HALİFE’YE NEDEN İHTİYACIMIZ VAR?
Bu sayfada, Hilafetin kaldırıldığı dönemde, BMM’nde tartışılan, gazetecilerin ve yazarların da yazdıkları makalelerle fikir beyan ettikleri bazı görüşleri yayınlayacak ve daha sonra da kişisel değerlendirmemizi yapacağız. Hemen ifade edelim ki İslam dünyasının öncelikli bir meselesi bir ‘Hilafet’ makamına kavuşmasıdır. Bu konuda Türk milletinin üzerine düşen ve tarihinden kaynaklanan bir rücahniyeti vardır. İslam âleminin içinde bulunduğu ağır sorunların çözümsüzlüğünde tesis edilecek ‘Hilafet’ makamı gibi müesseselerin müspet bir rol oynayabileceğini düşünmekteyiz.
∗∗∗
Çalışmada öncelikle Matbuat ve İstihbarat Müdüriyeti Umumiyesi neşriyatı arasında yer alan “Hilafet ve Millî Hâkimiyet” kitabındaki makalelerden istifade etmeye çalışacağız.
Eserin münderecat kısmı ise şu şekildedir:
- Kısım: Hilafetin mahiyeti, vazifeleri, tarihçesi ve geçirdiği devreler.
- Kısım: Hilafetin Saltanattan tefriki, hilafetle saltanatın içtimaındaki mahzurlar.
- Kısım: Hilafet ve âlemi İslâm, hilafetin son şeklinin İslâm üzerindeki tesirleri.
- Kısım: Hilafet meseleleri hakkında münakaşalar.
- Kısım: Hilafetin son şekli hakkında salahiyettar zevatın beyanı.
∗∗∗
BİRİNCİ KISIM
Hilafetin manası ve vazifeleri
1.Makale:
Hilafetin hakiki mahiyeti
Ziya Gökalp Bey
Bir insanın içtimai vazifelerinden en birincisi, hangi milletten ve hangi ümmetten olduğunu bilmesidir. Bunun içinde, iptida, ‘millet’ zümresiyle ‘ümmet’ zümresi arasındaki farkı görmesi, anlaması lazımdır. Avrupa’da içtimaı tekâmül çok ilerlemiş bulunduğu için her fert, milletle ümmetin farkını bildiği gibi, kendisinin hangi milletten ve hangi ümmetten olduğuna da şuurlu bir surette vakıftır. Şarkta ise, bu iki kelimenin manaları henüz iyice taayyün etmediğinden dolayı çok kimseler hangi millettensin ve hangi ümmettensin? suallerine doğru bir cevap veremezler. O halde içtimaı hayatımızı iyi anlayabilmek için evvelemirde bu iki kelimenin manalarını tayine çalışılmalıyız.
Ümmet, aynı dünya mensubu fertlerin mecmuu demektir. Mesela Hıristiyanlık mecmuu bir ümmettir, Yahudilik mecmuu bir ümmettir, Müslümanlık mecmuu bir ümmettir. Demek ki yer yüzünde ne kadar din varsa o kadar ümmet mevcuttur. Görülüyor ki ‘ümmette’ müşterek olan hayat yalnız ‘din’den ibarettir. Hâlbuki ki millette ‘din’ müşterek olduğu gibi, bundan başka ‘lisan’, ‘ahlak’ hukuk ve siyaset, güzel sanatlar, iktisat, ilim, felsefe ve fende müşterektir. Bir ümmet içinde kalanlar, ahlaklar, hukuk ve siyasî teşkiller, bediî zevkler, iktisadi uzviyetler, terbiyevî müesseseler ayrı olabilirler. Bir milletin içinde ise din gibi, bütün bu saydığımız hayatların da müşterek ve müttehit olması lâzımdır. Bir cemiyetteki dinî, ahlakî, hukukî, siyasî, bedii, iktisadî, terbiyevî hayatların mecmuuna ’hars’ namı verilir.
Hars bütün içtimaı hayatları ihtiva eden câmi bir kelimedir. O halde, milleti tarif için, ‘aynı harsa mensup fertlerin mecmuu’ demek kâfidir. Bu tariflerden anlaşılıyor ki, ‘cemiyet’ namını verdiğimiz bütün içtimai hayatları müşterek olan zümre, ümmet değil, millettir. Ümmet, ekseriya birçok cemiyetleri, yani bir çok milletleri olan bir camiadır. Bundan dolayıdır ki ekseriya ‘ümmet’ beynelmileldir. Zaten beynelmilellik iptida ümmet halinde başlar, beynelmilel müesseseler, bidayette yalnız dini müesseselerdi. Kurunuvustada Avrupa Hıristiyanlık ümmetinden ibaretti. Avrupa’daki beynelmilel müesseseler de kiliseye ait müesseselere münhasırdı. O zaman Avrupa’da millete ait teşkilâtlarla, ümmete ait teşkilâtlar biri birinden tamimiyle ayrılmamıştı. Bizde de yakın bir zamana kadar bu iki nevi teşkilâtlar biri birine karışıktı. İçtimaî tekâmül, işlerin taksimini, işlerin taksimi de, camiaları ayrı olan zümrelerin biri birinden temyiz etmesini iktiza ettiğinden son zamanlarda Avrupa’da olduğu gibi bizde millet teşkilatıyla ümmet teşkilatı biri birinden ayrılmağa başladı. Hususiyle mütarekeden sonra, iki mühim sebep bu ayrılmayı tacil etti.
Bu sebeplerin birincisi birçok milletleri muhtevi olan büyük imparatorlukların inhilâliyle, her milletin ayrı bir devlet hâlini almasıdır. Evvelce bir dereceye kadar bir ümmetin dinî reisi, o dine mensup birçok milletleri ihtiva eden bir imparatorluğun siyasi reisi de olabilirdi. Fakat bu milletler ayrı devletler teşkil edince ümmetin dinî reisi bunlardan yalnız birinin siyasî reisi olamaz, çünkü ümmet reisinin vazifesi, bütün Müslümanların dinî hayatlarını alaya çalışmaktır. Her milleti idare eden hükümetin vazifesi ise, yalnız o milletin tealisini düşünmektir. O hâlde, bu iki türlü riyaset aynı şahısta birleşirse, bazen ümmetin umumî menfaati bir milletin hususî menfaatine feda edilmek, bazen de bu milletin hayatına taalluk eden siyasi gayeler ümmet mefkuresine feda edilmek tehlikeleri baş gösterir.
Sebeplerin ikincisi de; siyasi vicdanın tekâmül neticesi olarak, saltanatın tamimiyle millete ait olması ve hiçbir ferdin saltanat hakkına iştirak iddiasında bulunmaması ümitlerinin son zamanlarda büyük bir kuvvet kazanmasıdır. Tarihin birçok tecrübeleri sarayların menfaati ile milletlerin menfaati ayrı şeyler olduğunu meydana koydu. Bilhassa mütarekeden sonra, hain bir hükümdarla onun damadı olan hain sadrazamın düşmanlara satılıp millet aleyhinde son derece şeni cinayetleri irtikap etmeleri hep millete ait hakların saray menfaatine gasp edilmesi maksadından ileri geldi. Bu acıklı tecrübeler Türk milletine gösterdi ki, bundan böyle siyasî mukadderatını kendi menfaatinden başka bir şeyi düşünmeyen bir sarayın eline bırakmak asla câiz değildir. Buna binen, Türk milleti, kendine ait olan saltanat hakkını, tamimiyle eline alarak, teşri ve icra sahalarındaki velâyet ammesini vekâlet tarikiyle yalnız büyük millet meclisine tevdi etti. Bu suretle millet teşkilâtı hususi bir mahiyet aldı.
Millet teşkilâtı böyle hususî bir mahiyet alınca, ümmet teşkilâtının daha bariz ve daha şaşaalı bir surette meydana çıkmasına imkân hâsıl oldu. Ümmet teşkilatının başta bulunan ve bütün Müslümanların dinî temsilcisi olan zâta ‘halife’ namı verilir. Hazreti Peygamber, vefatıyla neticelenen hastalığında namazlarda imamet vazifesini ifaya Hz. Ebû Bekir’i tevkil buyurmuştu. Hilafet makamı, işte bu imamet vazifesinden doğdu. Malumdur ki İslamiyet’te beş vakit namaz cemaat halinde eda edilir. Namazı cemaatle eda edebilmek için, cemaatin bir imama iktida etmesi lazımdır. Cuma ve bayram namazlarına gelince, bunların yalnız cemaatle değil, aynı zamanda ümmetçe de eda edilmesi iktiza eder. Bundan dolayıdır ki cuma ve bayram namazları köy ve mahalle mescitlerinde kılınamaz. Ancak şehirlerin büyük camilerinde kılınabilir. Bu namazlarda imamet ve hitabet vazifelerini ifa eden imam ve hatiplerin de halife tarafından hususi bir beratla vekalet almaları şarttır. Bu mecburiyet gösteriyor ki cami cemaatleri birer hususi imama uydukları gibi, bu hususi imamlarında umumi ve büyük bir imama iktida etmeleri lâzımdır. Bu suretle, cuma ve bayram namazları edâ edilebilirken, bütün İslâm ümmeti, halife hazretlerinin umumî imametiyle, müttehiden ümmetçe bir ibadet icra etmiş olurlar. Cuma ve bayram hutbelerinin halife hazretlerinin namına ve halife mevcut olmadığı zaman cuma ve bayram namazlarını ede edilip edilmemesindeki muhtelif yolların mevcudiyeti de gösteriyor ki halifenin esas vazifesi bir imamet-i kübrâdır.
Hazreti Peygamberin hâli hayatında yalnız bir imam vardı ki Hazreti Peygamberin zâtı mübareklerinden ibaretti. Ümmetin bu vahdeti ümmetin ittihadına en vazıh bir temasildir. Sonraları mescit ve camilerle beraber imamlar da çoğaldı. Bu kesret ümmetin vahdetini nazarlardan gizlemeğe bir sebep olabilirdi. Hilafet makamının tesisiyle, bu mahzurun önüne geçilmiş oldu. Halifeye, imam-ı ekber, imamlar imamı demektir. İmamlar çoğaldıktan sonra bunların, cümleten bir imam-ı kebire iktida etmeleri, ümmetteki vahdeti bariz bir şekilde ortaya çıkardı. O zamandan beri İslâm ümmeti, kendi varlığını, kendi vahdetini, kendi tesanütünü bu imam-ı ekberin yani halifenin vahdetinde müteceli görür. İslâm ümmetinin vahdetine temasil olan bu makamı, bir milletin hususi siyasetine bulaştırarak o siyasetin beşeri ve gayrı kabil içtinap hatalarıyla şaibedar etmek nasıl caiz olabilir?
Selçuklular zamanında Bağdat’ta Kölemenler zamanında Mısır’da, ümmetin riyaseti ile milletin riyaseti tabiiyetiyle birbirinden ayrılmıştı. Bu devrelerde halife yalnız ümmete ait dinî vazifelerle iştigal ederdi. Velâyeti ammeye taalluk eden bütün siyasî işleri de Bağdat’ta Selçukî, Mısır’da Kölemen sultanları icra ederdi. İslam tarihinin gerek diyanet ve gerek siyasetçe en yüksek bulunduğu devirler de ancak bu zamanlardır. Sultan Süleyman’ın tekrar bu iki makamı birleştirmesinden sonradır ki Osmanlı İmparatorlu inhilale, dinî hayatıyla siyasi hayatı inhitata yüz tuttu. İslâm tarihi bu noktayı nazardan tetkik edilirse, çok mühim hakikatler meydana çıkacaktır.
Geçen Cuma günü İslâm âleminin bütün camii şeriflerinde müttehiden icra olunan yeni halife hazretlerinin intihap merasimi, bütün Müslümanları kalben birleştiren büyük bir bayram oldu. Zira o gün tamimiyle ümmete ait ve imam-ı ekbere nail olan İslâm âlemi mütesanid bir ümmet olduğunu geçmiş zamanlara nispetle daha kuvvetle hissetti.
Şimdiye kadar Osmanlı halifelerinin dinî nezaretleri yalnız siyasi tebaaları arasında bulunan Müslümanlara münhasırdı. Başka devletlere tabi bulunan Müslümanlara Osmanlı halifelerinin dinî nezarette bulunmalarına , onların siyasi matbuaları olan devletler mani olurlardı. Zira bu dinî nezarete siyasi emellerin karışmayacağına emin olamazlardı. Şimdi ise, halife hazretleri hiç bir devletin hususi siyasetine merbut bulunmadığından, bütün âlemdeki İslâm müftüleriyle alenen muhabere edebilecektir. Bütün İslâm âlemindeki hatiplere ve imamlara berat vermek hakkını istimal edebilecektir. Bütün dünyadaki dinî müesseseler üzerindeki nezaret hakkını tatbik edebilecektir. Müslim gayr-i Müslim hiçbir devlet bu dinî vazifelerin ifasına mani olamayacaktır.
Görülüyor ki bu günkü hilafet makamı, eskisinden yüzlerce defa daha kuvvetlidir. Türkiye devleti ve milleti başlıca istinatgâhı olmakla beraber, bütün İslam devletleri ve milletleri de madden ve manen ona yardımcı olacaklardır. Fakat onun en hakiki ve en büyük kudreti membaı, bu gün Avrupa’yı da kendine hürmet etmeye mecbur eden İslâm dininin azametidir.
Hilafet intihap olunmak hakkının Âl-i Osman’a hasredilmesi hususuna gelince, bu da son derece musibdir. Zira bu muhterem aile, birkaç bin seneden beri Türklüğe, altı yüz seneden beri de hem İslamiyet’e hem de Türklüğe büyük şanlar kazandırmış, büyük hizmetler ifa etmiş mübarek bir hanedandır. Bu kaidenin kabulüyle, hem ehliyetle kazanılmış tarihi bir hak sahipleri elinde ika edilmiş, hem de intihap esnasındaki ihtilaflar ve ihtiraslar asgari bir hadde indirilmiştir. Hilafet makamına, hem asrî siyasetin esası olan halkçılık ve millî saltanat umdeleriyle kabili telif ve hem de din sahasında hakiki bir İslâm ittihadı vücuda getirmeğe salih bir mahiyet vermeğe muvafık olan büyük millet meclisi şanlı reisine bu cihanşümul hizmetlerinden dolayı bipayân teşekkürler arz ederiz.
(Yeni makale ile devam edeceğiz.)