müstesna bazı ahvalin dışında, kaldırılmıştır.

Bu devirde, evlat ve ailede olan imanı ve tatbiki noksanlıklardaki mesuliyet de kaldırılmıştır. (Bir defa ikaz etme ile devamlı gayret etmek ise şarttır.)

Mehdi hazretlerine asker yetiştirenler bu devrin cihadını yapıyorlar.

Evliyaullahın büyük çoğunluğu Türkiye’dedir.

Bu devir mezhep devri değil, meşrep devridir.”

“Âlimler, mevlit sahipleri, Resulullah Efendimizi methetmişler. Lakin Resulullah Efendimiz onların ifade ettikleri gibi midir? Onlar halkın hazmı nispetinde anlatmışlar. Hâlbuki Risaletpenah Efendimiz, her an Allah’ın zatı iledir, her zaman miraç-ı şeriftedir, benim sultanım.”

“İcazetsiz zikir laklaka i lisandır.”

“Derler ki, şeyhimin eteğinden elimi kesme. Bundan büyük dua yoktur. Çünkü eğer o duan kabul olursa, senin bütün Allah’tan istediğin o duada mevcuttur. Şeyhin senden razı olursa, emin ol ki, senin daha noksanın olmaz.”

“Hikmetullah, zaman öyle olduğundan, senin o şuğül ile çekmiş olduğun tesbihi, senin mürşidin alır velayetine. Velayetinde; kendisinin çekmiş olduğu tesbihin huzuru nasıl ise, o tesbihi; adediyle, tamamıyla, huzuruyla nura, feyze gark eder. Ondan sonra teslim eder Risaletpenah Efendimize. Çünkü Risaletpenah Efendimizin şefaati olmazsa hiçbir şey olmaz, benim sultanım. Bu defa Risaletpenah Efendimiz de kendi nübüvvetiyle o zikrullahı tekmil eder. Cenab-ı Allah’ın yed-i kudretine (kudret eline) teslim der ki, işte Allah’ı satın alacak baha, Allah’ın bahası bu şuğülle çektiğin zikrullahtır, efendi şahım. ‘Fezkuruni’ fermanı ile Cenab-ı Allah’ın: Kulum beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim hali tekâmül ediyor. Böyle böyle Allah’ı satın alacak hazine birikmiş olur, beylerim! Allah cümlemize nasip buyursun.”

Sonuç: İmam-ı Rabbani Hazretleri “Mektubat” isimli ünlü tasavvuf kitabında kendi zamanında vuku bulan bu tür iddialara 217. Mektupta cevap vermiştir. Bu cevap günümüzdeki, yukarıda okuduğunuz, benzer görüş sahiplerine de verilmiş bir cevap ve iman selametlerini koruyabilmeleri için mühim bir ikazdır:

“Tasavvuf yoluna girmek ve bu yolda ilerlemek İslamiyet’in bildirdiği şeylere, kalbin yakın hâsıl etmesi, hakiki imana kavuşması içindir ve İslamiyet’in emirlerini kolaylıkla, seve seve yapmak içindir. Bu ikisinden başka şeyleri kazanmak için değildir. Çünkü Allahü Teâlâ’yı görmek, ahrette vat edildi; dünyada görülmez. Tasavvufçuların müşahede, tecelli diyerek övdükleri görünüşler, zıl/gölge ile avunmaktır. Benzeterek, sanarak, boşuna sevinmektir. Allahü Teâlâ (vara-ül vera)’dır. Yani ötelerin ötesidir. Müşahede ve tecelli dedikleri şeylerin iç yüzünü bildirsem bu yola yeni girenlerin çalışmaktan vaz geçmelerinden, şevk ve heveslerinin gevşemesinden korkarım. Fakat hiç ağzımı açmazsam, bildiğim halde, herkesin yanlış şeyleri hakikat sanmalarına göz yummuş olmaklığımdan da korkuyorum…

Hiç yanlış olmayan, güvenilecek, yalnız Kuran-ı Kerim ve hadis-i şeriflerdir. Çünkü her ikisi de, elbette doğru olan, vahiy ile bildirilmiştir. Yani melek ile indirilmiştir. Âlimlerin söz birliği ve müçtehitlerin içtihadı da, bu iki doğru kaynaktan alınmıştır. İşte, İslamiyet’in bu dört temeli dışında kalan bilgiler, her ne olursa olsun, bu dört esasa uygunsa, kabul edilir. Uygun olmayanlar, evliyanın ilimleri, marifetleri, keşifleri olsa da, kabul olunmaz. Tasavvuf yolunda bulunanların vecd ve halleri, keşf ve ilhamları İslamiyet terazisiyle tartılmadıkça, on para etmez. Kuran’ı Kerim ve Hadis-i şerif miyarıyla yoklamadıkça, kabul edilemez.”

 

-Aforizmalar (28)
SERMAYEM BİTER DİYE KORKMA!
Sağ da sol da üçkâğıtçı adam çok! Bu adamlar, manevi ve maddi değerleri kendilerine bir kez sermaye edinmiş kimseler; dini, imanı olduğu gibi, bilimi, sanatı, felsefeyi ve ideolojiyi araçsallaştırıp ‘sermaye’ olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Bazen sesleri kesiliyor, insan ‘şükür çirkin istismar bitti!’ diye düşünüyor; fakat bir de bakıyorsun istismar yeniden alevlenmiş! Sonuçta görülüyor ki, istismarcıların değerleri sermaye edinmesinin ardı gelmeyecek.
Değerleri kullanarak, siyasi ve parasal rantı nasıl elde ediyor bu insanlar?
Neden toplum bunlara kanıyor? Bu sorulara bir cevap bulma peşinde değiliz, sadece istismarın nasıl işlediğiyle ilgili bir iki örnek verebiliriz. Şöyle:
Sermayeleri bitince, ayarlıyorlar iki bacı bir de hacı, sonra da ‘hacı, bacının eteğinin boyuna karıştı!’ diye veryansın ediyorlar: Alın size siyasi sermaye!
Sermayeleri bitince, buluyorlar bir sakallı, sürüyorlar Atatürk heykelinin üstüne, sonra fiyakalıları konuşturup ‘Atamıza dokundurtmayız!’ kampanyaları düzenliyorlar. Alın size sermaye!
Sermayeleri bitince, Mustafa Kemal’in ailesine ve Anıt Kabrine sırayı getiriyorlar; ileri geri sözler dedirtip; sonra bilim adamı, filim adamı, sanat adamı, kimi ayarlarlarsa artık, verip veriştiriyorlar. Alın size sermaye!
Sermayeleri bitince, buluyorlar bir mağdur kadıncık, sonra üç beş cadıcık, itiyorlar hepsini medyaya. Görün bakalım, kadın haklarını babalar gibi nasıl savunuyor o yiğitler! Alın size sermaye!
Sermayeleri bitince, Maçka parkına yahut Taksim kaldırımına kuruyorlar bir rakı masası, sonra zuhur ediyor meyhane ahalisi, ardından geliyor ‘rakıma dokunma!’ narası. Alın size sermaye!
Bitince sermayeleri, Teşvikiye-Nişantaşı-Cihangir hattında ayarlıyorlar iki ‘nonoş, bir godoş.’ ‘Hayat tarzımız tehdit altında!’ sloganıyla işe girişip bi güzel didişiyorlar! Alın size sermaye.
Türkiye sermaye piyasasında sermaye mi yok; caminin yeri, minarenin boyu, ezanın volümü, eğitim müfredatı, özellikle çoğalan imam hatipler, seçmeli din dersleri, Kuran eğitimi, Arapça okutulması hepsi sermaye.
Kullanılmayan bir değer yok!
Olmadı, geçiyorlar Kurban’a: ‘Sokaklar kan gölü, sokağımızda kurban istemiyoruz!’ kampanyaları düzenliyorlar ve birkaç kişiyi tartıştırıp dini taşlatıyorlar.
Hele Ramazan! Tam bir sermaye! Oruç yiyeni dövüyorlardan bu meyhaneler niçin kapalıya? kadar uzanan kavga atakları, Ramazan ayı mükemmel bir sermaye olarak iş görüyor…
Daha yüzlerce konu, hepsi sermaye!

Sağın da sermayesi boldur; hem dış, hem de iç sermayesi!
Biraz Kudüs, biraz Mescid-i Aksa, biraz Filistin, biraz Afganistan…
Gelir ardından Türkistan…
Dinle, dinlet, ah edip inlet, geçer mi bu illet; iyi sermayedir zillet; sat sat kazan!
Ne ise bitince dış sermaye sıra gelir iç sermayeye: Laiklik, Cumhuriyet, Avrupa yasaları, yılbaşı, yol başı… Söv, say; hepsi sermaye!
Ey değerleri sermaye eden adam!
Sen sürekli, ‘Nasıl kurtulacağız şu gâvurluktan?’ diye yol ara, düşme dara, gelir para.
Hele ihmal edilir mi ilahiler piyasası, ortada bırakılır mı Kuran sedası taliplileri; doldur doldur sat. Al sana sermaye, hem de mübareğinden.
Din, en büyük sermaye! Kullan kullanabildiğin kadar, yakalamaz hiçbir radar!
Tabiatta boşluk yok! Sen kurmazsan başkası kurar ve Allah korusun dini istismar eder, yaa!
Amandır ha! Gençleri başkasına kaptırma, sen kur, şöyle modern bir tarikat, sür genç çocukları piste, disko müziğiyle zikrettir!
Boğaziçi’ne, Layla’ya imrendirme gençleri…
Akıllı ol, modernleş, Layla senleşemiyorsa sen Laylalaş!
Tesettür sektörünü de sürekli güncelle, genç kızlar bahar gibi gözüksün daim!
‘TV’den, gazeteden cihad yapmazsan mesulsün arkadaş!’
Arının bismillah çekerek yaptığı kutsal balı dualarla sat, yanına kanserden koruyan muskayı kat, büyük cihattan hisseni kap!
Her derde deva macun, bilmem… santime kadar uzatan yal, bugünlerde idrara da talep var, velhasıl mebzul miktarda bulursun mal.
Al sana sermaye!
‘Elhamdülillah ne kadar güzel huriler, sultanımızın önünden endam ile yürürler, raks ederek büyürler!’; ‘Cennette zaten hurilerle dans edip şarkı söyleyeceğiz!’ diye propaganda yap; bir de TV kap, kitaplarını ve bilmem nelerini sat!
Al sana sermaye!
En karlı hayır işlerinden biri de durmadan artan yeni bir cemaatte senin peyda etmendir! Saf Müslüman bulur edersin zimmet, yolarsın kazları, adı olur hayra hizmet! Sonra edersin nice vaat; yazarlar sana bir de naat, gelir ardından kat ve yat!
Ondan sonra mavi tura çık, güvertede yat babam yat!
Ama unutma, şezlongda yatana mutlaka laf at!
‘Emri bil maruf nehyi anil münker!’ vazifeni daima yap!
Manevi sermayeden de payını kap…
Uyanık ol! Sen mücahidi ekbersin!
Fonlar, ihaleler zaten senin hakkın, hakkını çiğnetme ‘sakkın!’ ki, bunca yıl onlar çiğnemişti!!!
‘Senin değil mi devletin malı, milletin malı, koruyacaksın tabi!’
‘Bırakalım da gâvurlar mı yesin abi!’
‘Yani!.. Tabi!.. Tabi!.. Sen sermayeyi büyütmeye bak ey adi!’

Velhasıl kardeşim! Samimi insanlara sözümüz yok; fakat öyle bir çağa çattık ki din, iman, ideoloji, felsefe… Sanki de hepsi gitti sefere.
Yahut -sağın solun- her değerini nefsine sermaye etti kefere…
Her yan doldu hergele, meğer Mehdi resul gele de bu dünya düzele!

 

 

AFORİZMALAR (29)
Güneş ölüler için doğmamaktadır!

Güneş ölüler için doğmadığı gibi, yüreğimize benzeyen ve ‘dolu bir hayatla devinip duran dünya’ da ölüler için yaratılmadı; hayat, hayat sahibi varlıkların tekâmülü için yaratıldı.

Kalp rastgele atmadığı gibi, hayatın nabzı da rastgele atmaz, kalbin bir ritmi olduğu gibi, hayatın da bir ritmi vardır. Kalp kanunlara tabi olduğu gibi hayat da kanunlara tabidir. Bu kanunlar, küte pata işlemiyor, saat gibi dakik ve muazzam bir işleyişe sahiptir. Bu ilahi kanunlar, şaheser bir kanaviçe gibi, Allah’ın bir şaheseri olan şu hayatın her noktasında ve kütlesinde hükmünü icra ediyor. Tedricen, biteviye, muazzam bir varoluş…

Bu, öyle bir kanun ki, sebepler fabrikasında, embriyoyu insan ve hayvan, tohumu bitki ve ağaç yapmakta; her hayat yavaş yavaş, derece derece ilerleyerek, muhteşem bir insan, bir hayvan, bir bitki olmaktadır.

İnsan; hilkatin gözbebeği… Hayatın merkezi… Allah’ın ‘kendini kazanan varlık’ olarak tanzim ettiği yekta varlığı. Öyle bir yekta ki, Yaratıcısı tek olduğu gibi o da tektir; bir insandan iki tane yoktur! Bu yekta varlık; yıl yıl, mevsim mevsim, ay ay, gün gün, adım adım, nefes nefes, yudum yudum, lokma lokma, kelime kelime, santim santim ‘kendinden kendine doğru ilerler’; yol alışı ilahi kanunlara uygun her kişi sonunda ‘kendini kazanır.’

Nedir ‘kendini kazanmak?’

Hayattaki büyüme kanununu görmek, kanunun kendisini bir meyve gibi yetiştirmek gayesi güttüğünü anlamak, gayeye uygun yaşamak, kanun koyucuyu ve Onun emirlerini tanımak, Ona kulluk etmek.

Kendini kazanmak! Bu, tarlaya tohum ekip ürün yetiştirmek gibi, emek ister. Kendini aramak insanın mukadderidir. Öğrendiği, tecrübe ettiği, başardığı, başaramadığı kendidir. Şuuruna erdiği her şey kendine dair edindiği şuur demektir.

İnsan hayattan bir şey çalamaz, hayattan bir şeyler alıp öteki dünyaya götüremez. Dış destekler, sosyal faaliyet, aile, eğitim, ticari uğraş, toprak gibidir, insan kendi tohumunu (ruhunu) topraktakilerle büyütür. Nasıl, tabiatta gaye toprak değil toprağın büyüttüğü ise, insan için de dış destekler gaye değildir; dış destekler, insanın kendini kazanmasının imkânlarıdır. Öteki tarafa insan ancak ‘kazandığı kendini’ geçirebilir, başka şeyi değil.

Akıl, vicdan ve his kuvvetleriyle doludur insan. Allah’tan aldığı ruh cevheriyle kendinin farkına varır; kendine dair farkındalığı arttığı nispette de Yaratan’ı bilir. Kendinin farkına varan insan kendini kazanmış biri olarak, kendi kendinin mürşidi ve kurtarıcısı olduğunu da anlar. Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed (sav), Allah’ın emirlerini tebliği ettiler. Eğer hidayet onların elinde olsaydı, yeryüzünde müminlerden başka kimse yaşamazdı. Peygamberler Kuran’ı tebliği etti; her çağda tebliği işiten kendini tabiatta bir çalı olmaktan kurtardı ve kendini kazanabildi.

His mertebesinde yaşayanın duygu, düşünce, tutum ve davranışı aklın ve vicdanın değil hislerin bir yansımasıdır. Nesnelerin hislerle yaptığı alış-veriş kendini tanımanın iptidai bir mertebesidir. Bu mertebede kalan Yaratan’dan ne ‘kendi emanetini şuurlu olarak almış’ ne de emanetini Yaratan’a ‘kazandığı kendi’ olarak götürebilmiştir.

Her insan kendi iradesinin tayin ettiği yoldan yürür. Aklını, vicdanını kullanan, hadiseleri Kuran penceresinden bakıp gözlemleyen, analiz eden, doğruyu ve yanlışı güneş gibi aşikâr görecektir. Görenler, insan olarak doğmuş, fakat hayat mektebinde ‘insan olmuş’ bahtiyar kimselerdir. Cennet de onlarındır. Güneş onların yetişmesi için parlamaktadır. Fakat hayıf ki, modern toplum, ‘Nefis Hapishanesi’ne gönüllü mahkûm yazılmıştır. Kentlerin göz kamaştıran ışıkları altında kendini dış başarıya adamış insanın artık ‘kendini kazanması’ kolay bir mesele gözükmemektedir.

 

-AFORİZMALAR (30)

Bugüne inanmak, fakat geleceğe inanmamak

 

 “Nereye gidiyorsunuz?” (Tekvîr 26)

 “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât 56)

Bugünün nasıl bir yarını varsa, dünyanın da bir ahreti var. Bugüne inan ve fakat yarına inanmayan nasıl aldanırsa, dünyaya inanan ve fakat ahrete inanmayan da aynı şekilde aldanır.

İnsanı dünyada var eden güç, insanı ahrette de var edecektir. Bunu vadetmiştir.

Zâriyât 50’de iman sahiplerine şu talimat verilmektedir:

“O hâlde Allah’a koşun…”

Modern toplum bireyleri gelecek günlerin dünya ve ahret boyutunu bir bütün olarak içine aldığını unutmuş gözükmektedirler. Kitleler, dev anakentlerde, günlük yaşamanın derdine düşmüş, bu yolda koşup durmaktadırlar.

Zamanımızda şu temel dinî soruyu kendine soran insan sayısı gittikçe azalmaktadır:

“İnsan varlığının baş amacı nedir?”

Bu tür sorular dinî ve felsefî sayılıyor ve önemsenmiyor.

Oysa yılın 365 günden oluşan nasıl bir takvimi varsa, dünya ömrünün de bir takvimi var. Bir insanın hayatı nasıl sona eriyorsa, dünyanın hayatı da sona erecek.

Çünkü ikisi de mahlûk!

Yarın bilincini yeniden kazanmalıyız.

Çünkü gerçekten bu son çağ olabilir!

Gelecek bilincini kaybeden insanlar, kul olmak yerine, Tanrı olmak istiyor gözüküyorlar:

Layüsel kimseler!

Bilim, teknoloji, zenginlik insanı dünyaya çiviledi!

İnsan yaptıklarına bakıp neler neler yapabileceğinin hırsına kapıldı.

İnsan artık layüsel bir varlık gibi davranmaktan vaz geçecek gözükmüyor.

Ne var ki, zamanın bir diğer adı olan tarihi yaratan Allahü Teâlâ’dır.

Hazreti Muhammed (sav) ile dinler tarihi sona erdi.

Şeriat tamamlandı.

İman, ümit ve amel-i salih yolu ise kurtuluş yolu olarak açıktır; insan geleceğini kurtarabilir.

Layüsel kimseler bilmese de, kontrol Rabbimizdedir, onların inanıp inanmamalarının bir önemi yoktur, onları bugün var eden, onları yarın da var edecektir.

Herkesin ne olacağını ve ne olduğunu göreceği gelecek gün ise yaklaşıyor.

Modern toplumun, geleceğe inananı da inanmayanı da ahret yokmuş gibi davranıyor!

Haliyle bunu istemedikleri için Kuran insan hayatına yön vermiyor.

İncil ve Tevrat da öyle!

Allah’a kulluk önemsenmiyor…

Tüm dünyada gelecek/ahret için yaşayan insan sayısı çok azalmış durumdadır.

Layüseller menfaat danasının önünde yirmi dört saat ubudiyet ayinleri yapıyor.

İsa’yı bekliyor kilise…

İsa’yı bekliyor cami…

Zaman çok hızlandı! Sahnenin kapanması için herkesin acelesi var!

Beklentiler genellikle sonuç doğurur…!

Bu kaotik ortamda durup her Müslümanın kendine şu soruyu sorması lazım:

Benim hayatıma yön veren nedir?  

Cevap ‘Kuran’ değilse, kişi gelecek/ahret tasavvurunu kaybetmiş demektir.

Gelecekte bizi neyin beklediğiyse bildirilmiştir.

Sonsuz hayatı önemsemeyenleri Allah da önemsemeyecektir.

Zaman, Kuran merkezli yaşanmıyorsa, yitiktir!

Yitik zamanların halkları da yitiktir!

Allah’ın vaatleri yitik zamanların halkına cazip gelmiyor; gelse camiler ve kiliseler insanlarla dolardı!

Dolmuyor!

Hâlbuki an’ı gelecek için yaşayanlar, her iki âlemin mutlu insanları olabilir ancak.

Ellerimizle, inanmadığımız yahut inanıp da umursamadığım geleceğimizi inşa ettiğimizi keşke bilsek!

Derin hayal kırıklıkları yaşamak istemiyorsak, hayatlarımızı Kuran’la biçimlendirmeye mecburuz.

Biz, layüsel değiliz!

Layüsel olan Allah’tır.

Geleceğe inana ve geleceğe hazırlanan insanlar, sağlam ve güvenilir insanlardır.

Geleceğe inanmayan insanın bedeni sağlam olsa da ruh sağlığı bozuktur.

Geleceği olmayanın umudu da olamaz.

Batı da psikiyatrların sayısı bundan dolayı da artıyor olabilir!

Bugünden sonraki yarın nasıl yakınsa ahret de öylece yakındır.

Bugünden sonraki yarının gelişini önleyebilir miyiz?

Geleceğin/ahretin, gelişini de önleyemeyiz!

“Size vadedilen mutlaka gelecektir; siz bunu önleyemezsiniz.” (Enam 134)

“Göklerde ve yerde olan herkes istisnasız, kul olarak Rahman’a gelecektir.” (Meryem 93)

Gelecek inancı olmayan bir insan neden kontrollü bir hayat yaşasın?

Dünya, azgın erkek ve azgın kadınlarla dolu!

Geleceğe inanmayan insanlar, yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını sanıyor.

“Bu böyle; ama azgınlara kötü bir gelecek var.” (Sâd 55)

Geleceğe dikkat eden ve geleceğe bugünden hazır olanlara ne mutlu.

Çünkü her an ölüm gelebilir ve insan her an geleceğe geçebilir.

“Bunların hepsi de kıyamet gününde O’nun huzuruna tek başına gelecektir.” (Meryem 95)

“Kıyamet günü mutlaka gelecektir. Herkes peşine koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye…” (Tâ-Hâ 15

“Kıyamet günü mutlaka gelecektir, bunda hiç şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar.” (Mü’min 59)

“…Allah kabirlerdeki kimseleri diriltip kaldıracak.” (Hac 7)

Geleceğe inanmadan kişi nasıl saf, temiz, sabırlı ve sevinç içinde yaşayan bir insan olabilir?

Geleceği olmayanın yüreğinde iman gücü ve iman aydınlığı olabilir mi ki?

Ah bir bilsek! Geleceği olanların bugünleri lehlerine, gelecek münkirlerinin bugünleriyse aleyhlerine muhasebe kaydı oluşturmaktadır.

Nasıl dünya ve uzay yönetiliyorsa insan da yönetiliyor.

İnsanı ve tüm varlığı yaratan ve yöneten Rabbimizdir.

Her şey O’nun istediği gibi olmaktadır ve olacaktır.

Gelecek, gelecektir.

Ona, geleceğe/ahrete hazırlanmak için buradayız.

“O, insanların geleceklerini de geçmişlerini de bilir. Onların ilmi ise bunu kapsayamaz” (Tâ-Hâ 110)

“Kim Allah’a kavuşmayı umarsa bilsin ki Allah’ın tayin ettiği o vakit elbet gelecektir. O, her şeyi işiten ve bilendir.” (Ankebût 5)

“İşte bu, bir hatırlatmadır. Doğrusu Allah’a karşı gelmekten sakınanlara güzel bir gelecek vardır.” (Sâd 49)

“İşte o, kesin olarak gelecek gündür. O halde dileyen Rabbine varan bir yol tutsun.” (Nebe 39)

AFORİZMLAR (31)

Eleştirme beni, yerim seni!

Aliya Izzetbegoviç’in bir sözü facebook ve twitter ortamında sıkça yayınlanıyor. Aliya’ya atfedilen söz şu: “Ben olsam, Müslüman Doğu’daki tüm okullara ‘eleştirel düşünme’ dersi koyardım.”

Akıllı adamların dalkavukları değil münekkitleri vardır; akıllılar bilir ki, eleştirici aptallaşmış zekâyı harekete geçiren en etkili hizmetkârdır. Herhangi bir konuda kendini çıkmazda hisseden kişinin ümit bayrağını dalgalandıran eleştiri rüzgârından başkası değildir.  

İleri süreceğimiz şu yargı belli bir gerçekliğe sahiptir: Gelişmiş ülkelerin başarılarını temin eden etkili uyarıcıların başında eleştiriye açık olmaları gelir. Geri kalmış ülkeler ise, eleştiriye açık olmadıklarından, saplandıkları çamurdan çıkıp ileriye gidememektedirler. Bu yargı belli bir doğruluğa sahipse, Aliya’da, tespitinde haklıdır.

İnsanlar, farklı kabiliyetlerde yaratılmıştır. Bu, insan aklının da çeşitliliği demektir. Haliyle insanı sürekli ileri taşıyan ve geleceği hayal ettiren bir amacı vardır. Her kabiliyet, geleceğin bereketli tarlasında bir tohum gibi yeşermeyi arzular; bu, fıtrî bir temayüldür. Bu fıtrî temayülün ortaya çıkmasını engelleyen ise eleştiri yokluğudur.  

İnsanlara farklı yetenekler verilmiş olması bize şunu da göstermektedir: İnsan, sürekli ilerlemeye mecburdur; çünkü potansiyeli bunu ona emrediyor. Hayvanlarda böyle bir istidat yoktur. Arı on bin yıldır aynı şekilde bal üretmekte, aslan on bin yıldır aynı tarz da avlanmaktadır. Hayvanlardan sürpriz bekleyemeyiz; onlar belirlenmiş amaçları gerçekleştirir; sadece insanın ufku açık bırakılmıştır; sürprizler yapmak insanın hakkıdır. İnsandır ki, her çağda yeni bir âlem kurmakta ve gelecek yüz yılın tohumlarını da hayal, proje vb. şekillerde hazırlamaktadır.  

Eğer, insan eleştirel akla önem vermezse, bir çeşit hayvanlaşır! Hatta hayvandan daha basit bir düzeye iniverir. Hayvan, belli bir gayeyi fıtrî olarak gerçekleştirir, amaçsız, yani eleştiriden mahrum bırakılmış insan ise, toplumun sırtında bir asalak gibi yaşar.

İlerleme ve değişim insanın kaderidir; bu, durdurulamaz. Arıyı bal yapmaktan men edemeyeceğimiz gibi, insandaki ilerleme ve değişim isteğini de yok edemeyiz; ancak, bunu eleştiriyi ortadan kaldırarak engelleyebiliriz! İşte İslam toplumu, uzun yüz yıllardır, eleştiriye izin vermeyerek, geri kalmayı becermiştir!    

Tenkidin önemi      

Fatih Sultan Mehmet’i, Abdülhamit Han’ı, Atatürk’ü yahut Erdoğan’ı, Kılıçdaroğlu’nu, Bahçeli’yi, Perinçek’i, Apo’yu, Fetö’yü eleştiremezsiniz; şeyhi, profesörü, öğretmeni, memuru, gazeteciyi, yazarı-çizeri eleştiremezsiniz; anayı-babayı, evladı eleştiremezsiniz! Niçin eleştiremezsin? Çünkü onlar, din adına, ideoloji ya da kanun adına âdeta layüsel kılınmıştır! (Cemaat içinde eleştiri yapılabilseydi ‘Gülen, FETÖ’ye dönüşebilir miydi!?)

Eleştiriyi tam olarak anladığımız söylenemez.  ‘Ben herkesi eleştiririm, arkadaş!’ diyen kimi insanlara kulak vermek istiyorsunuz. Eleştiri yerine küfür dinliyorsunuz: Onun anası böyle, bunun babası şöyle, o şunu çaldı, bu bunu kaptı, o şunla yattı bu bunla kalktı! Bu türden eleştiri çamuru çiğnemek ve bataklığı büyütmektir. Günümüz şarkı budur. Şarktaki, mazi eleştirisi de maziye sövmek olarak algılandı; içimizden, sövdüğü şahsı ya da sövdüğü devri, bilimsel ve objektif davranarak eleştirebilen insan nadir olarak çıkmıştır. Haliyle şark ilerleyememiştir! (Cemil Meriç’in Jurnalleri ve diğer kitapları eleştirinin nasıl olması gerektiğini öğreten örnek bir okuma başlangıcı olabilir.)

 Şarkta, toplumlar, eleştirilemez kişi ya da inançların arasında taksim edilmişlerdir. Ömer’i tenkite hazır dili ve kılıcı gizleyerek, ulü’l-emre itaati farz kılan kurnaz şark, siyasi ve dini şeflerin sultasını bugün de üzerinden atabilmiş değildir. Düşünmeliyiz; her şahsın ve her devrin eleştirisi objektif olarak yapılmadan toplumun sağlıklı milli bir bünyeye ve umut veren bir geleceğe sahip olması nasıl mümkün olabilir?

İslam dininin; ‘İki günü birbirine eşit olan ziyandadır!’; ‘Günün muhasebesini yapmadan uyumayınız!’ vb. ilkeleri, kişisel ve toplumsal eleştirinin önemini vurgular. İnsandaki nefs mertebeleri de eleştirel mertebelerdir. Mesela kötülüğü, çıkarcılığı, arzuperestliği, tembelliği temsil eden ‘nefs-i emmare’ mertebesi (ki, bu mertebe şarkta nerdeyse tüm kitleyi içine almaktadır), ancak, bu nefsin eleştirilmesiyle, ‘nefs-i levvame / kendini kınayan nefis’ mertebesine kişiyi yükseltebilmektedir. (Nefsin yedi mertebesi var. Her mertebe, bir önceki nefsin eleştirisiyle elde edilmektedir.) İnsan, kişisel eleştirisiyle kendini kınayan nefis mertebesine çıkabilirken, bu ilkeyi yerine getirmeyen Müslümanların, sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel hayatlarında, büyük inkılaplar beklemek, hele ‘İslam Medeniyeti’ kurmak gibi, iddialar ileri sürmek, ahmaklıktan da öte kalp ve akıl körlüğüdür.

Eleştirinin olmadığı yerde din de akıl da dejenere olmaktan kurtulamaz. Eleştirel akıl geri gelince onun din ve akıl adına açacağı yol, kulların değil, Hakk’ın ve hukukun üstünlüğü yolu olacaktır.  (Hukuk; insanın hakkını ve şahsiyetini korur; kime karşı korur? Başta şeflere, krallara, liderlere, ideolojilere vb. karşı.) Eleştirel aklın öncülüğü kabul edilir ve tahammül gösterilirse, toplum köklerinden yeni bir medeniyet tohumu tasavvur edip gerçekleştirme çabası içine girebilir. Müslümanlar, eleştirel akla geri dönmedikçe, artık bir daha İslam Medeniyeti kuramayacaklardır.  

Bir toplum, eleştiriye tahammülsüzse -ki, biz millet olarak öyleyiz, şarkın diğer milletleri de bizim gibidir!- orada çoğalan riyakârlık, yalancılık, küfürbazlık, cahillik, suç gibi menfi hallerdir. Şarklı gençlerin yükselen paradigması; ‘yaşama sevincini kaybetme: Ye-iç, gez-toz, seks yap, maça git, bara takıl, kahvede otur, ot kullan, sarhoş ol, alkol ve nikotin kok!..’; bunun bir ileri versiyonunu ise, ‘evlenme, yuva kurma, çocuk yapma, zengin ol ve yaşa!’ şeklindedir.

Şarkın siyasetçi ve aydınları, yüz yıl önce, bu kötülük tohumlarını ektiler, bugün yetişenler, dün ekilenlerden öte bir şey değildir. Doğru bir ekim yapmadığımız ortada; madem gelişme ve değişim kaçınılmazdır; müspet bir gelişme ve değişim istiyorsak, Batı medeniyetinin araçlarını da kullanarak, kendi köklerimizi sulamak ve eleştiriyle tarlamızı çapalamak gerekir. Bunu yapmaya başlarsak, yeni bir İslam Medeniyeti tasavvuru kurmak hakkımız olabilir.  

 

-AFORİZMALAR (32)
Rüzgâra direnen ağaç, kırılır!

Evin bahçesinde oturuyordum, birden kuvvetli bir rüzgâr çıktı. Kalkıp eve girdim ve salona giderek pencere kenarında oturdum. Bahçedeki iri kıyım ağaçlar, bodur bitkiler, güller ve çiçekler ile çubukla desteklenmiş domatesler, rüzgârın şiddeti önünde, tabiri caizse, yeri öpüp kalkıyordu. On-on iki metre yüksekliğe kırk santimi aşkın bir çapa ulaşmış ladin ağaçları ve evin önündeki sarıçamlar, rüzgârın gücüne çaresizce teslim olmuşlardı.

Düşündüm; dünyadaki siyasi, ekonomik, kültürel vb. etkiyi, büyük devletler, özellikle Amerika gerçekleştiriyor. Mesela Amerika rüzgârsa diğer devletler, bahçenin bitkileri konumunda kalıyor. Bahçe, rüzgârın etkisine karşı koyamadığı gibi, dünya da Amerika’nın estirdiği rüzgâra karşı koyamıyor; etkilenme kaçınılmaz bir şekilde gerçekleşiyor.

Bahçe, rüzgârın üflemesine göre, çeşitli yönlere yatıp kalkmaya mecburdur ve bu akıllıcadır. Eğer bahçedeki bitkiler, rüzgârın kuvvetine direnseydi belki de bitkiler kırılıp dökülecekti! Bitkilerin rüzgârın, esme yönüne uyarak, sağa sola yatma refleksi yahut tabii siyaseti, tabiatın bize öğrettiği bir var olma biçimidir. Bu, üzerinde derin düşünmemiz gereken bir varoluş sırrıdır.

Bu sırrın örtüsünü birazcık açtığımızda karşımıza hemen şu çıkmaktadır: Kuvvetin kadar etkiye sahip olabilirsin; iktidarın, gücünle orantılıdır. Siyasi, ekonomik vb. rüzgârlar karşısında üretilen uyum enerjisi, rüzgâra karşı gösterilen takat ve rüzgârla bütünleşme becerisi, varlığı yahut iktidarı sürdürmeyi mümkün kılmaktadır. Rüzgâra direnen, kırılır!

Rüzgâr olmanın sırrı nedir?.. Hangi ülkenin ve bireyin ‘etki alanı’ varsa o ülke yahut o birey, belli bir rüzgâr üretmektedir. Bu, şu demektir: Bilim, teknoloji, sanat ve kültür üretimini elinde tutan ülkeler ve bireyler, etki derecelendirmesi yapabileceğimiz rüzgârlar mesabesindedir. Bu ülkelerin ve bireylerin rüzgârları her ülkede esmekte ve o ülkeleri etkilemektedir.

Bahçedeki her bitkinin dış şartlara karşı nasıl davranacağıyla ilgili bir potansiyeli olduğunu da görüyoruz. Çevreye uyumu sağlayan bu, fıtri yahut tabii kültür, bitkilerin ayakta kalmasını sağlamaktadır. İnsanlar ve ülkeleri de dünyanın ve sosyal çevrenin bir parçasıdır. Muhtelif yönlerden esen rüzgârlara karşı salınarak karşı durmak, rüzgârın etkisini yönetmek, tabiat için fıtrî insan için aklî bir zorunluluktur. Rüzgâr etkisinin karşısında duran koca dağların aşındığını görüyoruz, fakat rüzgârların karşısında salınımı öğrenmiş küçücük otlardan devasa ağaçlara kadar hepsi ayakta kalmayı başarmaktadır.

Sonuç: Rüzgâr örneğini, ülkeler ve insanlar bazında, etkileyenler ve etkilenenler, şeklinde genel bir tasnife tabi tutup değerlendirebiliriz. Etkileyen ülkeler yahut bireyler, rüzgârları olan ülkeler ve bireylerdir. Rüzgârlar, esme şiddetlerine göre çevrelerini etkiler; bu, tabiidir. Rüzgâra direnmek yerine, rüzgârla birlikte hareket etmek becerisine sahip olmak, tabiatın bize öğrettiği ayakta kalma yöntemidir.

 

AFORİZMALAR  (33)

Eti hazmediyoruz, fakat bilgiyi!..

Eski tıpçılar yiyip içmenin ve hazmın dört aşaması olduğunu ifade etmişlerdir: Cazibe gücü, Mumsike gücü, Mugayyire gücü ve Dâfia gücü. Cazibe gücü, yiyip içme isteğidir; etten sebzeye, elmadan çileğe, sudan hazır içeceklere kadar. Mumsike gücü; yiyip içilenlerin –besinlerin- korunması demektir. Normal her mide cazibe gücüyle elde ettiği besinleri koruma altına almaktadır. Mugayyire gücü, midede koruma altına alınan besinlerin işlenmesi sürecini yönetir; hazım sürecindeki ince işlemler bu aşamada gerçekleşir. Dâfia gücü, son aşamadır; midede işlem gören besinler, bu aşamada ilgili organların ihtiyacına göre dağıtılır. Bu noktada vücudun ihtiyacı olmayan kısımlar idrar ve gaita olarak dışarı atılır. İnsanın büyümesi, günlük aktiviteler gerçekleştirmesi, hayatın devamı bu dört gücün yönettiği yolların açık olmasıyla mümkün olmaktadır. Fizikî yapıyı ayakta tutan bu sistem, hayvan ve bitki dünyasında da benzer bir şekilde çalışmaktadır. Cazibe gücü, Mumsike gücü, Mugayyire gücü ve Dâfia gücüne, canlı dünyasının ortak sistemi denilebilir.  

İnsanın maddî varlığı gibi bir de manevî varlığı vardır. Maddî varlığı, yukardaki tabii sistemle ayakta durmaktadır. Akıl, kalp, hafıza, muhakeme vb. ruhî yapı için de Cazibe gücü, Mumsike gücü, Mugayyire gücü ve Dâfia gücü söz konusudur. Fakat fark şudur: Bu dört güç, maddî yapıda tabii bir şekilde, âdeta kendi kendine çalışırken, manevî yapıda, insanın iradesine tekabül etmektedir. İnsanın eğitim süreci iradî bir süreçtir ve Cazibe gücüne tekabül eder. Okuyup yazmak, araştırmak, incelemede bulunmak, bilim-teknik üretmek, otomobil yahut gökdelen inşa etmek,  ibadet etmek, ya da resim yapmak, müzik dinlemek, şarkı türkü söylemek, bir müzik aleti çalmak vb. iradî faaliyetler insanın manevi yapısını meydana getirir.

İnsanın manevî yapısı maddî yapısı gibi sürekli beslenir. Metodik eğitimin dışında insan asıl aile ve sosyal çevreden manevî yapısını edinir. Ana dil, kültürel yapı bu şekilde kazanılır. Şunun farkında olmak gerekir ki, manevî yapının gelişmesi insandaki hayvanî olanla, asıl insanî olanı, -ruhsal yapıyı- ayırır. İnsan, manevî yapı ile insan olmakta, hayvan ve bitki âleminden ayrılmaktadır. O halde şunu ileri sürebiliriz: Manevî yapı gelişmediğinde insan, hayvan ve bitki mertebesine yakındır. Bilgi; insanın duygu, düşünce, tutum ve davranışında değişim meydana getirmiyorsa, cazibe gücü var, fakat diğer üç aşama yok, denilebilir. İnsan iradesini ortaya koymadığında manevî yapısını geliştirip erdem ve ahlak sahibi biri olamayacak, mertebesi hayvana yakın bir mertebede kalacaktır.   

-AFORİZMALAR (34)
SOSYAL MEDYA CAHİLLERİ

Eski insanlar, okuryazarlığı, bilmenin, bilginin temeli gördüklerinden, okuryazar değillerse, kendilerini cahil saymıştır. Bizzat şahidim; okur-yazar olmayan kimi kadın ve erkek mahcubiyet içinde, ‘ben okuryazar değilim, cahilim!’ derdi. Artık herkes okuryazar; peki, herkes okuryazar olduğuna göre artık cahillik ülkemizden silinip gitti, denilebilir mi? Sözlükte cehalet; bilmemezlik, bilgisizlik, deneyimsizlik ve toyluk olarak tanımlanmıştır. Bu tanım, dolaylı olarak, okuryazarlığı, bilmenin, haliyle cehaleti yenmenin temeli olarak göstermektedir. Ne var ki, sosyal medyadaki kimi tutum ve davranış, duygu ve düşünceyi açığa vurma biçimi, kişi okuryazar kimse olmasına rağmen, cahilce kabul edilebilir gözükmektedir.

Okuryazar cahilliğinin açık biçimde gözüktüğü yerlerden biri sosyal medyadır. Facebook ve twitter gibi ortamlardaki paylaşımların bir kısmını cahilce yapılmış paylaşımlar olarak kabul edilebilir. Örneğin dini, milli, ideolojik, felsefi, ticari vb. paylaşımlar birer bilgi alışverişi mesabesindeyken, özel ve mahrem şeyleri yayınlamak bir cehalet izharı sayılmalıdır.

Özelin ortadan kalkışı: Özel; kişiye özgü, herkesi ilgilendirmeyen şeyler, demektir. Ölmüş yahut sağ, kişinin yahut yakını kimsenin fotoğrafları kişiye özgüdür, herkesi ilgilendirmez. Hele hasta insanları çekmek, vefat etmiş kişileri yayınlamak, eşi, kızı, gelini doğum odasında yahut hasta yatağındayken göstermek, serum takılmış, acil servisinde yatarken ya da ameliyata girerken, çıkarken çekilmiş fotoğrafları neşretmek; ‘yakınım biraz sonra ameliyata girecek, dua edin!’ karelerini paylaşmak; havuzda, hamamda, kaplıcada, plajda, barda, gazinoda, düğünde, dernekte yahut camide vs. çekilmiş fotoğraflar, videolar, kişinin özelidir, herkesi ilgilendirmez. Kişinin özelini paylaşması, bu yolla insanları meşgul etmesi ve daha başka sonuçları itibariyle yapılanın bir cehalet arz etmek olduğu kabul edilmelidir.

Mahrem ve ar duygusunun yıkılışı: Mahrem ve ar; başkalarının duymaması, öğrenmemesi gereken hususları ifade eder. Dini ve ahlaki birer kavramdır mahremiyet ve ar duygusu. Mesela eskiden anneler, gelinler, namahreme karşı yüzlerini yaşmakla örterdi, aksi arsızlık kabul edilirdi. Erkekler, kimsenin kadınına, kızına bakmaz, yanından bir namahrem geçiyorsa bakışlarını ya yere indirir ya da başka yana çevirirdi; aksi, arsızlık sayılırdı. Şimdi mahremin ve ar duygusunun neye tekabül ettiği anlaşılamamaktır. Müslüman oldukları halde, genç çiftler, ellerinde bira şişeleri barda çekilmiş ya da bikiniyle plajda çektirdikleri fotoğraflarını sosyal medyada yayınlayabiliyorlar! Durumlarında ayıp bir şey görmüyor, kendilerini mutlu hissettikleri anlarına başkalarının vakıf olması, bilakis onları mutlu ediyor. Tesettürlü genç kızlar, mankenvari giyinip kuşanıp, cilalanıp boyanıp, öz çekimlerini onlar da tepe tepe sosyal medyada yayınlıyor; böyle yaparken mahremi ve ar duygusunu ihlal ettiklerini onlar da düşünmüyor. Sosyal medyaya yansıyan bu tür haller, modern zamanların birer cehalet örneği kabul edilmelidir.

Duanın içinin boşaltılması ve riya: Dua; Allah’a yalvarma, Allah’tan yardım dilemedir; dua, kişinin en özel anıdır. Müslümanlar, artık sosyal medyayı dualarına aracı etmektedir. Kerli ferli insanlar, akademik unvan taşıyan kimseler bile, sosyal medyaya dua metinleri yazıyor! Kimi de cehaletini o dereceye taşıyor ki, bir de yayınladığı dua metninin grafiğini çeşitli objelerle güzelleştiriyor! Allah’ın dikkatini çekmek (!), dualarını görüp okumaya ikna etmek, sosyal medyada kendilerini takip ettirmek (!) için, ellerinden geleni yapıyorlar! Herhalde bu da cehaletin katmerli bir derecesi olmalı. Sosyal medyada Allah’a hitap ederek dua yayınlamak riyakârlığı da içinde taşımaktadır! Riya, bunun neresinde? denilebilir. Riya; iş, söz ve davranışta gösterişe yer verme, bir iyiliği veya salih bir ameli Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle değil, insanların beğenisi için yapmak demektir. Sosyal medya duaları gerçekte kimin için yazılmaktadır; kimin için dua metni süslenmektedir; dua az beğeni aldığında kişinin canı sıkılmakta mıdır?! Kişinin farkına varmadan riyakâr veya mürai durumuna düşebileceğini görmemesi de bir cehalettir.

-AFORİZMALAR (35)İlerleme! Nereye kadar?

Kendini aklî bir sistem olarak lanse eden modern sistem insanı neden kurtarıp özgür kılmak istiyor?

Cevap şu: Ruhundan! Manevî ve aşkın yanından. İnsanı sadece beden kılmak, ruhunu ona inkâr ettirmek ya da unutturmak. Onu manevî olandan soyundurup bir üret-tüket mahlûku veya nesnesi kılmak. Yüzeysel bakınca uygarlığın bu seviyeye yükselttiği insanların daha üstün bir konum elde ettikleri ve refah toplumu (üret-tüket) bireyi olmayı başardıkları yadsınamaz bir gerçeklik kazanıyor. Bu tür bir ilerleme insanlığı en nihayetinde nereye ulaştıracaktır?

Bu soruya ‘modern toplum, uygarlık yahut aklî sistem nedir?’ sorusuna cevap vererek bir tasavvur ortaya konulabilir. Bir sürü söz söylemeden sonucu söylersek, uygarlık teknolojinin bir ürünüdür. Teknoloji uygarlığı insanı kendisine tabiri caizse kul yapmak istemektedir. İnsanı ve onun sosyal yapısını değiştirip dönüştüren teknolojidir. Maneviyatı bir yana koymadan insan teknoloji medeniyetine yahut aklî sisteme tam olarak uyum sağlayamaz. Gerçek bir modern birey olmak, insanda beden dışında bir yapının varlığını görmezden gelmek yahut tamamen reddetmekle mümkündür.

İnsanda aşkın bir yanın varlığına inanmak, manevî alanı aklî alanın yanına koyacağından, modernin bütünlüğü bozulacak ve sisteme uyum sorunları ortaya çıkacaktır. İlerleme ilkeleri buna izin veremez! O halde ücretli çalışma hayatı ve sağlık hizmeti gibi güvencelere sahip emeklilik sistemi, aklî sistemin temeli olarak, güçlü kalmalıdır -ki, teknolojiyle sağlanan değişim ve dönüşüm-, insanı ruhundan, ahlakî değerlerinden, ahret inancından uzak tutabilsin; insan sadece beden kalabilsin; insanın sisteme bağlılığı ve bağımlılığı, kuşatılmışlığı, durdurulamaz gerçekliği olarak sürüp gitsin.

Teknolojiye daha fazla bağımlılık ve teknoloji tarafından daha derinden kuşatılmışlık, bedenin ruhla ilişkisini asgari düzeye indirmiş aklî sistemin en ‘iyi’sidir. Bundan daha iyi ne olabilir!? İnsanın beden varlığı ilk kez bir sistem tarafından, -doğumundan ölümüne-, güvence altına alınmıştır. Fakat bedeli kişinin ruhunu inkâr etmesi ya da ruhuna ulaşmasına engel olacak şekilde bilinç değişimini içselleştirmesidir. Aklî sistemin sağladığı güvencenin bedeli budur!

İnsanı sadece bir beden olarak gören aklî sistem onu akıllı telefonları, televizyonları, internetleriyle meşgul ederken evini otel, mabedini turist ağırlama tesisi, sokağını mabet kılmış; gezip görmeyi ise insan için olabildiğince kolaylaştırmıştır. Gökyüzü, her an kıtalar arasında ticaret ve haz için beden taşıyan binlerce uçakla dolu durumdadır.

 

İyi ve kaçınılmaz olan uygarlığa doğru ilerlemek ve onu aşmak, insanlık yahut Müslümanlar için en nihayetinde nedir? Bu çizgide ilerlemek ve Müslümanları Allah’tan uzaklaştıran bir kültürün parçası kılmak, bu yalana imanı ve ahreti satmak değil midir? Küresel etkilerini görüyoruz ki ilerleme pozitif değil, negatiftir; imar edici değil, yıkıcıdır. Allah’ın yarattığı evrende ‘insanın yarattığı’ uygarlığa kulluk, gerçekte parasal güvencelerle sağlanmış, yalana kulluktur.

Gerçek ise şudur: Gelecekte Allah’ın şu sözü işitilecek: “O gün onlar ortaya çıkarlar. Hiçbir şeyleri Allah’a gizli kalmaz. Kimindir bugün mülk/saltanat? O, Vahit ve Kahhar olan Allah’ın!” Zihinlerini ve bedenlerini yalana satanlar bilmelidirler ki geçmiş, hâl ve gelecek, Allah’ındır; ahrete uzanan gelecek, ne yakın geçmişe ne de uzak geçmişe benzemeyecektir; mülk kiminmiş, kimi dinlemek, kime itaat etmek gerekirmiş, her insan bilecektir. (M. Talat Uzunyaylalı)

-AFORİZMALAR (36)

Seni obez seni!

‘Feyzullahı’, Allah’ın bolluk ve bereketini, yanlış anladın; kutulu portakal, kayısı, İskender kebap şalgam suyu ya da çoluk çocuğunla AVM’lerde yemek için sıraya girdiğin yüksek kalorili fast food ve gazlı, şekerli içecekler sandın, afişlere kandın, sonunda yandın; şimdi bir obezsin!

‘Feyzullah’ı yiyip-içmeye indirgeyince bu gafletin sana pahalıya mal oldu.  Elinden tutup gezdirdiğin torununun karnı senin şişmiş altı top hacmindeki sevgili karnın bir benzeri!

Karınları adımlarından önce giden müminlerin ‘feyzullahı’ anlamadıklarıysa açık. Feyzullahı eski Müslümanlar ilim, irfan, ihsan, fazıl, kerem, manevi bilgi olarak biliyordu. Bu yüzden âlime-şeyhe, tekkeye Mekke’ye, camiye mescide, samimi gidiyordu.

Hele bak ki şimdi ne oldu? Bedenin de şişti nefsin de; ikisi de obez. Fırın, manav ve kasap üçgenine hapsolunca fani varlığın, hele ramazanlarda pastırma ve sıcak ekmek kuyruğunda saadetli zamanlar geçirince mübarek nefs-i şerifin, ibadetten de hoşlanmaz oldu. İki rekât Cuma namazı, on beş dakika Teravih ileri dindarlığın için kâfi geldi. Teravih sonrası husule gelen derin yorgunluğun için de tabi semaver çayı içmeye gitmek veya çadırlara yetişip mübarek ilahileri dinlemek yahut eve varıp fındığın fıstığın yanına çöküp, inlemek, pek feyizli bir kulluk olarak obeziteni teskin etti.

Din, namaz, oruç, haç, ramazan… ne için? Hepsi de manevi gıda. Bedenin maddi şeyleri yiyip içmeye ruhun da manevi gıdalara ihtiyacı var. Biri var diğeri yoksa orada obezlik vardır. Kalbini ve kalıbını dengede tutmak için biraz derin düşün ve biraz derin kımılda!

Müminin bir kalbi var bir de kalıbı. Feyzullah yani ilim, irfan, manevi gıda yoksa kalp ne Kuran’dan ne de Hz. Muhammed (sav)’in nurundan gelen ilham ve ilimle beslenemez ve obezlikten neşet eden karanlığını silemez. Kuran, Allah’ın sunduğu manevî feyiz ve lütuf; bir nur-i ilahi. Allah’ın lütuf ve ihsanının bereketiyle, nurunun aydınlığıyla kalp kalıba direnebilir ve kişi obezlikten kurtulabilir.

Bakma, gör! Allah (cc) tabiatı kalıp için yarattı, Kuran’ı da kalp için indirdi. Hazreti Muhammed (sav)’i feyzullaha büyük bir muallim ve sözcü kıldı. Sen tabiatta kaldın, yandın! ‘Yiyip içiyoruz, gezip tozuyoruz, ne güzel!’ dedin ve bunu iyi bir şey sandın. Bu iyi bir sanı değil, nefsin obez, bedenin obez, sen hastasın, elin tasta, kalbin yasta, haberin yok. Anlıyorum, kalbin uyarılarına, ihsaslarına da karnın tok. Senin gibi adam da madam da çok. Ne edelim şimdi peki?

Uyaralım ki, bedenî ve nefsî obezlik Allah’a isyandır; obez, asidir. Kalbine de kalıbına da Hak nazır, vallahi yanında hazır. Huzurdasın, lakin mescudun tabiat, mabudun beden, maksudun miden; he kardeş, he ey seni gidi obez! Hayatsa geçip giden bir tren ya sen bu trenle böyle ‘nere giden?’  (M.Talât Uzunyaylalı)

-AFORİZMALAR (37)
DİN VE DOĞRU HAKKINDA HİÇ DÜŞÜNDÜN MÜ?

M.Talât Uzunyaylalı

Doğru nedir? Biz bunu nasıl bilebiliriz? Takdir edilmelidir ki aşkın bir referans noktası olmadan doğruyu bilmek ve tarif etmek pek güçtür. Zamanımızda ekseri insan kendi aklını görgüsünü doğrunun referansı gördüğünden doğru göreceli bir kavrama dönüşmüş durumdadır. Sen öyle düşünüyorsun, ben böyle! Almanlar için şu doğrudur Türkler için de bu. Hıristiyanlar domuzu pek sever Müslümanlar ise hiç sevmez. Asyalılar köpek de yer kedi de maymun da yer böcekte. Onlar için bu canlıları yemek doğrudur.

Yeryüzüne dağılmış milletler gıdadan cinselliğe, evlilikten adalet anlayışına, ticaretten ziraat uygulamalarına kadar farklı doğrulara sahiptirler. Ne akıl ne de bilim insanları ortak bir doğruda birleştirememiştir.

Almanlar aklı ve bilimi kullanıp Yahudileri fırınlarda yakarken, Amerikalılar aklı ve bilimi kullanıp Japon halkını nükleer bomba ile kavurmuştur. Yahudiler aklı ve bilimi kullanarak Filistin’i işgal edip Gazze’yi abluka altında tutmaktadır. Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, diğer İslam topraklarında bitmeyen ‘zulümler ve haksızlıklar mevsimi’ sabit bir mevsime dönüşmüş durumdadır. Peki, bu manzarada doğru olan nedir, yanlış olan ne? Hele, evrensel doğru!!.. Senin zulüm olarak gördüğün şeyler, ötekiler için birer haktır, adalettir, aklî ve doğru davranıştır. Milletler menfaatlerine uygun olanı ‘milli doğruları’ kılmışlardır. Doğrunun kaynağı ilahî değil de beşerî olunca sonuçta ortaya bugünkü kaotik dünya çıkmıştır.

Müslümanlar için ise doğrunun ne olduğunu söyleyen İslam dinidir. Müslümanın bana göre sana göre doğrusu yoktur, olmamalıdır. Çünkü doğrunun ne olduğunu ona söyleme hakkı sadece Allah’a aittir. O halde dinin kaynağı Kuran, doğrunun ne olduğunu, Allah adına evrensel düzeyde söylemiştir. Müminler için doğrunun kaynağı ilahî olunca dünyadaki beklentilerini karşılayan ve şekillendiren de dinî doğrularıdır, başkası olamaz.

Müslümanlar hayatlarına laik, demokrat vb. siyasi alanlar açtıklarında, bu ideoloji ve politik kavramlar, haliyle kendi doğru tanımlarını da ortaya sürmekte ve taraftar edinmektedir. İktidar olduklarında ise devletin imkânlarıyla hareket ettiklerinden -eğitim ve diğer uygulamalar yoluyla- kitleler üzerinde etkili olmakta ve neticede ‘ilahi doğru’ Müslümanların hayatında gittikçe daha az görünür hale gelmektedir.

Doğrunun ne olduğu dinden öğrenilmez ve kabul edilmezse çıkarcı zihin ve nefsin kontrolündeki kalbin beklentileri kişiyi çatışmanın, ayrıştırmanın, zulmün öznesi kılacaktır. Bu seviye ise doğrudan uzaklaşmış kişilerin seviyesi olan nefs-i emmare seviyesidir. İnsanın eşref-i mahlûk seviyesini kaybetmemesi doğru yolda olmasıyla mümkündür. Zihin ve kalp dünyası Kuran’la bütünlük elde etmeden insanın doğru olanla amel etmesi mümkün olmayacaktır.

Allah Teâlâ din -kitap ve peygamber- yoluyla insanlıkla iletişim kurmuş ve insanları doğruya yönlendirmiştir. İlahî iletişim bize şunu öğretmiştir: Doğrunun ne olduğu konusunda insanın bağlı olduğu kültür, bireysel akıl ve bilgi, referans ve rehber olamaz. Doğru konusunda yegâne kaynak dindir. Din ise Allah’a aittir. Allah doğrunun ne olduğunu evrensel düzeyde zamana ve mekâna bağlı olmadan ilahî kitaplar yoluyla açıklamıştır. Son ilahî din İslam’dır. Allah’ın vahyettiği son dinin/doğrunun kaynağı Kuran ve Peygamberi Hz. Muhammed’dir (sav).

Allah’ın üzerinde yürünmesini emrettiği sırat-ı müstakim yolu Kuran yoludur. Hak din sayesinde insan bireysel ve toplumsal hayatında doğruya erişebilmiştir. İlahî doğrular insana dünyada ve ahrette çelişkisiz güvenli bir hayat sunmuş kişinin maddi ve manevi varlığını mutluluğa taşımıştır. Hak din sayesinde insan sahipsizlik hissinden kurtulup Allah’ı bilmiş ahlaka duaya ve amel-i salihe ermiştir.

İnsana ‘hayat sınanması’ için eleştirme hakkı da tanınmıştır: Kişi eleştiri hakkını kullanırken referansları dinî doğrular değilse söz ve eylem doğru söz ve eylem olmaktan çok şahsi çıkara göre ortaya konulmuş bir tutum ve davranış olacak ve eleştiri kişiyi doğru olana ulaştırmayacaktır.

O halde içinde bulundukları kaotik durumdan yola çıkıp özetlersek: Zihinleri parçalanmış ve ilahî doğrudan kopmuş Müslümanların, ‘senin partin iyi onun partisi kötü, senin cemaatin doğru yolda ötekinin tarikatı yanlışta, şunun ideolojisi ışık gibi bunun felsefesi karanlık, şunların aklı nur saçıyor, berikilerin bilimi insanı gerçeğe kılavuzluyor’… tiratları birer savrulma ve doğrudan uzaklaşmadır. Doğru olanın öznesi ve referansı akıllar, nefisler, aidiyetler/mensubiyetler olunca ekseri insan doğruyu-ilahî yolu kaybetmiş ve bugünkü sosyoloji ortaya çıkmıştır. Açıktır ki bu sosyolojide binlerce doğru bayrağı havaya kaldırılmış ve öfkeyle sallanmaktadır. Günde beş kez minarelerden yükselen ‘Allahuekber’ çağrısı akıl ve vicdanda duyulup çağrılana uyulmadığında artacak şey kitlelerin kör bıçaklarla yaptıkları kör döğüşlerde birbirini helak etmeye devam etmeleri olacaktır.

-AFORİZMALAR (38)
Siyasetin gölgesinde bırakılan bir ayet: “Lâ gâlibe illallah”
Kuran’da, Yusuf suresi 21. ayette Rabbimiz şöyle buyurur: “…vallahu galibun ala emrihi velakinne ekseren nasi la ya’lemun. /…Allah, her işinde galiptir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”
Bu ayeti kerimeyi siyaset erbabı sıkça kullanır oldu. Açık konuşalım: AK Parti, 24 Haziran seçimlerinin galibi çıkınca başarı dini bakımdan bu ayetle dillendirilerek, AK Parti’nin almış olduğu oyların Allah’ın emri üzere tahakkuk ettiği ifade yahut ima edilmiş olmaktadır. Böylece seçimin sonuçlarının Yaratıcı tarafından onaylandığı ve seçilen AK Partili vekillerin ilahî bir mazhara muhatap kimselerden ibaret bulundukları belki de kutsiyet kazandıkları (!) ihsas edilmiş olmaktadır. Sözü daha ileri götürüp, seçimi kazanmalarıyla birlikte, AK Parti’nin şunca yıllık iktidarını da Rabbimiz ‘ibra’ mı etmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a oy vermiş biri olarak soruyorum: O zaman lider ve takımı ‘layüsel’ kimseler midir; Rabbimiz onlardan yaptıklarının hesabını sormayacak mıdır?
Peki, bu mantık doğru bir mantık mıdır?
İnsanın aklına şu geliyor: CHP’li Cumhurbaşkanı adayı İnce’nin yüzde otuzun üzerinde bir seçmen teveccühüne muhatap olması, HDP’in barajı aşması, İyi Parti’nin Meclis’e girmesi, MHP’nin kazanımları dini bakımdan nasıl yorumlanacaktır? Bu partilerin liderleri, seçmenleri bir şey başarmamış mıdır, Yaratıcı onlarla değil midir? Hepsi, ‘ben başarılıyım!’ dediklerine göre Allah; İnce’yi, Demirtaş’ı, Akşener’i, Kılıçdaroğlu’nu, Bahçeli’yi de Erdoğan gibi, desteklemiş midir? Onların zaferinde de Allah’ın katkısı var mıdır? Allah, yoksa Türkiye’de sadece AK Parti’yi mi desteklemiştir?
Allah, ABD’de, insanlığın başına bela kesilen ve Müslümanların elinden Kudüs’ü alan Trump’u iktidara niçin getirmiştir? Filistin’i Yahudilere niçin vermiştir -ki, orada Müslümanlar vardır? Ya şu Rusya’da niçin sürekli Putin’i iktidarda tutmaktadır? İslam dünyasının zavallı halinin sorumlusu (haşa) Yaratıcı mıdır?
Mefahirlenmek için sıkça kullanır hale gelen El Hamra sarayının taş duvarlarına nakşedilmiş “La galibe illallah /Allah’tan başka galip yoktur” sözü “Allah İspanya’yı Emevi İslam devletine nasip etti” anlamı taşıyorsa, Hıristiyanlar Müslümanları İspanya’dan kovarken, Allah niçin Hıristiyanlara müdahale etmemiş ve yedi yüz yıl İspanya’da muktedir kıldığı Müslümanlara sahip çıkmamış ve onları rezil rüsva etmiştir?
“Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ / gerçekten de insan ancak çalıştığını elde eder!” (Necm 39) “Allah ve Resul’üne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra korku ile zaafa düşersiniz ve devletiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl 46) ayetleri elde edilen başarıları izah sadedinde daha yol gösterici değil midir?
Tefsir kitaplarında “vallahu galibün âlâ emrihi…” ayetine, “Allah, verdiği emir üzerine galiptir” anlamı verilmiştir. Bu, Allah kendi işine galiptir, dilediği şeye engel olunamaz, irade ve hikmetine kimse karşı çıkamaz, demektir. Kâinatta Allah’ın ilmi ve kudreti her işin arkasındadır; fakat imtihan dünyasında yaşadığımız, bunun için bize irade ve seçme hakkı verildiği, Rabbimizin seçtiklerimizi yarattığı gerçeğini niçin unutuyor yahut göz ardı ediyoruz?
Endülüs ve Filistin düne kadar Müslümanların vatanlarıydı; şimdi Hıristiyanların ve Yahudilerin memleketi. Bunun sorumluluğu Rabbimize, haşa, yüklene bilir mi! Necm 39 ve Enfâl 46 ayetlerine uygun davranılsaydı sonuç bugünkü gibi mi olacaktı? Müslümanlar, gafleti ve boş avuntuyu bırakıp Allah’ın emrine sarılmalıdırlar. Allah, devletin devamını, birliğe, Müslümanların kardeşliğine, çalışıp çabalamalarına bağlamışken Müslümanların kendi aralarında bölünmeleri ve her bölüğün Allah’ın kendileriyle olduğunu düşünmesi yaşanan felaketlerin ve kaybedilen yurtların asıl sebebi görülmelidir.
(M. Talât Uzunyaylalı)

Aforizmalar (39)
-Sancı yoksa çocuk doğmaz!

Yüreğinde bir ‘mesele çocuğu’ taşımayan yahut taşısa da ne taşıdığının farkında olmayan insanlar çoğalmaktadır. Anne adayları hamile olduklarını çeşitli işaretlerle daha ilk günlerden bilir; ağır yükleri her gün kendini hissettire hissettire büyür, nihayet dünyaya teşrif vakti gelince doğum sancıları başlar ve rahimdeki çocuk dünyaya gözlerini açar.

Anne, batınında olanı dokuz ay on gün taşımış, onun her türlü cevr ü cefasına katlanmıştır, fakat çektiği sıkıntılara değmiştir, çünkü muradı gerçekleşmiş, birken iki olmuştur! Bu, daima sonuç doğuran bir sayıdır ki soya ve millete vücut verir…

Selçukoğulları’nın, Osmanoğulları’nın batnında çocukları vardı; i’la-yı kelimetullah davası! Ömürleri, ağzı köpüklü atların sırtında fetihler peşinde geçen ecdat, kalplerinde taşıdıkları ‘muştu çocuklarını’ kıtalar boyunca, bereketli tohumlar gibi, her yana serptiler ve büyük İslam medeniyetini meydana getirdiler.

Komünizm, faşizm… onlar da hep birer yürek çocuklarıydı; onların doğurdukları da insanlığın en kanlı tarihine mimarlık etti…!

‘Sayıklamaları geçersek’, artık ne gerçek bir sancı var ne de gerçek bir doğum! Türk milletinin bugün ecdadına benzer, Allah kelamını ve İslamiyet’in yüce hakikatlerini yaşamak, kıymetini bilmek ve bildirmek yönünde bir manevi ‘yürek çocukları davası’ kalmamıştır, denilebilir.

Oysa her Müslüman, ‘i’la-yı Kelimetullah’ ile mükelleftir. Milletin gerçek istiklali ve Hak dinin istikbali için ‘gayret çocuğunu’ yüreğinde taşımaya, doğurmaya, büyütmeye mecburdur ki bu, cihad demektir.

Cihadı terk eden İslam âleminin gerçek hürriyeti ve saadeti olamaz, çünkü bu insanların ‘yüreklerinde manevi yükleri’ yoktur artık. Dünyanın gamını çeken, dünyanın damına tavuklar gibi tüneyen, şurada burada ‘gak, gak!’ edip gezen yığınların içinden birileri bir-iki yumurta yumurtlasa da, üzerinde oturup bir civciv çıkaracak fedakârlıkları kalmamış gözükmektedir.

Müslüman, sadece namazında niyazında olan adam değildir; Müslüman kişi yüreğinde bir yük taşıyacaktır; manevi bir çocuk; ilahi büyük davanın çocuğu! Gönlünde dava çocukları büyütmeyen erkekler ve kadınlar, kaç yıl yaşarlarsa yaşasınlar, eğitimleri, makamları, paraları, şöhretleri ne olursa olsun, onlar, yaşadıkları müddetçe bir şey doğuramayacaktır; ebter tohumlar gibi, ‘ebter insanlar çağının’ tüket at nesnelerinden ibaret kalacaklardır.

Dini, sosyal, siyasal, kültürel… büyük inkılaplar, yüreklerinde büyük ‘dava çocukları’ taşıyan insanların eseridir. Bugün hayatın pratiğine baktığımızda, bazı zevatın hamileliklerine karine sayılabilecek ağrı çektikleri hissedilse de, ‘nefs puthanesinde başını secdeden kaldıramayan’ toplumumuzda, yeni bir inkılaba vücut verecek manevi bir hamilelikten ve doğumdan söz etmek hamaset olacaktır.

Sürekli büyümeden söz eden devlet ricalinin küçüleni görmesi, ‘rahimsiz kitlelerin!’ vebalini derinden duyması ve sonuçlarını iyi düşünmesi gerekir. (Uzunyaylalı)

AFORİZMALAR (40)
-Hamd ne demektir?

“Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (Fatiha 2); “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur…” (En’âm 1); “Hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” (Casiye 36)

Hamd; övmek, şükretmek demektir. Her bir varlık; insan, melek, cin, hayvan, bitki, güneş, yıldız… Esma-ı ilahinin göstereni olarak, fıtraten, yekpare hamddır. İnsan, varlığıyla bir hamd izharı olduğu gibi, güneş de varlığıyla bir hamd izharıdır.

Varlık, ilahi rahmetin neticesidir. Zahirde yokken, insan, melek, hayvan ve bitki diye vücut kazanmıştır. Varlık, fıtraten, kendine kazandırılan vücutla Rabbinin hamididir; insanın her bir organı; gözü kulağı, eli ayağı; her bitkinin gülü çiçeği, dalı yaprağı, kendini değil, yaratanı gösterir, Ona teşekkür eder, Onu över…

Modern kurguda insan hamttan bihaber gözükmektedir. Hamdı, kendine, kendi nefsinedir. İnsan kendinin harika bir mahlûk olduğunu, Halikını gösterdiğini ve bizatihi ‘fıtri hamt’ olduğunu anlamış olsaydı umumi hamdı da iradî hamdı da anlamış olacaktı. Hamdı kavradığında ise, kendini değil, kendindeki esma-ı ilahiyi görecek ve kendisiyle görünen, kendisini bir görünme mertebesi kılan rahmet-i rahmanı daha iyi kavrayacak, hamdı anlamayan, kendini gören ve kendine kulluk ettiren nefse muhalefet edip varlığının sahibi Allah’a yönelerek kulluk mertebesini elde edebilecektir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s