Olayların zahiri ve batını vardır!
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِفَتَاهُ لَا أَبْرَحُ حَتَّى أَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ أَوْ أَمْضِيَ حُقُبًا
“An o zamanı ki Musa, genç arkadaşına, ben demişti, iki denizin kavuştuğu yere kadar durmadan, dinlenmeden gideceğim, yahut da yıllarca bu uğurda uğraşacağım.” (Kehf 60)
Kehf suresinin 60-82. ayetlerinde, Hz. Musa’nın manevi bilgiler edinmek üzere, Allahü Teâlâ’nın emriyle, manevi bir şahsı bulmak üzere yaptığı kıyı ve deniz yolculuğu anlatılmaktadır. Bu gizemli yolculuk sonrası Hz. Musa manevi şahısla buluşur ve onunla bir süre arkadaşlık eder. Bu arkadaşlık sırasında üç önemli olay yaşanır: Manevi şahıs, bir gemiyi deler, bir çocuğu öldürür ve bir duvarı onarır. Aklına ve vicdanına ters gelen üç olaya da Hz. Musa itiraz eder. Manevi şahıs, yaptığı müdahalelerin mahiyetini anlatır ve böylece yolları ayrılır.
Hz. Musa ve manevi arkadaşının yaşadıkları olaylara Hz. Musa’nın başka bir tepki vermesi ve manevi şahsiyetin de başka bir tepki vermesi bize şunu göstermektedir: Olayların sadece zahirine bakarak sonuçlar çıkarmak oldukça riskli bir davranıştır. Zahirde olan her işin batında da bir hikmeti vardır. Hikmet-i ilahi bilinmeden sadece zahire bakılarak olaylar hakkında söz söylemek ve çeşitli yargılar üretmek insanı haksız bir duruma düşürebilir.
Kıssaların öğrettiği bir diğer sonuç şudur: Zahir bilgisi olduğu gibi, batın bilgisi de vardır. Zahir bilgisi öğrenilebildiği gibi, batın bilgisi de öğrenilebilir. Nitekim manevi kişi, Hz. Musa’ya zahirdeki olaylar üzerinden, bu manevi ilmi talim etmiştir. Bu noktada aklımıza ‘manevi ilim’ nedir? diye bir soru da gelebilir. Yine bu ayetlerden yapacağımız çıkarımlardan, manevi ilmin, Allah’ın olayların neden öyle olduğunu bilmesi, insanın ise bilmemesidir. Manevi şahsa bu ilmi öğreten Allahü Teâlâ’dır; manevi şahıs da, Allah’ın izniyle, bu ilmi Hz. Musa’ya öğretmiştir.
Zahirde gözüken ilahi kanunların batında farklı bir yapısı olduğu yine bu kıssaların bize öğrettiği bir diğer sonuç olmaktadır. Zahirdeki işlerin batındaki mahiyetini Rabbimiz, bir meleğiyle bildirmediği sürece, hiçbir peygamber yahut ilim ve takva ehli kimse bilemeyecektir.
Kehf suresi 68. ayette, manevi şahıs, Hz. Musa’ya, “(İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?” diye soruyor? Evet, iç yüzünü bilmediğimiz halde hemen her konuda ahkâm kesmekten geri durmayız. Oysa kıssalar gösteriyor ki, insanların olaylarla ilgili değerlendirmesi, ‘nefis mertebesinde’ gerçekleşen yorumlardan ibarettir ve bu yorumların ilahi hikmetle örtüşüp örtüşmediği, Allahü Teâlâ bildirmedikçe bilinemez.
Muhatap Musa Peygamber de olsa, insan aklına ilahi bilgileri ve hikmetleri tam olarak bilme yetkisi verilmediğini bir diğer çıkarım olarak ileri sürebiliriz. İlahi hikmetleri ve sırları, dünya imtihanında bulunan insanın bilmesi de zaten gerekmiyor; fakat insanın şunu anlaması gerekiyor ki, başa gelen şeyler, kader dairesinde cereyan etmekte ve bir hikmet gereği olmaktadır, o halde gerçeğin ne olduğu bilinmediğinden, Allah’a tam olarak teslim olmak ve hadiseler okyanusunda olup bitenleri ilahi hikmeti düşünerek anlamaya çalışmak; ihtiyatlı olmak, sabretmek, iki dünya selametidir.
Sonuç: Söz konusu ayetlerdeki örnek olaylar bize gösterdi ki, Allah’ın ilmi ve işlerindeki hikmeti sınırsızdır; sınırlı insan hikmetler dairesini kuşatmaktan acizdir. Nice işler vardır, zahiri fena gözükür; fakat batınında bu fenalıklar, kişinin lehine sonuçlar doğurur. Mala cana gelen zararların, tabii afetlerin, savaşların, hastalıkların vb. olumsuz hadiselerin, zahirine bakarak hükmetmeye mecburuz; ifade ettiğimiz gibi, bu hükümlerimizin gerçekle tam olarak örtüşmeyebileceğini de daima aklımızda tutmamız, her işimizde ve kararımızda Allah’a teslim olmamız, O’na sığınmamız, imanımızın bir gereğidir ve dini bir zorunluluktur.
M.Talât Uzunyaylalı