İnkârcıları susturmanın ilahî bir yöntemi
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِي حَآجَّ إِبْرَاهِيمَ فِي رِبِّهِ أَنْ آتَاهُ اللّهُ الْمُلْكَ إِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّيَ الَّذِي يُحْيِي وَيُمِيتُ قَالَ أَنَا أُحْيِي وَأُمِيتُ قَالَ إِبْرَاهِيمُ فَإِنَّ اللّهَ يَأْتِي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذِي كَفَرَ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
“Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut`u) görmedin mi? İşte, o zaman İbrahim: Rabbim hayat veren ve öldürendir, demişti. O da: Hayat veren ve öldüren benim, demişti. İbrahim: Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir, dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez.” (Bakara 258)
İbrahim Peygamber ve Kral Nemrut arasında Allah Teâlâ’nın varlığı ve keyfiyetiyle ilgili geçen tartışmayı diyalog olarak tekrar yazalım:
Hz. İbrahim: Rabbim hayat veren ve öldürendir.
Kral Nemrut: Hayat veren ve öldüren benim!
Hz. İbrahim: Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir!
Kral Nemrut: !!! (Bakara 258)
Bu diyalogda öncelikle vurgulanan husus insanın varlık problemi karşısındaki pozisyonudur. Diyalogdan anlıyoruz ki, insan varlığın yaratıcısı değildir. İnsan; güneşe, aya, yıldızlara emredemez. İnsan sınırlı bir varlıktır. Öyle ise varlığa hükmeden sınırsız bir kuvvet sahibi bir Zât vardır ve O Zât, Allah Teâlâ’dır.
Kur’an-ı Kerim’de geçen İbrahim Aleyhisselamla ilgili diğer anlatımlarda da benzer bir akıl yürütme ve bir mantık ileri sürme yöntemi görüyoruz. Hazreti İbrahim’in örneklediği mantıksal mücadele tekniği kıyamete kadar geçerli bir tekniktir. Bu tekniğin özü insanın varlık karşısındaki sınırlı pozisyonunu gözler önüne sermektir. İnsan güneşten istifade edebilir, fakat güneş yaratamaz; gök cisimlerinin yörüngesini değiştiremez. Vb.
Varlık; bir bütündür ve bir sistemdir. Yeryüzü göklerle gökler de yeryüzüyle ilgilidir. Güneş, ay, dünya, bir düzen içinde hareket ederler ve hayat, bu düzen devam ettikçe devam eder.
İnsan tek başına bir bireydir, fakat aynı zamanda çevresel bir varlıktır; gözü ışığa, kulakları sese, dili ve burnu tat ve koku nesnelerine, midesi gıdalara, ciğeri havaya, üremesi ve çoğalması ötekinin varlığına vs. muhtaçtır. Demek ki, tabiatı olmayan bir canlının hayatı mümkün değildir. O halde mevcut sistem ve düzen yaratansız izah edilemez. Hiçbir ileri sürme varlığı Allah Teâlâ olmadan açıklayamaz ve anlamlandıramaz. Kral Nemrut ve Hazreti İbrahim arasında geçen tartışmada bize gösterilen inkârın işte bu temelsizliğidir.
Kur’an-ı Kerim’de, Hazreti İbrahim’in gönderildiği (Yüksek ihtimalle Akad Krallığı) Allah’ın varlığını inkâr eden, puta ve insan ilâhlara (Nemrut) tapan topluma karşı, hâkim paradigmasıyla yaptığı ‘aklî’ mücadele, kadim bir insan ‘sapması’ olan ve bugün de geçerli inkârla mücadelede kullanılacak yöntem, öğretilmektedir. Şimdi İbrahim Aleyhisselamla ilgili Kur’an-ı Kerim’de geçen ayetlerde yer alan ‘akıl yürüterek’ inkârla mücadele etme yöntemini hatırlayalım:
“Muhakkak Biz, önceden İbrahim’e, rüştünü (olgunluğunu) verdik ve Biz, onu bilenleriz.
O, babasına ve kavmine dediği zaman, bu temsiller (putlar) nedir ki, siz, onlara boyun eğiyorsunuz?
Dediler ki: Biz, babalarımızı onlara köle olurken bulduk.
İbrahim dedi ki: Muhakkak sizler ve babalarınız, apaçık bir sapıklık içindesiniz.
Dediler ki: Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen, oyun oynayanlardan mısın?
İbrahim dedi ki: Bilakis sizin Rabbiniz, göklerin ve Yer’in Rabbidir. O ki, onları yarattı ve ben buna şahitlerdenim… Ant olsun Allah’a, sizler dönüp gittikten sonra, putlarınıza tuzak kuracağım. Böylece o, onların büyük putları hariç olmak üzere, diğerlerini paramparça etti. Umulur ki, ona (büyük puta) başvururlar, diye.
Dediler ki: Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zalimlerdendir.
Kendisine İbrahim denilen bir gencin, bunları diline doladığını işittik.
Onu, insanların gözleri önüne getirin. Umulur ki, onlar, şahitlik ederler.
Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın, ey İbrahim?
İbrahim Dedi ki: Bilakis, onların büyüğü bunu yaptı. Şayet konuşabilirlerse, onlara sorun!
Bunun üzerine, kendilerine döndüler ve dediler ki: Şüphesiz sizler, zalimlersiniz.
Sonra başlarını çevirdiler. İbrahim, sen gerçekten bilirsin ki, bunlar konuşamazlar!
İbrahim dedi ki: O halde, sizlere yararı ve zararı olmayan, Allah’tan başkasına mı köle oluyorsunuz? Yuh size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Aklınızı kullanmayacak mısınız? (ENBİYA)
İbrahim, Rabbine arınmış bir kalp ile geldiği zaman.
Babasına ve kavmine dedi ki: Neye köle oluyorsunuz?
Allah’ın dışında birtakım ilahlar mı uyduruyorsunuz?
Âlemlerin Rabbine inancınız nedir?
…
İbrahim, yıldızlara bir bakışla baktı ve dedi ki: Ben hastayım (!)
Kavminden olanlar, ondan, yüz çevirip gittiler.
Bunun üzerine, onların ilahlarına doğru koşarak: Yemek yemiyor musunuz? dedi.
Ne oluyor size ki, konuşmuyorsunuz? ( SAFFAT)
Gece, İbrahim’i örtünce, bir yıldız gördü. Dedi ki: Şu benim Rabbimdir. Ne zaman ki, o yıldız kayboldu, dedi ki: Ben kaybolup-gidenleri sevmem.
Arkasından Ay’ı, doğarken görünce, dedi ki: Bu benim Rabbimdir. O da kaybolunca dedi ki: Şayet Rabbim beni doğrultmazsa elbette ben sapmış kavmimden olurum.
Daha sonra Güneş’i doğarken gördü, dedi ki: İşte, bu benim Rabbimdir. Bu en büyüğüdür. Ancak o da kaybolunca kavmine dedi ki: Ey kavmim, doğrusu ben, sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım. Muhakkak ben yüzümü gökleri ve Yer’i yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim. (EN’AM )
Kral ve İlâh (!) Nemrut kimdir?
Dr. Halil Bayraktar ve Gökben Coşkun’un yaptıkları Hazreti İbrahim’in kavmi ve Nemrut (Naram-Sin) adlı çalışmada, günümüzden 4000 yıl önce Harran (Urfa) coğrafyasında yaşadığı tahmin edilen Hz. İbrahim ve görevlendirildiği toplumla ilgili bilgiler verilmektedir. Dönemi anlamamıza ışık tutan bu yazının bir bölümünü aşağıya alıyoruz:
“MÖ 1500 – 2500 yılı Mezopotamya uygarlıkları incelendiğinde; o zamana göre, teknoloji ve bilimde ilerlemiş ve yazıyı kullanan Sümer medeniyetinin bölgedeki tüm toplumları etkilediği açıkça görülmektedir. Bu toplumların hepsinin yaşadığı bu coğrafya, ‘Babil ülkesi’ olarak isimlendirile gelmiştir. Sümerler, Akadlar, Asurlar ve Babiller vs. hep bu Mezopotamya coğrafyasını yurt edinmişlerdir.
Ayrıca Mezopotamya bölgesinin düz ve iletişime açık olması, toplumsal yalıtımı önlemiş; teknik, politik ve dini fikirlerin çabucak yayılmasını sağlamıştır. O çağda yazıyı bir kayıt tutma sistemi olarak geliştirmiş Mezopotamya uygarlıkları, bizlere Hz. İbrahim’in içinde yaşadığı toplumu tanıma imkânı vermektedir. Bu kayıtların tutulduğu yazıtlar keşfedilmeden önce, seküler bilim dünyası, İbrahim ve nesline, bir efsanenin abartılmış kahramanları olarak bakmaktaydı.
Ebla, Ugarit, Nuzi ve Mari arkeolojik kayıtlarında ortaya çıkan kanıtlardan sonra, bilim adamları, İbrahim ve ona tabi olanların, kuzeybatı Mezopotamya toplumunda gerçekten yaşadıklarını anladılar. Hatta o kadar ki, bulundukları coğrafyaya, kendilerinin veya atalarının ismini verecek kadar önemli insanlar olduklarını kabul etmek zorunda kaldılar.
Biz de bu delilleri Kur’an-ı Kerim ışığında inceleyip; Hz. İbrahim’in başkaldırdığı ‘uygarlığı-dini’ ve bu uygarlığı karakterize eden kral ‘Nemrut’u tanıtmaya çalışacağız. Sözlü rivayete göre, kendisine ‘Nemrut’ denen bu ceberrut kralın gerçekte ‘Naram-Sin’ denen Akad kralı olduğunu göreceğiz.
HZ. İbrahim’in İslam’a çağırdığı Nemrut kimdir?
Mezopotamya labirentinde, kral ‘Nemrut’u ararken, tarihsel kronolojiyi baz almadık. Çünkü Cambridge Üniversitesi Antik Yakın Doğu Tarihi ve Arkeolojisi üzerine ders veren Dr. Joan Oates’in de belirttiği gibi, bugün kullanılan kronoloji sistemi kendi içinde uyuşmazlıklar gösterir. Bu yüzden Hz. İbrahim’in yaşadığını tahmin ettiğimiz tarihin, birkaç yüzyıl öncesi ve sonrasını incelemeye aldık. Bu incelemede, Kur’an-ı Kerim’den elde ettiğimiz ipucu, bizim Nemrut adayımızı belirginleştirmemizde bir uyarıcı yol işareti oldu.
‘Allah’ın kendisine mülk verdiği o kimseyi, görmedin mi? Ki, o, İbrahim’le, Rabbi konusunda mücadele ediyordu. İbrahim dediği zaman, ‘benim Rabbim O ki, diriltir ve öldürür.’ (Nemrut) dedi ki: ‘Ben de diriltir ve öldürürüm.’ İbrahim dedi ki: ‘Muhakkak benim Rabbim, Güneş’i, doğudan getiriyor, sen de onu, batıdan getir.’ (Bunun üzerine) o Hakk’ı örten şaşırdı. Muhakkak Allah, zalim kavmi hidayete erdirmez.’ [Bakara(2)/258]
Bu âyetin bize verdiği ipuçları şunlardır: Birincisi, aradığımız Nemrut oldukça büyük bir devletin kralıdır. İkincisi, çok açık bir şekilde ‘tanrılık’ iddiasında bulunmaktadır. Üçüncüsü, gök cisimlerine kutsiyet atfeden bir kraldır. Biz şimdi Kur’an-ı Kerim’deki bu izleri sürmeye devam edeceğiz.
O çağlarda, Mezopotamya’da, Agadeli Sargon’dan, Hammurabi’ye kadar olan kralları, burada tek tek anlatmak mümkündür. Ancak bu detaylar bize İbrahim dönemi hakkında fazla fikir vermeyecek, aksine daha fazla kafa karıştıracaktır. Hammurabi’ye kadar geçen tarihsel süreç, detaylı bir şekilde incelendiğinde, karşımıza çıkan en somut ‘Nemrut’ adayı, ‘Naram-Sin’dir.
‘Naram-sin’in krallığı ve Harran-Urfa
Tevrat’ta, İbrahim’in yaşadığı yer olarak belirtilen Ur şehrinin, Mezopotamya bölgesinin güneyinde yer aldığı ifade edilir. Oysa geçtiğimiz yüzyıl da bulunan yazıtlar bunun tersini söyler. İbranice metinde Ur-Kasdim olarak geçen yer, Mari’de bulunan çivi yazılı belgelere göre, güney Mezopotamya değil, kuzeyde Harran civarındadır.
MÖ 2000′lerde 3. Ur çağında, Nuzi ve Mari, daha geç çağda Hitit ve Ugarit çivi yazılı metinlerine göre, kuzeyde Ur adı verilen bazı koloniler kurulmuştur. Ugarit metinlerinde, Ur-a’nın tüccarlarının Ugarit’e geldiklerinde orada devamlı kalamayacakları kış mevsiminde, kendi şehirleri olan Ur-a’ya dönecekleri yazılmaktadır. Buna göre Ur-a’nın, Harran civarında olması gerekir. Ur-a’nın, ‘Urfa’ olması muhtemeldir. Çünkü Urfa’nın eski isimleri; Ur, Urha, Al-Ruha, Roha ve Khurrai’dir.
Naram-Sin’in Urfa ve Harran ile bağlantısının bir başka kanıtı da şudur: Naram-Sin’in, ‘Sin’i, Sümerlilerin Ay tanrısının ismidir. Kendini tanrı ilan eden ‘Naram-Sin’in bu unvanı anlamlıdır. Harran’da, Sabiler yoluyla hemen hemen zamanımıza kadar bir ‘Ay Kültü’nün devam ettiği biliniyor. İlk çağlarda Ay tanrısı Sin’in, iki ünlü merkezi vardı. Biri, Güney Mezopotamya’daki Ur (Uru) kenti, diğeri de Harran’dı. Ur ve Harran’ın ortak ‘Ay tanrısı kültü’, ikisi arasında anlamlı bir ilişki kurmaktadır.
Güneş, ay ve yıldızlar ilahlaştırıldı
Harran; Ay, Güneş, Venüs gezegenler ve yıldızların kutsal sayıldığı eski Mezopotamya putperestliğinin, önemli merkeziydi. Harran’da Astronomi ilerlemişti. Daha sonra Hristiyanlar, Harran’a, Putperest şehri anlamına gelen ‘Hellenopolis’ adını vermişlerdir. Dünyadaki üç büyük felsefe ekolünden birisi, ‘Harran Ekolü’ dür.
Gerçekten de Harran, Kuzey Mezopotamya’dan gelerek batı ve kuzey batıya bağlanan önemli ticaret yollarının kesiştiği bir noktada bulunmaktadır. Bu özelliğinden dolayı Harran, Anadolu ile sıkı ticaret ilişkileri bulunan Asur’lu tüccarların da önemli uğrak yerlerinden biri idi. Anadolu’dan, Mezopotamya’ya olan ticaret, binlerce yıl Harran üzerinden yapılmıştır. Bu ise burada, zengin ve köklü bir kültür birikiminin oluşmasına neden olmuştur.
Akad kralları Sargon ve özellikle Naram-Sin, krallığını, Küçük Asya (Anadolu) ve Suriye’ye genişleterek, merkezi Harran olan bir krallığa dönüştürmüştür. Harran’ı merkez edinen Akad kralı, kendisine, ’dünya kralı’ unvanı vermiştir.
Bir teze göre, Babil ve Asur yazıtlarının, ‘dünya krallığı’ diye referans verdikleri krallık, Harran başkentli bu krallıktır.
Hz. İbrahim’in ataları ve Harran bağlantısı
Mezopotamya’nın çeşitli yerlerinde yapılan kazılarda, MÖ 3000′lerden başlayarak İsa’ya kadar tarihlenebilen on binlerce kil tablet bulundu. Böylece Tevrat’ta anlaşılmayan birçok mesele anlaşılmıştır. Bütün bu buluntularda, İbrahim ve ailesinin yaşamlarına ve dinlerine ait birçok kanıt elde edilmiştir. Ve onlarla ilgili şehir adları, gittikleri yerler, kullandıkları eşyalar kısmen saptanmıştır.
İbrahim’in ataları olarak geçen şahıs adlarının, Harran yöresindeki yer adları olması, bilim dünyasını oldukça şaşırttı. İbrahim’in bir kardeşinin adı olan Harran, şehir olarak bilinmektedir. İslam bilginlerine göre Harran, tufandan sonra kurulan ilk şehirdir. Bazılarına göre Nuh’un torunlarından, Kayman tarafından kurulmuştur. Bir başka örnek, İbrahim’in dedesi Nahor, karşımıza Til-Nahiri olarak çıkmaktadır. Bunlar, Mari ve Asur metinlerinde(MÖ 1900-1800) bilinen yer adlarındandır. Nahor’un yeri bulunamadı, ancak bilim adamları, Harran yöresinde olması gerektiği konusunda görüş bildirmektedirler.
İbrahim’in babası Terah adına uyan, Tilşa, Turah, Torah, Til-Turakki şeklinde değişen yer adları bulunmaktadır. Torah, Keçi tepesi anlamına gelir ve Balih nehrinin üzerindedir.
İbrahim’in büyükbabası Serug’un ismi, Harran’ın batısında Sarugi şehridir. Daha eski atası Peleg’e karşı gelen yerin, Habur ırmağının Fırat’a karıştığı yerde bulunan Paliga olduğu kanıtlandı. Bilim adamları, bunların rastlantı olamayacağı görüşündeler ve bu konuda şunu söylüyorlar: ‘Ya bu şahıslar, buralarda yaşayan kabilelerin başkanları idi, ya da kabile adları bu şehirlere verildi.’
Daha sonra, İsrailoğullarının çocuklarına; ‘Baban göçebe (veya kaçak) bir Arami idi’ deyişi meşhurdur. Onların vatanı, Tekvin 24.10′a göre, ‘Aram arazisi’ idi. Padan-Aram, iki nehir arası anlamına geliyor.
Yapılan incelemelere göre, MÖ 2000 yılları civarında bu kabile başkanları, Harran civarında bulunmaktaydı. Zira Mari metinlerinde, Abam-Ram (Abram), Yakob-el (Yakub) ve Benyamin gibi İsrailoğullarınaait isimler bulunmaktadır.
Kendisini ilahlaştıran kral: Naram-Sin
Arkeoloji uzmanı Dr. Oates, Naram-Sin’in, ‘kendisini tanrı ilan etmesini’, şöyle anlatıyor: “Agade kralları döneminin belki de en önemli yeniliği, krallık anlayışında olmuş ve ilk kez doğulu hükümdar tipinin belirtileri ortaya çıkmaya başlamıştır. Sargon’un unvanları, torunu Naram-Sin’e göre, nispeten daha alçak gönüllüdür ve erken sülale dönemi sonlarındaki kralların kullandığı unvanlardan çok farklı değildir. Fakat Naram-Sin’le birlikte çok yadırganan ve uzun vadede kabul görmeyen bir değişiklik olmuştur.
Naram-Sin hükümranlığının bir döneminde, o güne kadar sadece tanrı ayrıcalığı olan bir sıfat benimsemiştir. Kendi yazıtlarında adının önüne ‘ilahi’ işaret koymuş; yani çivi yazısıyla isminin önüne ‘tanrı’ yazdırmıştır. Ona adanan metinlerin dili, daha cüretkâr sayılabilir ve bu metinlerde, köleleri ona, ‘ilahilik’ atfetmekle kalmayıp, ‘Agade tanrısı’ unvanını vermişlerdir.
Ayrıca ünlü dikme taşında ‘boynuzlu miğfer’le betimlenmiştir. Ve bu ilahi boynuzlar, aslında tanrılara özgü bir ayrıcalıktır. Güneş tanrısı Utu’yu simgeleyen ışın saçan disklerin altında, belirgin bir seviye farkı ile betimlenmiştir.
Yöneticilerin, ‘kent tanrısının kâhyası’ olmaktan başka ayrıcalık istemedikleri bir din sisteminde, kralların ‘ilahi kimliğe’ bürünmesi çok aykırı bir davranıştır. İlahi krallık anlayışını Mezopotamya asla yürekten benimsememiştir.”
Antik Çağ Yakın Doğu Arkeoloji uzmanı Hans J.Nissen, bu konuda şunları söylüyor: “Elimizdeki belgelere göre, hiçbir kuşkuya düşmeden kanıtlanabilecek tek nokta, ilk kez Naram-Sin’de gözlenmiş olan kendi kendini ‘tanrı katı’na yüceltmedir. Birçok yazıtta, hükümdarın adının karşısına bir tanrı için kullanılacak belirleyici işaret konulmuştur. Uyrukları, Naram-Sin’den, birçok kutsama ve bağlılık yazıtında ‘Akad’ın tanrısı’ diye söz ederler.”
Sümerli Ludingirra, Naram-Sin’in, kendisini nasıl tanrı ilan ettiğini şöyle anlatır: “Kral Sargon’dan sonra oğulları ve torunu Naram-Sin ülkeyi genişlettikçe genişletmiş ve bütün yönlere kol salmışlardır. Hele Naram-Sin, kendisine ‘tanrıyım’ diyecek kadar ileri gitmiştir. Öyle şımarmıştır ki, büyükbabası Sargon’un aksine, Sümerlileri darıltmaktan korkmayarak; bizim tanrılarımıza özellikle yüce Enlil’e ve onun tapınağı Ekur’a büyük saygısızlık etmiştir.”
Naram-Sin krallığının esrarengiz çöküşü: Şiddetli kuraklık
Bazı anlatımlar, Naram-Sin’in krallığının çöküşünü, Guti istilacılarının yol açtığı geniş yıkıma bağlasa da; yakın tarihli ve arkeolojik araştırmalar, Naram-Sin’in krallığının çöküşünün, şiddetli kuraklık ve kaos sonucu olduğunu ortaya koymuştur.
Amerikan Geologi Dergisi’nde Şubat 2006 tarihinde yayınlanan; Eski Dünya Medeniyetlerinin Çöküşünden Sorumlu Geç Holosen Devrinde Yaşanan Kuraklık, Bir İtalyan Damla Taş Mağarasında Belgelendi, başlıklı makalede özetle şunlar yazıyordu: ‘Yaklaşık 4200 yıl önce, Kuzeydoğu Afrika ve Güneybatı Asya’nın alçak rakımlı bölgelerinde yaşanan şiddetli bir kuraklık, antik medeniyetleri, büyük bir karışıklık içine sürükledi. Kalsit bir damla taş kayasından toplanan sabit izotop, eser element ve organik ışıma verileri bu kuraklığı kanıtlamıştır.”
Science Dergisi’nin Ağustos 1993 sayısında yayınlanan; Üçüncü Binyıl Kuzey Mezopotamya Medeniyetinin Doğuşu Ve Çöküşü, isimli makalenin şu satırları ise oldukça anlamlıdır: “Arkeolojik veriler ve topraktan elde edilen stratigrafik veriler, üçüncü milenyum Kuzey Mezopotamya’sındaki yağmurla beslenen tarım medeniyetinin başlangıç, gelişim ve çöküşü hakkında bize bilgi veriyor. Milattan önce 2200 yılları civarında, volkanik bir patlamanın arkasından; kuraklıkta belirgin bir artış ve rüzgâr sirkülâsyonu, toprağın kullanımında kayda değer bir bozulmaya sebep olmuştur. Bu aniden gerçekleşen iklim değişiminin; bölgenin terk edilişine, insanların firarına ve Akad imparatorluğunun çöküşüne sebep olduğu apaçık ortadadır. Komşu bölgelerde de senkronize yaşanan çöküşler, bu ani iklim değişiminin, çok geniş çaplı olduğuna işaret etmektedir.”
Bu araştırma, İbrahim Kavminin nasıl helak olduğu konusunda çok açık bir fikir vermektedir.
Akad-Naram-Sin’in çöküşü: Umman Körfezi’nde saklı
Amerikan ve Alman üniversitelerinde görevli ve bölgede bir araştırma projesi yürüten yedi bilim adamı, İklim Değişimi ve Akad İmparatorluğunun Çöküşü: Deniz Tabanından Kanıt, başlıklı makalesiyle, bu konuyu yeterince açıklık getirmektedir. Geologi Dergisi’nin, Nisan 2000 sayısında yayınlanan makalede şu tespitler yapılıyor: ”Akad imparatorluğu, üçüncü milenyumun son yüzyıllarında, Fırat ve Dicle nehirlerinin doğduğu yerden başlayıp, Basra Körfezi’nde son bulan Mezopotamya bölgesini tamamen hükümranlığı altına almıştır. Arkeolojik veriler, bu çok gelişmiş uygarlığın, ‘birdenbire ve büyük bir ihtimalle de kuraklık nedeniyle’, bundan yaklaşık 4170 ± 150 yıl önce çöktüğünü göstermiştir. Bu iddianın doğruluğunu test etmek için Mezopotamya bölgesinden elde edilen ayrıntılı paleoklimatik kalıntılar, yetersiz kalmıştır. Ancak bölgesel kuraklık değişimleri, bu bölgeye komşu okyanus tabanlarında, koruna gelmiştir. Biz, Halosen devrindeki bölgesel kuraklık değişimlerini; Umman Körfezi’ndeki deniz tabanından alınan tortu çekirdeklerinin, mineralojik ve jeokimyasal analizlerini değerlendirerek kaydettik. Umman Körfezi’nin seçilme nedeni, Mezopotamya da ki arkeolojik bölgelerden kalkan toz ve kumu, rüzgârın bu yöne sürüklemesiydi.
Çöküşün nedeni: Aşırı kuraklık şartlarına ani geçiş
Araştırma sonuçlarımız, bu bölgeden gelen rüzgârın oluşturduğu toz ve yine bu bölgedeki kuraklık değerlerinin, çok ani olarak yükseldiğini belgelemiştir. İvmelendirici kütle spektrometresi radyo karbon tarihlemesini, zamanımızdan 4025 ± 125 yıl önce, olarak yapmıştır. Radyojenik (Nd ve Sr) izotoplarının analizleri, gözlemlenmiş yüksek miktardaki mineral tozlarının, Mezopotamya kaynaklı olduğunu doğrulamıştır. Arkeolojik bölgeler ve deniz tortularından alınan kayıtlar arasındaki volkanik kırıkların jeokimyasal korelâsyonu, ‘Mezopotamya’daki kuraklık ve sosyal çöküşün aynı zamanda gerçekleştiğini açıkça göstermektedir. Aşırı kuraklık şartlarına ani dönüşüm, ‘Akad İmparatorluğu’nun çöküşünde anahtar rolü üstlenmiştir.”
Bu bilimsel verilerden anladığımız kadarıyla, çok şiddetli ve ani kuraklık, İbrahim’in terk ettiği kavminin sonunu getirmiştir. Tüm bölgeyi etkisi altına alan kuraklık sebebiyle, gelecekte Yakup’un oğullarının da yapacağı gibi, İbrahim’in de Mısır’a bu sebeple gittiği kuvvetle muhtemeldir.
Naram-Sin dönemiyle, bahsedilen ‘bölgesel kuraklık dönemi’ ve Mısır papirüslerinde belirtilen kuraklık tarihleri arasında ilginç paralellik görmekteyiz.
Fransa’daki Yakın Doğu Arkeolojisi Enstitüsü Başkanı Jean Vercoutter, ‘Eski Mısır’ adlı kitabında şunları yazar: “Klasik Mısır tarihinin Eski Krallığı’nı, Orta Krallıktan ayıran yaklaşık bir yüzyıldan fazla süren sosyal sıkıntılar ve yabancı sızmalardan ötürü yaşanan kargaşa dönemine, Birinci Ara Dönem diyoruz. Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre, çöküşün en temel nedeni muhtemelen fiziksel nitelik taşımaktadır. MÖ 2300 yıllarına dek yeterince nemli bir iklime sahip olan Mısır toprakları, kuraklaşmaya başlamış, bunun sonucunda besin kaynakları azalmış ve komşu bozkırlarda yerleşmiş olan nüfus vadiye sığınmış, bu da ekonomik ve toplumsal sarsıntılara neden olmuştur.”
Bölgedeki arkeolojik araştırmalardan elde edilen belgeler de, Akad Krallığı’nın ve Naram-Sin’in sonunu, şöyle özetlemektedir: İletişim kesilir, haydutlar yolları tutar, sulama sistemi çöker. Sümer-Akad ülkesini, kararsız koşulların yarattığı bir felaket ve korkunç bir kıtlık sarar. Savaş arabaları ve gemileri işe yaramaz bir şekilde terk edilmiş durumdayken; Naram-Sin, çuvaldan giysiler içinde, küskün ve bir başına kalmıştır.
Bu ‘kaotik ve esrarengiz’ durum, Naram-Sin’in düştüğü durumla birleşince, Nemrut’un, İbrahim karşısındaki aczini ve yıkılışını hatırlamamak mümkün değildir. Hadis kaynaklarında, Nemrut’un ordusunun ve kendisinin Allah’ın azabıyla perişan olduğu kaydedilmektedir.”
Sonuç: İnsan gerçekte aciz bir varlıktır; fakat tarih çizgisinde gezindiğimizde gördüğümüz insan soyunun zaman zaman kendini yaratıcı görecek kadar akıl tutulması yaşadığı ve hezeyanlar içine sürüklendiğidir. Hazreti İbrahim Aleyhisselam örneğinde olduğu üzere, peygamberlerin bir görevi de insanlığa doğruyu yanlıştan ayırabilmek için aklî melekesini doğru kullanabilme metodunu öğretmiş olmalarıdır.