Mitolojinin temelinde yatan vahiy bilgileridir
هَلۡ يَنظُرُونَ إِلَّآ أَن يَأۡتِيَهُمُ ٱللَّهُ فِى ظُلَلٍ۬ مِّنَ ٱلۡغَمَامِ وَٱلۡمَلَـٰٓٮِٕڪَةُ وَقُضِىَ ٱلۡأَمۡرُۚ وَإِلَى ٱللَّهِ تُرۡجَعُ ٱلۡأُمُورُ
“Onlar, ille de bulut gölgeleri içinden Allah’ın ve meleklerinin gelmesini ve böylece işin bitirilmesini de mi bekliyorlar? Oysa bütün işlerin çözümü Allah’a götürülecektir.” (Bakara 210)
Evet; insan gözcüdür, akılcı değil; ille görmek ister, şeytanı, meleği, cini ve Allah Teâlâ’yı. İnsan bu isteğini tarihi süreç içerisinde gizli açık hep taşımıştır. Varlığın kaynağını açıklayan ilk Peygamber Hz. Âdem’den itibaren insan soyu peygamberlerin yol göstermesine rağmen, varlık problemi karşısında aklî ve nefsî tecessüsünü korumuştur. Varlığın görünen kısmı (Zâhir) hakkında beş duyusu ile pek çok bilgi edinmiş, ancak varlığın iç yüzü (Bâtın) konusunda elde ettiği bilgi onda her zaman bir tereddüt meydana getirmiştir. İnsan hakikatin berrak gözesini bulandırmış durmuştur! Görünenin görünmeyen kısmı o şeyin asıl manasını muhit olduğundan hakikatin idrakine insan güç yetirememiş, kiminde bir müphemiyet hâsıl etmiş, felsefiye vücut vermiş, kiminde de vehim galebe etmiş, cismaniyete yol vermiş, böylece sadece kadim Anadolu’da, Orta Doğu’da, Mısır’da, Yunan’da değil, Hint’ten Çin’e kadar dünyanın dört biryanında ‘Olymposların’ ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Mitolojinin, mit’in, kaynağı da aslında budur.
Bu ileri sürmemizin üzerinde akademik çalışılma yapılmış mı bilmiyoruz, fakat şahsı okumalarımızdan yaptığımız çıkarım şudur: Mitolojinin temelinde yatan Peygamberlerin vahiy bilgileridir. Fetret dönemlerinde (vahyin etkisinin azaldığı dönemler), insanın soyutlama kabiliyeti köreldiğinden, soyutu somutlaştırarak devam ettirmiştir ki, bunun bize en yakın dini kaynağı Hazreti İsa’nın şahsında Tanrının insanileştirilmesi ve putun yeniden ibadet nesnesi hâline getirilmesidir (İkon). Hâlbuki Hazreti İsa, diğer bütün peygamberler gibi, İkonoklazmacı, yani ‘Putkırıcı’dır. Son putkırıcı, Hazreti Muhammed (sav) hazretleridir. Arap’ın Beytullah’daki bütün putlarını kırıp atmış, ruhlarını nesnelere perestişten kurtarmıştır.
Ne yazık ki, insanoğlunun şuuraltı genetik bir taşıyıcı gibi, bu kadim hastalığı kavimden kavime taşımış ve günümüze kadar getirmiştir. Yukarıdaki âyetin ihsas ettiği şey öncelikle bu arkaik şuurdur.
الْغَمَامِ – ġamâm (Bulut) ifadesi Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde geçmektedir. Bulut, Allah’ın hikmetli bir sanatıdır; Kur’an-ı Kerim’in vurgulamasıyla bulutlar, gölgeliktir, yağmurlar yeryüzünün dört bir yanına onlardan boşaltılır; ölü yerler bulutlardan akan sularla hayat bulur; ekin kırıcı, çiçek dökücü dolu, onlardan yağdırılır; ovalara, dağ başlarına, metrelerce kar onlardan indirilir; şimşekler onlardan çıkarılır; onlardan azaplar indirilir ki, helâk edici seller, taşkınlar oluşur. Hazreti Musa (as) ile ilgili ayetlerde ilahî nimetlerin indirilmesine yine bulutlar aracılık ettirilir.
Bu noktada da şu yargıyı ileri sürebiliriz: Metaforik bir işaretleyici olarak Tanrıyı en çok bulutlar ihsas ettirmiş, göstermiştir. ‘Bulut gölgeleri içinden Allah’ın ve meleklerinin gelmesi’nin beklenmesi dinî ve ladinî zihnin tecrübesine denk düşen bir Kur’an-ı Kerim betimlemesidir. Allah’ın ve meleklerinin dağların arkasından çıkıp gelmelerinin ya da okyanuslardan karaya çıkmalarının söz konusu edilmemesi önemlidir; bulutların, tabii âlemdeki günlük tezahürü insan hayatındaki baskın yerini gösterdiği gibi, ilahî olanın karadan ve denizden değil de, gökten inmesi, gözükmesi, seslenmesi gibi tarihî algıyı destekler mahiyettedir. Bugün de insanlar tehdit ve tehlikeyi yeryüzünden ve denizlerden değil, daha çok göklerden beklemektedir. Bu nedenle çağdaş edebiyat, bilim kurgu, sanat, sinema… Meteor taşlarından, uzaylılara, UFO’lardan görünmeyen varlıklara kadar, ilgi ve korku alanında gökleri öncelemektedir.
İnsan soyu, iman etmek için her zaman baş gözüyle ‘Gaybı’ görmek istemiştir, fakat Allah Teâlâ’nın Gayb’ının aşikâr olması, dünya hayatının sona ermesi, imtihan yeri olan dünya sahnesinin kapatılması, demek olacaktır. İnsan, kendisine verilen sürede, kulluk bilinciyle yaşamak yerine tuhaf bir şekilde bu sonu bekler durur. İnkârcılar aslında inkârlarından emin değillerdir; bu ifade ile bulutların arasında durup yeryüzüne yıldırımdan mızraklar atan Zeus örneğinden yola çıkıp, ‘Hani Tanrı ve Melekleri neredeler? Şu bulutların arasından kendilerini bize gösterseler ya!’ demek isterler. Böylece inkârlarını temellendirdikleri gibi aynı örnekle inanmalarını da bu türden bir koşula bağlı olarak ortaya koyarlar.
Sonuç: Bilmezler ki; Gayb, Zâhir olursa, imtihan yeri olan dünya hayatı sona erer. Melekler görüldüğünde dünya ile ilgili ‘iş bitirilmiş, her şey sona ermiş’ demektir. Herkes, bu dünya hayatını, kendi kâğıdına, kendi eliyle, iman ya da inkâr paradigması ile bakıp yazar. Böylece, âyette buyrulduğu üzere, ‘Bütün işlerin çözümü Allah’a götürülmüş’ olur. Âyetteki ilahî tehdidi iyi anlamak gerekir: Bu tür beklentilerin mantıksızlığını mantık sanma yanılgısına düşenler, Allah Teâlâ’nın emirleri yerine nefislerinin emirlerine ve isteklerine uyarak dünyadan ayrılanlar, diklenmelerinin ve inatlarının faturasını pek ağır şekilde öderler.