Yeniden dirilmenin örnek bir olayla anlatılması
أَوْ كَالَّذِي مَرَّ عَلَى قَرْيَةٍ وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَى عُرُوشِهَا قَالَ أَنَّىَ يُحْيِي هََذِهِ اللّهُ بَعْدَ مَوْتِهَا فَأَمَاتَهُ اللّهُ مِئَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُ قَالَ كَمْ لَبِثْتَ قَالَ لَبِثْتُ يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ قَالَ بَل لَّبِثْتَ مِئَةَ عَامٍ فَانظُرْ إِلَى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْ وَانظُرْ إِلَى حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ آيَةً لِّلنَّاسِ وَانظُرْ إِلَى العِظَامِ كَيْفَ نُنشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْمًا فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ قَالَ أَعْلَمُ أَنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Yahut altı üstüne gelmiş ıpıssız duran bir şehre uğrayan kimseyi görmedin mi? O, ‘Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek acaba?’ demişti. Bunun üzerine, Allah onu öldürüp yüzyıl ölü bıraktı, sonra diriltti ve ona sordu: ‘Ne kadar ölü kaldın?’ O, ‘Bir gün veya bir günden daha az kaldım’ diye cevap verdi. Allah, şöyle dedi: ‘Hayr, yüz sene kaldın. Böyle iken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış. Bir de eşeğine bak! Böyle yapmamız seni insanlara ibret belgesi kılmamız içindir. Eşeğin kemiklerine de bak, nasıl onları bir araya getiriyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?’ Kendisine bütün bunlar apaçık belli olunca, şöyle dedi: ‘Şimdi, biliyorum ki; şüphesiz Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” (Bakara 259)
Felsefenin ve bilimin cevabını aradığı soru aslında budur: Öldükten sonra tekrar dirilmek mümkün müdür? Pek çok filozof bu soruya hayr ya da evet diyerek cevaplar vermiş; nedenlerini açıklamaya çalışmışlardır. Bilim de, yeniden dirilmenin mümkün olup olamadığıyla ilgili doğrudan ve dolaylı olarak ilgilene gelmiştir. Allah Teâlâ ise peygamberleri ve kitapları aracılığıyla ölüleri dirilteceğini kesin bir şekilde açıklamıştır. İnsan, hayvan, bitki… Yaşamı sona eren her varlık, süreç içerisinde, toprağın altında ya da üstünde çürüyerek, toprağa karışır. Bu bizim gözlemlerimizle ve bilimsel bilgiyle doğrulayabileceğimiz bir bilgi türüdür. Yine köklerden, tohumlardan ve üreme hücrelerinden bitkilerin, hayvanların ve insanların çoğalmaya ve üremeye devam ettikleri şahit olduğumuz bir durumdur.
Varlığın bir düzen içinde ortaya çıkması ve sürmesi, ölümün de hayat gibi bir sistematiği olması, Yaratıcının varlığını zorunlu kılmıştır. Albert Einstein’ın bir sözü var: ‘Tabiatta öylesine yüksek bir akıl kendini gösteriyor ki, insanın en ince düşünceleri ve buluşları bu aklın yanında sönük bir gölge gibi kalır.’ Ne doğum, ne yaşanılan hayat ne de ölüm kendiliğinden olmaktadır. Olanı olduran vardır ve O, varlığın yaratıcısı Allah’tır. Bugün bilimsel bilginin verileriyle de artık iyice anlaşılmıştır ki, hayat, bir tesadüfün sonucu değildir; yüksek bir akıl, ilim, kudret, sanat ve hikmet sahibinin eseridir. Varlığın bir yaratıcısı vardır. Hayatı veren kimse hayatı alan da odur. Yaratan öldürür ve yeniden yaratır.
İnsan bakımından yoktan var etmek ise, büyük bir zorluk içerir, imkânsızdır. İnsan, var olan şeyleri kullanarak eşya ve alet yapar, fakat yoktan hiçbir şeyi var edemez. Bunu sadece Allah Teâlâ yapmaktadır; hem de her an! İnsan ve diğer canlı türlerinde her an milyarlarca hücre ölmekte aynı anda milyarlarcası da yaratılmaktadır. Yani ölmek ve dirilmek her ‘an’ yaşanan bir gerçekliktir. Mevsimler de bu konuda bize çok şey öğretir. Sonbahar ve kış mevsimlerinde âdeta hayatlarını kaybeden binlerce çeşit bitki ve ağaç bahar mevsimiyle birlikte yeniden hayat kazanır. Hâliyle, ölen bir şeyi yeniden diriltmek Allah için bir zorluk içermez. Ölmüş tabiatı diriltmek için baharı sebep halk eden Allah, ölmüş insanları diriltmek için de ahiret baharını sebep olarak yaratacaktır.
Kur’an-ı Kerim’de insanların öldükten sonra ruhlarının ahirete intikal ettikleri ve kıyametten sonra başlayacak ahiret hayatında bedenli olarak tekrar diriltilecekleri bize bildirilirmiştir. Asıl ve kalıcı diriltme Ahirette gerçekleştirilecektir. Bunun hangi vasatta nasıl gerçekleşeceğiyse Allah’ın ilmine ve kudretine ait bir iştir; üzerimize vazife değildir. Zira bu akıl bu sıkleti çekmez!
Âyette, bineği olan bir eşekle seyahat eden ve yolu evleri yıkılmış, bahçeleri harap olmuş, insan namına kimselerin bulunmadığı, büyük ihtimal arkeolojik kalıntı halindeki bir şehre düşmüş bir insanın hayat ve ölüm üzerine yaptığı tefekkür dikkatimize sunulmaktadır. Şahıs, altı üstüne gelmiş, ıpıssız duran bu şehri, bu şehrin ahalisini, bu şehrin bağını, bahçesini düşünmüş, manzarayı izlerken onları canlı olarak hayal etmiş, fakat gerçekte artık onların yerinde sadece yeller esiyormuş. Oysa bir zamanlar bu şehrin ahalisi de kendisi gibi hayat sahibi değil miydi? Şimdi onlardan kimseler yoktu; varken yok olmuşlardı; nereye gitmişlerdi? Ölenlerin bir daha hayat sahibi olmaları mümkün müydü? Allah’ın varlığını anarak, bu kez de, ‘Allah, bu şehri, ölümünden sonra nasıl diriltecek acaba?’ diye düşündü.
Şahsın merakını, kederlenmesini, hayallerini ve düşüncelerini işiten Allah Teâlâ onu ve eşeğini öldürdü. Zatın ruhu alındı fakat bedeni korundu. Eşeği ise tamamen çürüdü. Yüz yıl sonra zata ruhu iade edildi ve çürümüş eşeğin canlandırılmasına şahit tutuldu. Rabbimiz diyalog ve eylem hâlinde o muhterem şahsa cevap verdi:
Allah Teâlâ: “Ne kadar kaldın?”
Zat: “Bir gün veya bir günden az kaldım.”
Allah Teâlâ: “Hayr, yüz yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine bak; bunu seni insanlara bir örnek kılmak için yaptık; kemiklere bak, nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz.”
Zat: “Artık, biliyorum ki, gerçekten Allah, her şeye güç yetirendir.”
Diriliş gerçeğini kendi gözleriyle gören zat, Allah’ın gücünün her şeye yettiğine şahit olmuştur. Yeniden yaratılışı izah eden bu İlahi örnek ve muhterem şahsa verilen cevap tüm zamanlar için geçerli bir örnek ve cevaptır. Bu örnekte dikkatimize sunulan yaratmanın ve öldürmenin Allah Teâlâ’nın emri ve iradesiyle gerçekleştiği ve bunun her an olduğudur. Yüz yıl önceki bir merkebin ‘enkazı üzerinden’ yüz yıl sonra aynen yaratılması; yüz yıl önceki meyvelerin yüz yıl sonra aynen korunması, yaratmanın zamana ve mekâna bağlı olmadan gerçekleştiğinin de bir kanıtıdır..
Kehf Suresi’nde benzer bir konu ‘Ashab-ı Kehf ile ilgili anlatılmaktadır. Şöyle ki;
“O vakit o genç yiğitler mağaraya çekildiler ve şöyle dediler:
Ey Rabbimiz, bizlere tarafından bir rahmet ihsan et ve bizim için işimizden bir muvaffakiyet hazırla!
Bunun üzerine yıllarca mağarada kulakları üzerine vurduk (uyuttuk). (…)
Yine böylece onları uyandırdık ki, birbirlerine sorsunlar. İçlerinden biri:
Ne kadar durdunuz!” dedi.
Bir gün yahut daha az, dediler.
Bir kısmı da: Ne kadar durduğunuzu Rabbiniz daha iyi bilir. (…)
Onlar mağaralarında üç yüz sene durdular, dokuz da ilave ettiler.(…)
Bu mübarek ayetlerde yaratmanın bir başka formunu görüyoruz. Bir gurup insan bir mağarada üç yüz yıl ruhları alınmadan hayatta kaldılar. Üç yüz yıl geçti, fakat onlar üç yüz yıl önceki insanlar olarak, zamana ve mekâna bağlı kalmadan, var olabildiler.
Tabiattaki kanunlar, varlıklar, münhasıran insanlar içindir; yoksa Rabbimiz için geçerli değillerdir. Bir çocuğun dünyaya gelmesini ve büyüyüp gelişmesini sebeplere ve zamana bağlı olarak yaratan Allah Teâlâ, dilediği anda dilediği yerde dilediği şekilde varlıklar yaratmaya kadirdir.
Sonuç: Kehf Suresi 7. Ve 8. Ayetlerindeki; “Biz yeryüzünde olan şeyleri ona bir süs yaptık ki, insanları imtihan edelim: Hangisi daha güzel bir amel yapacak? Bununla beraber şu da bir gerçek ki, Biz, onun üzerinde olan her şeyi kupkuru bir toprak yapmaktayız.” İlahî izahat kendi varlık nedenimizi ve üzerindeki her şeyin toprak olduğu dünyanın var oluş nedenini bize öğretmektedir. Bu açıklamaların doğrultusunda dünya hayatını yaşamış Müminler, Rabbimizin muhteşem Cennetlerinde, muhteşem bedenler içinde, ebedi baharlar yaşayacaklardır, inşallah.