Allah’ın hazineleri ve gayp
وَلاَ أَقُولُ لَكُمْ عِندِي خَزَآئِنُ اللّهِ وَلاَ أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلاَ أَقُولُ إِنِّي مَلَكٌ وَلاَ أَقُولُ لِلَّذِينَ تَزْدَرِي أَعْيُنُكُمْ لَن يُؤْتِيَهُمُ اللّهُ خَيْرًا اللّهُ أَعْلَمُ بِمَا فِي أَنفُسِهِمْ إِنِّي إِذًا لَّمِنَ الظَّالِمِينَ
“Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorum. Melek olduğumu söylemiyorum ve gözlerinizin aşağılık gördüklerine, Allah kesin olarak bir hayır vermez de demiyorum. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovarsam ben gerçekten zalimlerden olurum.” (Hûd 31)
Kuran’da görüyoruz ki; hiçbir peygamber kavmine ben meleğim, benim yanımda Allah’ın bana verdiği altın-gümüş, mücevher vb. hazineler var, dememiştir, aksine ‘ben de sizin gibi bir insanım, ancak bana vahyolunuyor’ demiştir. Fakat inançsızlar ve şüpheciler, bu tür bir beklenti içinde oldukları gibi, melekler vb. gaybî varlıklar konusunda da, peygamberleri zor durumda bırakmak gayesiyle, onlara gaybla ilgili sorular sormuş, melekleri görmek gibi, taleplerde bulunmuşlardır.
Oysa insan kendine baksa Allah’ın en büyük hazinesinin kendisi olduğunu ve Allah’ın gayp âlemini de kendi nefsinde taşıdığını görebilecektir. Allah insana, bir çift göz takmış, bir çift kulak takmış, birer çift el ve ayak vermiş… Bunlara sahip bir insan fakir midir? Bir çift gözün fiyatı dünyadaki hangi servettir? Ya akıl! Akıllarıyla peygamberlere itiraz edenler acaba akıllarını nereden almışlar, onlara bu bedava aklı kim vermiş?
Dr. Alexis Carrel’ın “İnsan Denen Meçhul” adlı ünlü bir kitabı vardır. Carrel, bu kitapta tıbbi yönden insanı anlatır; fakat onun ruhsal mahiyetine sıra gelince, insanın hâlâ bilinmeyenlerle dolu bir varlık olduğunu söyler ve bu nedenle kitabının ismi “İnsan Denen Meçhul”dür. İnsan neden meçhuldür; çünkü onun, gaybını, gerçek hüviyetini, bilim bilememektedir.
İşte inançsız insanın tarihsel körlüğü budur; kendi gaybını bilmeyen insan, ruhani âlemi beş duyusuna indirgemek ister ve bunu da mahiyetini bilmediği aklıyla, iradesiyle, hafızasıyla, hayaliyle yapar! Kendi ruhsal gerçekliğine muttali olamayan insan, bir başka gaybî varlık olan melek, cin, şeytan gibi varlıkları görme derdine düşer. Hatta bunların bir kısmı, Hz. Musa’nın kavmi gibi, Allah’ın kendilerine görünmesini bile talep etmiştir!
Peygamberlerde ve peygamberlere uyanlarda paraya mala dayanan zenginlik arayanlar, aslında şunu demek istemişlerdir: “Madem siz Allah’ın peygamberlerisiniz, bu insanlar da sizi izinizden gelen kimseler; peki o zaman Allah niçin sizi zengin kılmamıştır? Hani nerede altın ve gümüşleriniz? Nerede deve ve at sürüleriniz? Nerede bağlarınız bahçeleriniz? Nerede adamlarınız köleleriniz! Bunlar sizde yok, fakat bizde var! E, madem bize malca bir üstünlüğünüz yok, daha hangi nedenle size tabi olmamızı, inancımızı ve düzenimizi değiştirmemizi istiyorsunuz?”
Oysa peygamberlerinin yanında olan Allah’ın sözüdür; dünya nimetleri değil. Tarihsel olarak baktığımızda gaybı anlayamayan bu inkârcı zihin yapısının, hidayetin önündeki en büyük engel olduğunu görüyoruz. Müşrikler, her peygamberi, kendi dünyalarından yola çıkıp statü, altın, deve ve koyun sürüleri, atlar, hurma bahçeleri, tarlalar, köleler vs. dünya nimetleriyle değerlendirmiş; topluma tebliğ yapacak bir insanda zenginlik ve siyasi güç aramışlardır. Bu noktada bir eşitlik, bir denklik görmediklerinden, kişinin ne zatına ne de sözüne bir değer vermek istememişlerdir.
Hâlbuki gaybı anlasalardı, mülk kiminse yeryüzü ve gökyüzü hazinelerinin de onun olduğunu bileceklerdi. Hem, insanın mülkü var mı ki hazineleri olsun? Dünyada bekası olmayan bir varlığın dünya hazinelerine sahip olması! Bu, tam bir ironi! İnsanın bu çelişkisi çağımızda daha da koyulaşmıştır; bugün de etkili kimseler, birisini adam yerine koyacaklarsa, öncelikle onun maddî gücüne, politik etkisine ve bağlantılarına bakmaktan kendilerini alamıyorlar; ekonomisi zayıf, siyasi gücü ve bağlantıları olmayan birinin sözüne ve hareketlerine bir değer atfetmiyorlar. Fakat anlayamıyorlar ki Allah’ın kuluna nasip edeceği en büyük zenginlik, onun hidayetidir ki, peygamberlerin yürüttüğü tebliğ faaliyetinin gayesi budur.
Öte yandan kendi varlıklarında taşıdıkları gaybı anlayamayan dünyacı tipler, dünyadan başka bir âlemin varlığına inanmakta da zorluk çekmektedirler. Oysa görüyorlar ki kendileri gidiyor, dünya nimetleri de yine dünyada kalıyor. Bugün üzerinde kıyametler koparılan dünya nimetlerinin Kuran’daki hükmü, yani o nimetleri yaratan Allah katındaki değeri, şu âyette açık bir şekilde ifade edilmiştir: “O’nun veçhinden (O’nun Zâtından, O’nun namına ve O’nun için yapılanlardan) başka her şey helâk olucudur. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas 88) Kuran insanının asıl sermayesi imanı ve ömrüdür; onunla peygamberlerin yolundan giderek, Allah’ın rizasını kazanacak işler yapar ki, onun dünyadan elde ettiği karı, hiçbir dünyacı tüccar anlayamaz ve takdir edemez.
Yine âyette geçen, peygamberin ifade ettiği, “gaybı da bilmiyorum” açıklaması da calibi dikkattir. Gayb; mahiyeti bilinmeyen demektir. Faraza insan gaybı bilse, başına geleceği de bilir ve tedbir alır. Kişi gaybı bilse, iman eder, dünyanın değil, amelin peşinde koşar! Gayb, zahir olsa, artık kim dünyaya bir kuruş değer verecektir, hele ortada kâfir diye kimse kalacak mıdır? Ahret, cennet, cehennem, melekler, cin ve şeytan gibi gaybî varlıkları insanlara gösterseler peygamberlere inanmayan kimse kalır mıydı? Peygamberler, gaybî varlıkları ve onların kimi hallerini, Allah’ın âyetlerinden yola çıkıp insanlara bildirmiştir. Müminler de peygamberlerin açıkladığı gayba iman etmişlerdir.
Şunu da iyi anlamak gerekir: Yukarda da ifade ettik; insanın yaratılışında aslında hem gayp hem de şehadet (fizik varlık) vardır; yani her insanın hem batını (gaybı) hem de zahiri (fizik varlığı) vardır. İnsanın batını onun ruhsal yapısıdır, zahiri de fizik varlığı ve dünyadır. (Fizik âlem insanın mütemmim bir cüzüdür.) Müşrik ve kâfir kişiler, kendi varlıkları üzerinde derin düşünmediklerinden, inanmadıkları gaybı, kendi nefislerinde taşıdıklarını da görememektedirler. İman eden her insan ise, kendi nefsinden yola çıkıp, zahiri ve batını anlamaya başlar. Artık meleği, cini, şeytanı anlamak ve kabul etmek ona zor gelmez. Nasıl görmediği aklını inkâr etmiyorsa, görmediği meleği de inkâr etmez, edemez!
Vurgularsak; zenginlik odur ki, kişi onunla Allah’ın rızasını kazanmıştır. Akıl, hayal, rüya, hafıza, irade, öfke, sevgi, nefret gibi ruhî haller insandaki gaybdır; akıl, belki de bir nevi melektir! Yani insan öyle bir varlıktır ki; Allah’ın zenginliği, cömertliği, Allah’ın gayp âlemi ve şehadet âlemi (zahir ve batın-dünya ve ahret) insanın nefsinde örneklenmiştir; fakat nefislerindeki bu sırra ancak peygamberleri dinleyip Allah’a iman edenler muttali olabilmiştir. İnsanın bedeni, nasıl kendi gaybıyla, -akıl, irade, hafıza, hayal gibi kuvvetlerle-, idare ediliyorsa, bir insan hükmündeki bu kâinatta yine gayp âleminden idare edilmektedir. Aklını (kendi gaybını) kabul eden insanın peygamberden bir melek göstermesini istemesi dünyevileşmiş insanın derin bir körlüğüdür.
Sonuç: Nasipleri olmayanlar Nuh’un (as) bedbaht kavmi gibi, kendi içlerinden bir insan olan Nuh’un zatında zuhur eden gaybı görememiş, bakar kör olmuşlardır. Nitekim Nuh’u göremeyenler, Nuh’un Gemisi’ni de göremediler; görseydiler hiç denizleşen yağmurlarda boğulur giderler miydi?
M.Talât Uzunyaylalı