Krallarla çalışan peygamberler bize ne öğretmektedir?
أَلَمْ تَرَ إِلَى الْمَلإِ مِن بَنِي إِسْرَائِيلَ مِن بَعْدِ مُوسَى إِذْ قَالُواْ لِنَبِيٍّ لَّهُمُ ابْعَثْ لَنَا مَلِكًا نُّقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللّهِ قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ إِن كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ أَلاَّ تُقَاتِلُواْ قَالُواْ وَمَا لَنَا أَلاَّ نُقَاتِلَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَقَدْ أُخْرِجْنَا مِن دِيَارِنَا وَأَبْنَآئِنَا فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ تَوَلَّوْاْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ
“Musa’dan sonra İsrailoğullarının önde gelenlerini görmedin mi? Hani, peygamberlerinden birine: ‘Bize bir melik gönder de Allah yolunda savaşalım’ demişlerdi, O, ‘Ya üzerinize savaş yazıldığı halde, savaşmayacak olursanız?’ demişti. ‘Bize ne oluyor ki, Allah yolunda savaşmayalım? Biz yurdumuzdan çıkarıldık ve çocuklarımızdan uzaklaştırıldık’, demişlerdi. Ama onlara savaş yazıldığı zaman, az bir kısmı hariç, yüz çevirdiler. Allah zalimleri bilir.” (Bakara 246)
Âyet-i Kerimede geçen peygamberin isminin Samuel-İsmail olduğu ileri sürülmektedir. Samuel ismi Kur’an-ı Kerim’de geçmemektedir. Eski Ahit’in iki bölümünde (samuel-i/samuel-ii) konu anlatılmaktadır. M.Ö. 1000 yıllarında Amalika’lılar İsrailoğulları’na saldırdı ve Filistin’in birçok bölümünü ele geçirdiler. İsrailoğullarının büyükleri, Samuel’e giderek, kendisinden, Allah yolunda yapacakları savaşta öncülük edecek bir hükümdar, bir kral, tayin etmesini istediler.
Âyette geçen مَلِكًا – melik sözcüğü hükümdar, padişah, kral demektir. Aynı zamanda ‘El-Melik’ Allah’ın isimlerindendir. El-Melik, bütün kâinatın, görülen ve görülemeyen bütün âlemlerin tek sahibi ve mutlak surette tek hükümdarı, demektir. Eski çağlardan beri krallar/padişahlar, genellikle tanrı ile tebaa arasında bir aracı olarak görülür. ‘Krallığın ilahî bir makam olduğu’ yaygın bir inanıştır. Romanın Hristiyan İmparatorları Tanrı’nın temsilcisi olarak otoritelerini Ondan aldıklarına inanırdı. İslam dünyasında da padişahlar, şahlar, ‘zıllullahi filerdı’ (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) kabul edilir. Osmanlı Devleti’nin yönetim merkezi Topkapı Sarayı Bab-ı Hümayun girişinin sağ ve solunda “Essultan zıllullahi filerdı/ye’vî ileyhi küllü mazlumin” (Allahü Teâlâ’nın adaletinin yeryüzünde yerine getiricisi ve bütün mazlumların sığınağı sultan) ifadesi yazılıdır.
Bu âyet-i kerimeden anlıyoruz ki, eski çağlarda, milletler, hem kendisine uyulan bir peygambere sahip olmuşlar, hem de bir melike/krala/padişaha tabi olarak yaşamışlardır. Yani peygamber ve kral, aynı milletin ahlakını yüceltmeye ve işlerini hâline yoluna koymaya çalışmışlardır. Özellikle Yahudi toplumuna ve İsrail soyundan gelen peygamberlerin diğer milletlerle olan ilişkilerine baktığımızda bunu açıkça görebiliyoruz. Örneğin Hz. Yusuf, putlara tapan Mısır Kralı’na başbakanlık yapmış, bu milletin iktisadi hayatını düzene koymuş, hâliyle dağılıp yok olmalarını önlemiştir. Hz. Davut ve Hz. Süleyman’ın da hem peygamberlik hem de birer kral gibi siyasi otoriteyi de kullandıkları ve halka hükmettiklerini biliyoruz.
Bu âyet-i kerime ve benzer ayetlerden şu çıkarımı da yapabiliriz: Yönetmekte esas olan adaletle, hakkaniyetle davranmaktır. Mal, can ve ırz emniyetinin sağlandığı, insanların kültürlerini bir baskıya maruz kalmadan yaşayabildikleri, ticaretlerini serbest bir ortamda yapabildikleri her rejim aslında meşrudur. Bu rejimin adı krallık, sultanlık, padişahlık, şahlık, imparatorluk ya da demokrasi vs. olabilir. İslam devleti/hükümeti ‘şura’ esasına dayanır. Devletin siyasî, idari, hukukî işlerinin, kurumsal bir yapı altında, liyakatli kimseler tarafından görüşülüp yürütülmesiyle maksat hâsıl olmuş olur.
Âyet-i kerimeden şöyle bir sonuç da çıkarabiliriz: Zulme uğramış veya uğramaya devam eden bir toplum, kendini nasıl savunacaktır? Böyle bir zulme maruz kalan İsrailoğulları kendilerini savunmak için peygamberlerinden etrafında toplanacakları bir otorite talep etmişlerdir. Öyle ise bu Kıyamete kadar geçerli bir kanundur. Mazlumlar, bir otoriteye sahip olmadıkları sürece, zulme maruz kalacaklardır.
Uzağa gitmeden yakın çağımızdan bir iki örnek verelim: Myanmar’daki Arakan Müslümanlarının yaşadıkları kıyım ve sürülüp yurtlarından çıkarılmalarının sebebi aynı husustur; silahlı mücadele yapacak siyasi bir önderlikten yoksun olmak ve teşkilatsızlık.
1992-1995 yılları arasında Bosna Savaşı sırasında özellikle Sırplar tarafından belli bir otoriteye sahip olmayan Boşnaklara karşı Bosna-Hersek topraklarında büyük bir soykırım yapıldı. Bosnalı Müslümanlar ne zaman ki, teşkilatlandılar, bir siyasi önderliğe kavuştular, ancak o zaman zulme karşı durabildiler.
Bugün Filistin’de devam eden zulmün nedeni de siyasi boşluktur. Tüm Filistinlilerin kabul edip etrafında toplandıkları merkezi bir otorite olmadığından, zulmü, gerçek anlamda üzerlerinden ve topraklarından uzaklaştırıp bir devlet kuramamaktadırlar. İslam dünyasındaki dış kaynaklı sömürü ve zulümlerin nedeni de yine aynıdır.
Hristiyan dünyasının Papalık, Patriklik gibi dini ve siyasi önderlikleri bulunmaktadır. Bu teşkilatlar olmadan Hristiyanlığın ayakta durması mümkün değildir. Hilafet sistemi de İslam milletinin dini ve siyası kurumuydu. Osmanlı Devleti’nin ortadan kalkmasıyla birlikte, meşvereti de tazammun eden Cumhuriyet Meclisi, Hilafetin de temsilcisidir, denilerek, Hilafet makamı bir daha tesis edilmemek üzere tarihe gömüldü. Müslümanların şu an küresel siyasi bir Hilafet Kurumu ve bir Halifeleri bulunmamaktadır. Müslümanlar siyaseten sahipsiz kalmış durumdadırlar.
Oysa Hilafet-İmamet, İslam dünyasında dini ve dünyevi en önemli bir müessese idi. Hilafet sisteminin Müslümanların kalp ve istikamet birliğinin sağlanmasında tarihi bir rol oynadığını biliyoruz.
Sonuç: Mazlumların, zulme maruz kalanların, kendilerini savunması, işlerini ‘meşveretle’ yürütmeleri, Allah Teâlâ’nın bir emridir. Nefsi müdafaanın dindeki karşılığı cihattır. Belli bir siyasi otorite altında meşveret sonucu cihat yapılmadan Müslümanların küresel düzeyde izzet-i nefislerini korumaları mümkün olamaz.