Kişinin Allah’a ulaşması engellenmektedir!
فَقَالَ الْمَلأُ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن قِوْمِهِ مَا نَرَاكَ إِلاَّ بَشَرًا مِّثْلَنَا وَمَا نَرَاكَ اتَّبَعَكَ إِلاَّ الَّذِينَ هُمْ أَرَاذِلُنَا بَادِيَ الرَّأْيِ وَمَا نَرَى لَكُمْ عَلَيْنَا مِن فَضْلٍ بَلْ نَظُنُّكُمْ كَاذِبِينَ
“Kavminden hakkı kabule yanaşmayanların ileri gelenleri: Biz senin kişiliğinde bizim gibi ölümlü bir insandan başka bir şey görmüyoruz dediler; üstelik hemen ilk bakışta, içimizde, aşağı tabakadan birtakım (dar görüşlü) insanların dışında kimsenin seni izlediğini de görmüyoruz; dolayısıyla, bize karşı bir üstünlüğünüz olduğu görüşünde değiliz; tersine, yalancı kimseler olduğunuzu sanıyoruz!” (Hûd 27)
Biliyoruz ki her peygambere, kavminin siyasi, ekonomik ve kültürel bakımdan kendini ileride gören ve mevcut kamu düzeninden beslenen kesimleri tarafından şiddetli bir şekilde muhalefet edilmiştir. Peygamberlere hiç inanmayan yahut en son inananlar da genellikle bu üst kesim kişileri olmuştur.
Âyette geçen “mele” ifadesi bir kavmin önde gelenleri demektir. Bu kesimler ya bizzat rejimin kurucu unsurları yahut rejimden statü elde etmiş ya da çıkarlarını rejimle özdeşleştirmiş kesimlerdir. Nuh (as) zamanında yahut Hz. Musa döneminde, ne Mezopotamya’da ne de Mısır’da, bugünkü anlamda bir kamu düzeni yoktu. Yönetenler ve yönetilenler vardı. Yönetilenlerin neredeyse tamamı da yönetenlerin, ya doğrudan ya da dolaylı, köleleri durumundaydı.
Modern toplumun siyasi ve ekonomik kurgusu da aslında bu kadim politik anlayışın cilalı bir şeklinden daha ileri değildir. Kölelik, modern biçimde devam etmektedir. Dün, bir firavunun, bir kralın sürüsü kabul edilen halk, günümüz cumhuriyetlerinde veya demokrasilerinde, “kamulaştırılmış sürülere” dönüştürülmüşlerdir. Çiftçi, işçi, memur, yönetici, öğrenci, yaşlı, hasta… her durumdaki insan, önce vatandaşlık cüzdanıyla, sonra da vatandaşı olduğu ülkenin ona sağladığı iş, aş, eğitim, sağlık vb. imkânlarla, sıkı sıkıya düzene bağlanmıştır. Bankacılık, sigorta sistemi, ticarette kullanılan para, senet, çek vb. araçlar, hepsi düzenin hazırlayıp bireye kullandırdığı vazgeçilmez imkânlardır. Haliyle, bireyin, kamu sisteminden yararlanmadan “var olması” adeta imkânsız bir hale getirilmiştir.
Ayrıca gerek eğitim sistemi, gerekse kontrol altındaki yazılı, görsel ve sosyal medya araçlarıyla ve bu araçlarla yayılan imajlar ve programlarla, kişilerin düzenle olan irtibatları sıkıca kontrol altına alınmış olmaktadır.
Pozitivizmin ve onun bir felsefesi olan laiklik anlayışının şekillendirdiği modern dünya düzeni, dini hayatı, cami, kilise, sinagog, putperest mabedi gibi, simgesel düzeye ve vicdanî bir kanaate itmiştir. Kuran toplumu için söylersek, günümüz İslam dünyasının çoğunluğu, şeriattan yoksun, laik düzene ve bu bağlamda bir kamu sistemine bağlı ve bağımlı bir hayatı yaşamaktadırlar.
Bu tespitlerden sonra şu değerlendirmeyi ileri sürmek istiyoruz: Modern toplumsal sistem hidayetin önüne kesmiş gözükmektedir. Vatandaşlıkla, siyasi ve ekonomik sistemle, yaygın eğitimle, banka düzeni, bankamatik ve kredi kartlarıyla, cep telefonlarıyla, sosyal medya ile vs. kontrol araçlarıyla kişiler küresel sisteme bağımlı kılınmıştır. Bu bağımlılık dini hayatı vicdanlara itmiştir. Daha açıkçası, kişinin, vicdani bir kanaat olarak olsun, sağlıklı bir din duygusu ve düşüncesi oluşturması, aslında mümkün olmaktan çıkarılmıştır. Örneğin faiz işlemi İslam’da büyük haramlardan biridir; fakat müslümanın içinde yaşadığı düzen, faizsiz bir işleme yer bırakmamıştır. Bunun farkında olan müslüman kişi, müsterih bir vicdana sahip olamadığından, vicdanını, din noktasında, kirli ve şüpheli bir yapıdan kurtarıp salim bir imana ve amele ulaşamamaktadır. Laik toplumda, müslüman kimliğinin inşası artık mümkün değildir. Kalp imana erişmiş olsa bile kişinin amel-i salihe ulaşması mümkün olamamaktadır. Nitekim en azından ülkemiz için söylersek, fiili durum bu şekildedir. Laik toplum düzeninde kişi, düzenin kayıtlı bir vatandaşıdır; bütün hak ve yükümlülükleri kimliği üzerinden tahakkuk etmektedir. Gerçek köleci toplumda ise, kişi, zengin bir kişinin malı hükmünde idi; hak ve yükümlülükleri zenginin merhametinden ibaretti.
Misal olsun diye söylüyoruz: Bugün bir peygamber, mesela İsa (as) gelse, her şeyiyle dünya düzenine bağımlı hale gelmiş kişileri, küresel düzenden kurtarıp, ilahi düzene adapte etmeyi başarabilecek midir? Kamu düzeninden kopup (maaştan, sosyal güvenceden, cüzdanlardaki kartlardan, vs. vaz geçip) kaç kişi Hz. İsa’nın peşinden gidebilecektir? Yoksa peygamberlerin karşısına dikilen “meleler” gibi, günümüzde de peygambere, sistemle özdeşleşmiş, “çağdaş meleler” mi ilk önce karşı çıkacaktır!
Firavun, İsrail soyunu, köle gibi kullanmasaydı da hepsine maaş verseydi, bedava hastane hizmeti sunsaydı, ev bark edinmelerine ve ticaret yapmalarına destek çıksaydı, ekinine dikinine dönüm başına altın dağıtsaydı, onların çocuklarını da okullara alıp eğitseydi, yönetici ve iş adamı yapsaydı, her gence interneti olan cep telefonu dağıtsaydı, işsizlik maaşı ödeseydi, insanlara gezecekleri, eğlenecekleri yerler inşa etseydi ve keyiflerine kimse dokunmasın diye de yasal ve fiziki tedbirler alsaydı, Hz. Musa, peşinden gidecek bir kavim bulabilir miydi?
Küresel düzen, kişilerin iman ve amel bütünlüğü içinde hidayete ulaşmalarını adeta imkânsız hale getirmiştir. Modern insan, şu bu ideolojiye yahut inanca, ancak psikolojik bir aidiyetle bağlıdır. Burjuva gibi yaşayan komünistin, Karun gibi yaşayan Müslümanın inancı amelinin altında ezilip kalmıştır.
Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ, Almanya’nın Köln kentinde katıldığı bir toplantıda, imam hatip okulları ve ilahiyat fakültelerinin Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kurulduğunu hatırlatarak, bu okulların bir dönem kapatılmasını eleştirdi. Başbuğ, “Kaba çizgileriyle söylersek, 30 ile 50 arasında Türkiye’de din adamı yetiştiren okul yok. Ne oluyor o zaman, işte bu adamlar çıkıyor. Cemaatler, bilmem neler, onların yetiştirdiği adamlar çıkıyor. Aydın din adamı diyorsunuz. Yok. Sıkıntı var. Bırakıyorsunuz o alanı. Alanı niye bırakıyorsunuz,” diye konuştu.
Küresel düzen, dinlere adeta boş alan bırakmamıştır, kendini etkilemeyecek bir din anlayışını, yine kendi oluşturarak kontrol altına almıştır. Böylece kişinin sahih bir imana erişmesi ve ilahî sisteme tabi olması mümkün olmaktan çıkarılmıştır. Bugün doğumundan ölümüne kadar, hemen her insan düşüncesiyle, fiiliyle kayıt altına alınmıştır. Küresel düzende din adamı, hele aydın din adamı yetiştirmek demek kitleleri küresel düzene bağlayan insanlar yetiştirmek demektir. Paşamızın “Boş alan bırakılmaması” yaklaşımından hareketle, Diyanet İşleri Başkanlığının, imam-hatiplik sisteminin, ilahî olanı ne ölçüde temsil edebildiği sorgulamaya açıktır.
Sonuç: Bu makalenin temel vurgusu din adına hareket edenler dahil, kitlelerin meleleştirilerek (sistemden pay verilerek), küresel düzenin bağlıları haline getirildiğine dikkat çekmek ve ilahî sistemin vücut bulmasının zorluğuna işaret etmektir. Fakat değil mi ki Allahü Teâlânın Nuh’u da var, Nuh Tufanı da! Kıyamet toplumunun bütün işaretleri zuhur etmiştir. Murad-ı ilahi o yönde ise, âlem son kez yeni bir nizam bulur yahut bulmaz; bulursa, insanlar, bir kez daha gerçek hürriyete ulaşır ve sonra da, -Allahü âlem- imtihan sahnesi kapatılır.
M.Talât Uzunyaylalı