Ağzı başka kalbi başka söyleyen düşmandır!
كَيْفَ وَإِن يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ لاَ يَرْقُبُواْ فِيكُمْ إِلاًّ وَلاَ ذِمَّةً يُرْضُونَكُم بِأَفْوَاهِهِمْ وَتَأْبَى قُلُوبُهُمْ وَأَكْثَرُهُمْ فَاسِقُونَ
“Nasıl olabilir ki! Onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne ahit, ne de antlaşma gözeticidirler. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, halbuki kalpleri (buna) karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Tevbe 8)
Mağlup galibe herhangi bir şart ileri süremez; kuvvetine dayanarak, barış antlaşmasının esaslarını galip belirler. Haliyle mağlubun maddi ve manevi zarar görmeden galibin elinden kurtulması mümkün olmaz. Yer yüzündeki bütün savaş tarihi bunu bize gösterir ve öğretir. Fazla uzağa gitmeye hacet yoktur; kendi ülkemizden örnekler verirsek, Birinci Dünya Harbinden mağlup olarak çıkmamız sonucu imzalamak zorunda kaldığımız 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesi, 10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması ve 23 Temmuz 1923 Lozan Antlaşmalarından kayıplarla çıktık. Güç buyurganlığı öyle dehşet bir şeydir ki ona göre; galip daima haklı, mağlup daima haksızdır!
Son iki yüz yıllık tarihimize bakıldığında görülecektir ki, kaybettiğimiz her savaşın barış antlaşması, önemli bir toprak kaybıyla neticelenmiştir. 1683 yılında yüz ölçümü 5.200.000 km2 olan topraklarımız, 1914 yılında 1.800.000 km2’ye, Cumhuriyetle birlikte ise 783 km2’ye gerilemiştir.
Devletimizi ve milletimizi bir ağaç gibi budayan güçler, bugün de PKK terör örgütü marifetiyle topraklarımızı parçalamaya gayret göstermektedirler. Terör örgütlerinin desteklenmesi uluslararası antlaşmalarla suç olmasına rağmen, dost dediğimiz pek çok ülke, teröristlere aleni yahut örtülü ev sahipliği yapmaktan çekinmemekte, âyette buyrulduğu gibi, ‘hakkımızda ne ahit ne de antlaşma’ gözetmektedirler.
Sultanahmet’te 12 Ocak 2016’da, Diyarbakır’da 14 Ocak 2016’da gerçekleştirilen bombalı terör eylemlerini hatırlayın; hemen bütün ülkelerin devlet başkanları ve hükumet yetkilileri, bu terörist saldırıları, önceki saldırılarda olduğu gibi, kınayan demeçler vermişlerdir. Keşke samimi olabilseler; fakat bu mümkün değildir, çünkü menfaatleri, tarihi düşmanlıkları, onların hakkaniyet üzere davranmalarına mani olmaktadır. Ayette ifade edildiği gibi; ‘Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, halbuki kalpleri buna karşı çıkıyor…’
Bu neden böyledir? Ayetin son kısmı da buna cevap teşkil etmektedir: “Çünkü onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” Yani güce tapan fısk ehildirler; haktan, hukuktan uzaklaşmış kimselerdir, onların akitleri menfaatleri demektir, çıkarlarından başka değer tanımamaktadırlar. Bu tür bir psikolojiyle hareket eden ülkelerin ağızlarından çıkan kınama ve teselli sözlerine kananlar aldanırlar ve son nefeslerini de cellatlarının elinde vermekten kurtulamazlar.
Sonuç: İslam coğrafyasında yaşanan ve yaşamaya devam edecek gözüken dramlar, işte bu iki yüzlü, yahut bin yüzlü uluslararası şeytanî düzenin ve onun efendilerinin bir marifetidir. Kardeşi kardeşe düşman eden, bir kısım Müslümanı zombileştirip diğer grupların üzerine salan, yine bu ellerdir. Onlar, galip ve efendi pozisyonunu korudukça, İslam dünyası, köle psikolojisiyle yaşamaya, birbirini didiklemeye mahkum kalacak gözükmektedir.
M. Talât Uzunyaylalı